21 Ocak 2016 Perşembe

MİSTİK HAYAT



Mistik Hayat

1- Mistisizm Ve Tasavvuf


Çok değişik şekilleri olan mistisizm, duyu ve akıl dışı bir yolla ulaşılan idrak biçimini, batınî tec­rübe ve şuur hâllerini, bilgilenmenin vasıtasız şek­lini ifade eden genel bir kavramdır. Mistiklik sırf dine has olmayıp, hemen hemen her kültürde, din dışı inanç sistemlerinde de kendisini gösteren ev­rensel bir insanî olaydır. Bu bakımdan, dindar kim­seler kadar, dinsiz ve inançsız, putperest ya da ag­nostik kimseler de “mistik” olabilirler. Onun için, bu karmaşık olayı ancak şekil aldığı dinî ve kültürel çevre tarafından sınırlandırılmış olan somut şe­killeri içerisinde tanımlamak mümkündür. Genel olarak bütün mistisizmlerde ortak olan şey, nihaî hakikatin mahiyetine nüfuz etmek ve şuuruna var­mak için derin iç tecrübelere dalmaya kişiyi yö­nelten “Mutlak aşkı”dır.

Mistisizmin iki türünü birbirinden açıkça ayırdetmek mümkündür. Birincisi, “dinî mistisizm"dir ki, bunun hedefi, her çeşit ferdî öznelliğin üstüne çı­karak  ilâhî   sıfatlar  modeline  göre  bir   ruhî  ger­çekleşmeyi sağlamak için, dünya ile olan bağlan en alt  seviyeye   indirme,   ölümsüz  ruhu   huzura  ka­vuşturma ve sonuçta Allah'la tam bir uyuma ka­vuşmadır.   İkincisi ise  “dindışı”  veya “tabiî”  mis­tisizmdir. Tabiî mistisizmde kişi, kendi kurtuluş ve ruhî gerçekleşmesini, kendi üstünde ulaşmak istediği ve kendisine yardım eden bir Tanrı kabul etmemesi yüzünden,  sırf kendi ruhî güçleri ile özdeşleşerek mümkün kılmaya çalışır.  Dinî mistisizmde hedef, insan beninin  ötesinde  ve  üstünde yer  alan ve “başka” bir mahiyette olan Allah'a ulaşmadır ve bu da ancak yine O'nun yardımı sayesinde olur. Bunda kişi nefsini, birey-üstü bir duruma göre biçimlendirir [527]. İkincisinde ise, beşeri güç ve kabiliyetlerin kendi için­de ve sırf kendi imkanlarıyla elde ettiği bir ruhî ger­çekleşme sözkonusudur.

Bu açıklamalardan sonra Tasavvufun dinî bir mistisizm, İslâm kültüründe vücut bulmuş olan “İslâm mistisizmi” olduğunu ifade etmek müm­kündür [528]. Elbetteki tasavvufu hem diğer dinî hem de tabiî mistisizmlerden ayıran kendine has özel­likleri vardır. Konuyla ilgili müstakil araştırmalar bu hususu açıkça dile getirmektedir. [529]


2- Mistisizmin Tabiatı


Mistik ya da sûfîyi, ortalama insanlardan farklı bir idrak dünyası içerisinde yaşamaya elverişli kılan psikolojik yapı nereden ileri gelmekte ve nasıl oluş­maktadır?  İbn Haldun'a göre temelde insan fıtratı duyular ve akıl üstü bir alanda bilgi ve tecrübe elde etmeye, yücelip tamamen ruhanîleşmeye kabiliyetli bir özelliktedir. Kimi insanlar daha doğuştan hiçbir zorlamaya gerek kalmaksızın tabiî bir şekilde, ki­mileri de çeşitli riyazetler, temrin ve bilgiler sa­yesinde bu ruhanî gerçekleşmeyi sağlama imkânına sahiptirler [530]. Dinî bir kayda bağlı olmaksızın bu yollardan herhangi birisiyle “ruhanî” bir tecrübeye sahip   olmanın   imkânını   sûfîler   de   açıkça   belirtmişlerdir [531]. Hiçbir “ilâhi”lik vasfı taşımayan bu tür bilgi ve idrakler ile sûfîlerin tecrübeleri arasında önemli benzerlikler görülmektedir.

Şuur psikolojisi üzerine yapılan gözlem ve in­celemeler, insanın alışılmışın dışında farklı şuur bi­çimleri   geliştirebileceği   gerçeğini   iyice   teyit   etmektedir [532],  James'in  ifade  ettiği  gibi,   aklî  şuur olarak isimlendirdiğimiz normal uyanık şuurumuz, şuurun sadece özel bir şeklidir; birbirinden bü­tünüyle farklı potansiyel şuur biçimleri vardır [533]. Genel olarak insanda iki temel şuur biçiminin var­lığı kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi analitik, diğeri de bütüncüldür. Bu, insanın aklî (rasyonel) ve sezgisel olmak üzere iki farklı yönünü ortaya koymaktadır. Buna bağlı olarak ta “vasıtalı” ve “va­sıtasız”, yani duyular ve akla dayanan ve benlik bü­tünlüğü ile doğrudan doğruya kavranan ve yaşanan iki farklı idrak biçimi sözkonusudur. [534] Mistikte ya­pılanan şuur vasıtasız idrak ve bütüncü kavrayış yönünde özelleşmiş bir görünüm arzeder.

Bu bakımdan bütün tasavvufî ve mistik ekoller, kendini vasıtasız bir sezgi içinde gösteren bir Tanrı veya ulûhiyet (ya da Hakikat) tecrübesini elde et­meye yönelme konusunda ortak özellik gösterirler. Bu tecrübelerde, Allah'la aynı anlama gelsin veya gelmesin, bir çeşit “Hakikat”la birleşmenin vasıtasız algısı, duygusal iç tecrübesi yaşanmaktadır. Mistik şuur, sezgisel idrak ve içsel aydınlanma tec­rübeleriyle yapı kazanır. İbn Haldun, bu tür tec­rübelerin insanı ulaştırdığı sonucu ruhun esas ve zât itibariyle kendisine ait olan varlığı ta­mamlaması, yani “zâtının hakikatına kavuşması” [535] olarak değerlendirirken, bunların özü itibariyle dinî olmayan bir “ruhanî gerçekleşme” olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fakat tabii mistisizmlerle dinî mistisizmler arasında hem amaç ve hem sonuçlar bakımından birtakım farklı özellikleri tesbit etmek de elbette mümkündür [536].

Dinî mistisizmlerin en karakteristik özelliği “Allah'a ulaşma arzusu”dur. Arberry'nin belirttiği gibi, mistisizm, Allah'la birleşmeye doğru insan ru­hunun evrensel arzusunun değişmez bir ifadesidir[537]. Bir başka ifadeyle dinî mistisizm, kendi huzur ve olgunlaşma ilkesini Allah'ta gören insan ru­hunun, kendi geçici benliğini terkederek Allah'ın yol göstericiliğinde yeni bir varlık ve benlik kazanma arzusunun az ya da çok açık ve sürükleyici ifa­desidir. Allah'tan ayrı düşmüş olma, bir mistiğin temel üzüntüsü ve onu harekete geçiren arzunun asıl itici gücüdür. Sûfîler sık sık bu “ayrılık acısı”nı dile getirirler. Gerçekten de mistik, kendi gelişimini, ayrılığın acı tecrübesi içinde gösterir; insan ve dünya ya da insan ve Allah'ı ayıran uçurumu aşmak ister. Eşyanın aldatıcı görüntüsünden vaz­geçerek, ruhunun derinliğinde gömülü ilâhî kı­vılcımı ortaya çıkarmak için, kendi iç derinliğinde yolculuğa çıkar. Mistik için insanî tutkuların çeşitli şekilleri, tek gerçek arzunun aldatıcı kılık de­ğiştirmeleridir; bu, “Allah veya ulûhiyet ar­zusudur.” [538] Çünkü mistiğin gözünde “insan, özü itibariyle Allah'tan kopan bir parçadır;” [539]; bütüne, asıl ve hakiki varlığa ulaşmak, onunla bütünleşmek varoluşun en son gayesini oluşturur. Bu aynı za­manda bütün ızdırapların ve acıların son bulduğu devamlı huzurun da temel şartı olarak gözükür. İşte mistisizm, böyle bir anlayış içerisinde arzu duyulan amaca ulaşmak için şuur ve kişiliğin yeniden bir yapılanışıdır. [540]


3- Mistik Tecrübe ve Dinî Tecrübe


Batılı din psikologlarının birçoğu dinin sezgisel ve duygusal yönüne özel bir önem atfetme eğilimi taşımaktadırlar. Nitekim, dinî tecrübenin ayırdedici vasfının, mistik bir unsur ihtiva etmesiyle değer ka­zandığını ifade ederek, mistik tecrübe ile dini tec­rübeyi aynılaştıranlar vardır. Bir yazısında Clark [541], dinî tecrübeyi diğer insanî tecrübelerden ayırdeden ve   onu   nevi   şahsına   münhasır   biricik   tecrübe hâline koyan şeyin bir mistik unsur olduğunu ileri sürer. Ona göre, tecrübeyi dinî kılan biricik herhangi birşeyin, bizzat tecrübenin kendi kalitesi içe­risinde mevcut olması gerekir. Bu kalite de mistik unsurdur.  Mistik tecrübe içerisinde, diğer bütün insanî tecrübelerden kalite bakımından farklı bi­ricik bir tecrübe vardır. Bu incelemesinde şu genel sonuçlara ulaşır:

a- Mistisizm, psikolojik bakımdan dinî tecrübe olarak tanımlanabilen, elde edilebilir ve farklı en iyi ruh hâlidir.

b- Mistisizm, tek başına hiçbir dinî geleneğe has birşey olmayıp, fakat dinlerin çoğunda merkezî bir fikirdir.

c- Mistisizm, çok köklü kişilik değişmelerine yol açabilmesi bakımından, oldukça derin bir kişilik se­viyesi ihtiva etmektedir.

d- Mistisizm  için  gerekli  olan  potansiyel  doğuştandır. [542]

Tecrübeye dinî nitelik kazandıran şeyin, ya­şanan bu tecrübenin sadece kalitesi ile ilgili olduğu görüşü pek isabetli görünmemektedir. Çünkü belli ruh hâli, ancak dinî bir niyet ve yöneliş içerisinde oluşmuş ise “dinî” olarak değer kazanır; en derin mistik bir ruh hâli hiçbir dinî atıf kaynağına baş­vurmadan da oluşturulabilir. Bu bakımdan mistik tecrübe ile dinî tecrübe arasındaki farkı iyi be­lirlemek gerekir. Dinî tecrübe kendi içerisinde mis­tik bir boyut ihtiva etmekle birlikte bu, mistik tec­rübeyle aynı şey değildir. Dinde tecrübeye dayalı iman hayatı yoğunlaştığı ölçüde mistik karakter de belirginlik kazanır. Fakat inanan her kişide böyle bir yoğunlaşmaya rastlanmaz; hatta hiçbir mistik tecrübe geçirmeksizin dinlerini farklı boyutlarda ya­şayan pekçok insan vardır. Şüphesiz, mistik tec­rübe ile dinî tecrübe arasında yakın bir ilişki ve bağ vardır; bir sûfînin yaşadığı tecrübeler onun dinî duygu ve heyecanlarını, özlemlerini yansıtırlar. Bu­nunla birlikte, dinin dışında bağımsız bir vakıa ola­rak mistik tecrübenin varlığı da bir gerçektir. Onun içindir ki, mistisizmi doğrudan doğruya dine bağlamak yerine onu, insan ruhunun tabiî bir eğilimi, özlemi ve özelliği olarak değerlendirmek daha doğru olur. Din Psikolojisi açısından mistisizmin belli bir önemi vardır; çünkü mistik tecrübe dinî hayata derinlik canlılık ve şevk katmaktadır. Tarih boyunca ve günümüzde dinî alanda temayüz etmiş kişilerin pekçoğunda bâtınî ya da tasavvufi bir boyutun ge­lişmiş olduğu görülmektedir. [543]


4- Mistik Tecrübenin Özellikleri


Mistisizm, ruhî-bedenî bir disipline dayanır. Bunun sonucunda kişi kâinatı ve olayları bir başka idrak cephesinden görmeye başlar. Bu, şuur ve ki­şiliğin köklü bir değişimine bağlı olarak gerçekleşen bir psikolojik süreçtir. Mistisizmin anlaşılmasında önemli hususlardan birisi, mistik tecrübenin özel­likleridir. Genel olarak psikologlar böyle bir tec­rübede şu özellikleri tesbit etmektedirler: [544]


a-  Vasıtasızlık :


Mistik tecrübe, doğrudan doğ­ruya yaşanılan vasıtasız bir tecrübedir. Mistik tec­rübe içerisinde “ben”, kendinden dışarıda bir obje ile, duyular ve aklın rolü olmaksızın, doğrudan doğ­ruya, sanki varlığın merkezinden fışkıran bir hâl içerisinde hedefi ile temasa gelir. Açıklanması ve ifadesi mümkün olmayan bir ilişki hissi duyar. [545]



b- Bütünlük :


Mistik tecrübe, birlik ve bütünlük tecrübesidir. Bu bakımdan onu parçalara bölmek ve tahlil etmek mümkün değildir; çünkü o, va­roluşun bütünlüğünü “ben”in dışında mevcut olan hakikatle  temasa  getirmektedir.   Burada  süje ve obje, müşahede edenle edilen arasındaki fark or­tadan kalkmaktadır. Mistik hâl içerisinde, ne de­rece canlı ve zengin olursa olsun fikir en düşük se­viyeye inmekte ve bu hali yaşayan kişi onu ifade edecek bir vasıta bulamamaktadır; o sadece bu hâli yaşamakta ve onun serbestçe geçişine imkân ver­mektedir. Bununla birlikte mistik hâl içerisinde kişi tabiî şuurdan kopmuş değildir; o andaki çevreye uyum sağlamak zarureti dolayısıyla, bütün uya­rıcılar birbirleriyle imtizaç ederek, tahlil ve bölünme kabul etmeyen bir birlik oluştururlar. İç ve dış tek bir tecrübe konusu hâline gelir. [546]



c-  Aşkınhk :

Hemen hemen bütün mistik tec­rübelerde   zaman   ve   uzayın   aşılmış   olduğu   iz­lenimine rastlanır. Mistik, “sonsuz bir varlık” içe­risinde  yaşar.   Süje-obje  ilişkilerinin  monoton ve günlük varoluşundan ve ferdî benlikten kurtulmuş olduğunu hisseden mistik, kendisini, ferdî benliğini aşan ve onu bütünüyle kuşatan bir “Başka” varlıkla mahrem bir ilişki içerisinde bulur. Bu aşkın şuuru bütün şuur alanını kaplar ve bu yeni hayata uygun şekilde bütün ruhî fonksiyonların yeni baştan dü­zenlenmesine yol açar. İkbâl'e göre [547], süfînin ken­disine  müteselsil zamanın yokluğu  hissini veren sonsuzlukla içten ilişkisi, onun zamanın ötesine geç­tiğini ifade etmez. Mistik hâl emsalsiz olmakla bir­likte,  sıradan tecrübeye şu veya bu şekilde bağlı kalır. Nitekim mistik hâl geçtikten sonra derin bir iz bırakmasına rağmen, kısa bir zaman içerisinde geçip gider ve sûfî tecrübenin tabiî derecelerine geri döner. [548]



d- Sözle  Anlatılamamazhk :


Mistisizm   herşeyden   önce   yaşanan bir “hâl”dir; bunun baş­kalarına aktarılması,  nakledilmesi adeta    im­kansızdır.   Mistik  tecrübe  ânında yaşanan   ilişki, günlük ilişki çerçevelerinin ötesinde, aşkın bir özel­lik gösterir. Bundan dolayı onu kelimelere dökmek ve bu hâli yaşamayan kimselere onun hakkında bilgi vermek pek mümkün görünmemektedir. Mistik hâller fikirlerden çok duygulara benzerler. Bir senfoninin değerini anyabilmek için müzikal bir ku­lağa   sahip   olmak,   aşkı   anlayabilmek   için   aşık olmak gerektiği gibi, bir mistiği anlamak için de, onun  yaşadığı  ruh  hâllerini  yaşamak   ge­rekmektedir. Bir sûfî ya da peygamberin kendi dinî tecrübesine   atfettiği   yorum   ve   açıklama,   baş­kalarına ancak mantıkî önermelerle nakledilebilir; bizzat muhteva ise nakledilemez [549]. Sûfîlerin, “tat­mayan bilmez”  sözü de bu duruma işaret eder. Onun   için   sûfîler   yaşadıkları   hâlleri   anlatırken daha çok teşbihlere, istiarelere, sembollere ve bazı mübhem  ifadelere  başvururlar.   Dışarıdan  kişiler için bunların pek fazla anlamı da olmayabilir. [550]



e- Değişkenlik :


Mistik hâller çoğu zaman ka­rarsızlıklar ve değişiklikler gösteren geçici hâllerdir; bunlar uzun bir zaman sürmezler. Bir defa kay­bolunca, onun gerçek mahiyetinin hafıza tarafından yeniden canlandırılması zordur. Fakat onlar yeniden döndükleri   zaman   tanınırlar.   Her   tecrübe,   ar­kasından ruhu daha zengin, daha gelişmiş bırakır. Tabiatüstü keşiflere hazırlanan sûfînin ruhunda zıt duygu ve  heyecanlar  arasında  gel-gitler yaşanır. Neşe-hüzün,    rahatlık-sıkıntı,    şevk-dert,    heybet-huzur.. gibi teessürî hâller yoğun bir şekilde ken­dilerini hissettirirler. Mistikler bu ikizli duyguların etkisi altında, mutluluğun olduğu kadar, acı ve sı­kıntının da doruğuna ulaştıklarını hissederler. Ta­savvuf ıstılahları bu  çift yönlü ve  değişken  ruh hâllerini anlamamızı sağlayan çok zengin bir mal­zeme  ihtiva etmektedir.   Bununla birlikte,   mistik tecrübenin ileri safhalarında aynı değişikliğe rast­lanmaz.   Son  durumda  temkin,   sükûnet ve  ka­rarlılık hâlleri hâkim duruma geçer. [551]



f- Edilgenlik :


Dikkati bir noktaya toplamak veya bazı ritmik hareketler yapmak ya da daha başka usûllerle gelişen iradeli bir çabaya bağlı ola­rak mistik hâllerin oluşması için bir zemin sağ­lanabilir. Bununla birlikte, şuurun hâli kendi ka­rakteristik biçimini aldığı zaman kişi, iradesinin donup kaldığını hisseder; hatta bazen kendisini üst bir güç tarafından kuşatılmış olarak hisseder. Herşeye rağmen, mistik hâl içerisinde düşünce akımı tamamen durmaz, bundan daima bazı izler kalır ve sonuçta mistiğin iç dünyası tam bir değişime uğrar. [552]


5- Mistik Gelişmede Merhaleler


Mistik hayat, birbiri üzerine katlanan iç tec­rübelerden oluşur. Bu tecrübeler sonucu şuur ve kişiliğin yeni bir yapılanması da gerçekleşmiş olur. Çeşitli yöntem ve uygulamalara bağlı olarak elde edilen bu tecrübeler ve şuurun yeniden yapılanma süreci içerisinde, belli bir sistem dahilinde dü­zenlenen gelişim safhaları bulunmaktadır. Gerek sûfî yazarlar ve gerekse günümüz araştırmacıları “seyr-ü sülük” mertebelerini birbirine yakın şekilde tasvir ederler. [553]



a- Mistik Arzunun Uyanışı :


Mistik yolculuk, daha başlangıçta psikolojik bir değişimle başlar. Bu, kişiyi bütün eski alışkanlık ve davranış ka­lıplarından uzaklaştıran bir uygulamaya bağlı ola­rak yaşanır. Ya da bazı olaylarda görüldüğü gibi, ki­şide “duygusal şok” etkisi yapan bazı durumlar sonucu, esasen her insanda potansiyel olarak va­rolan mistik şuur biçimi kendiliğinden uyanmaya başlar. Tarikat hayatı, kişideki bu uyanışı daha sis­temli   ve   devamlı   hâle   getirmeye   yönelik   düzenlemeler yapar. “Teybe” adı verilen sülûkun bu ilk basamağı, kişiyi şuurun normal yapılanışından dışarı çıkmaya yöneltir. [554]


b- Fizyolojik ve Psikolojik Süreçleri Kontrol Altına Alma :


Yüksek gerçekliklerin idrakine ula­şabilmek için mistik, şuur alanını meşgul eden her tür fizyolojik ve psikolojik iç oluşumları denetimi al­tında tutmaya yönelir. Az yemek, az uyumak, de­vamlı   oruç   tutmak,   perhiz  yapmak   gibi  bedenî riyazetlere başvurur. Belli bir süre insanlarla olan ilişkilerini de en alt seviyeye indirerek, ıssız bir kö­şede halvet ve uzlete çekilir. Burada tam bir inziva hayatı yaşamağa çalışarak, bütün duyu organlarını dış uyarıcıların etkisinden korumaya  çalışır.  Dış uyarıcılar kadar, içgüdüler ve geçmişe ait hatıralar ve hayallerin etkisinden de sıyrılmaya çalışır. Bu arada hayal ve düşünce akışını tamamen denetim altında tutarak, dikkatini tek bir konu üzerinde yo­ğunlaştırarak,   bunun   dışındaki   herşeyle   ilgisini keser. Tasavvuftaki “zikir”, yani belli bir kelime ya da ifadenin sürekli tekrarlanması, arzu edilen bu yoğunlaşmayı sağlar. Sûfî, şuur alanını her tür iç ve dış uyarıcıların etkisinden arındırdıktan sonra, sadece “Allah” ya da benzerî bir kelimeyi sürekli tekrarlayarak,   tek yönlü  bir  düşünce  akışı  elde eder. Böylece dünyevî ilgi ve zevklerden uzaklaşma, beşerî arzuların şuur üzerindeki bozucu etkilerini ortadan kaldırma ve ilâhî hakikatları tam alıcı du­ruma geçmeye yardımcı olur. [555]



c- Vecd ve Aydınlanma :


Vecd, mistikte beşerî vasıfların tamamen silindiği bir durumda ortaya çıkan kendinden geçiş, kendinden dışarı çıkmadır. Bu, dünya ile ilginin tamamen kesilmiş olduğu bir hâldir. Dış dünya hakkındaki şuurun yok olduğu bir âna kadar uzanır. Bu hâl içerisinde, dış dünya ile açık bir bağlantısı ve benzerliği olmayan görme, işitme, temas, zevk vs. şeklinde içe doğuşlar olur. Mis­tik bunları, yüce bir âleme ait işaretler ve gerçekler olarak değerlendirir. Vecd esnasında bedene yan­sıyan birçok etkiler müşahede edilir ki, bunların ba­zılarının histeri ve sara hastalarının nöbetlerinde gö­rülen belirtilerle dışdan benzerlikleri sözkonusudur. Vecd ânında mistikte duyu organları işlemez bir hâle gelir; hassasiyet, acı ve ağrı duyumları kaybolur. Bazan çok soğuk bir havada terden sırılsıklam ol­duğu görülür. Vücutta kasılmalar, kısmî felçler, tit­remeler ve kaskatı kesilme, donma gibi hâller gö­rülür. Buna karşılık mistik kendi iç dünyasında da olağanüstü tecrübeler yaşar. Duyu ve düşünce or­ganlarının kısmî veya tam boşlukta kalması ile or­taya çıkan psişik fenomenleri de şu şekilde sı­ralamak mümkündür: Mistikte, zamanla mesafe kavramı değişikliğe uğrar; olaylar çok hızlı ge­çiyormuş gibi gelebilir veya sonu gelmez bir süre uzayabilir, uzaklıklar ve duruşlar değişir. Beden, pek genişleyip kocamanlaşır gibi olur veya küçülüp, hemen hemen bütünüyle yok olur gibi gelir, ağır­lığını kaybeder. Mistik, ayaklarının yerden ke­sildiğini, boşlukta yüzdüğünü hisseder. Farklı bi­çimlerde ve durumlarda suretler, şekiller, hayâller, renkler ve acaib şahısların görüntüleri ile karşılaşır. Bunlara zaman zaman “nur” görüntüleri de katılır. Mistik bazen üstten kendine doğru inen, bazen de kendinden yukarılara doğru yükselen nurlar mü­şahede eder; bazan da vücudunun her yerinden nur­lar fışkırdığını hisseder. Yazılan, anlaşılan ve idrak edilen kitaplar görür. Arı vızıltısına, rüzgar ve kuş seslerine benzeyen sesler işitir. Güneş ve yıldızları olan semâlar ve bu semâlarda kutsal yazıların gö­rüntüleri ile karşılaşır. Bunları okuyup anladığını hisseder. Bu hayâl ve görüntüler karşısında mistik bazen büyük bir korku ve ürperti ile sarsıldığını, şid­detli kuvvet ve sıkıntılarla göğüs göğüse geldiğini hisseder. Bazen ise büyük bir sevinç, rahatlık ve tat­min duyar; manevî güç ve kudretinin çok fazla artmış olduğundan kesinlikle emin olur [556]. Vecd ânında mistik tamamen Allah'ın varlığı tarafından kendisini kuşatılmış hisseder. Vecdinden uyandığı zaman, yaşadığı bu tecrübelerden birçoğunu unu­tur. Fakat kalbinde onların bıraktığı izlerin tatlılığı devam eder. Gördüklerinin doğruluğuna kesin ola­rak inanır. Bu durum rağbet, aşk, şevk ve muhabbet duygularının uyanmasına yol açar. [557]



d- Birlik Hayatı :


Vecd hâli, onu yaşayan mis­tikte psikolojik bir boşluk meydana getirir. Sûfîlerin “fena”, Budistlerin “nirvana”, Hıristiyanların “ruhun karanlık gecesi” dedikleri şey, kişinin dünya ile olan ilgilerden olduğu kadar, kendi ferdî benliğinden de bütünüyle vazgeçme  durumudur.   Şahsî irade ve benliğin bu erimesi mistiği, arzu ettiği asıl gayeye ulaştıran   bir   merhaledir.   Bu   gaye   şüphesiz   ki, Allah'a ulaşma ve Allah'ın birliği ve sıfatları içe­risinde erimedir. Kendi benliğinden bütünüyle sıy­rılma sonucunda, Allah'tan başka hiçbir varlık his­sinin    duyulmadığı,    herşeyin    Allah'da,    Allah'la birlikte ve Allah vasıtasıyla bir ve tek olarak al­gılandığı bir hâl  olarak yaşanmaktadır. Sûfi ya­zarların “vahdet, tevhid, cem, fena” gibi kavramlarla dile getirdikleri şey bu tecrübe basamağından baş­kası değildir. Bu hâl içerisinde sûfî, bütün varlık âlemine Allah'ın hâkim olduğu, O'nun dışında hiçbirşeyin mevcut olmadığı duygu ve izlenimine sa­hiptir; bilinen ne varsa bunların hepsinin Allah'tan olduğuna inanır.

Birleşme, aynı zamanda nefis tasfiyesinin son durağıdır. Kendi nefsini bütün dünyevî arzulardan temizleyen sûfî, artık Allah'ın birliğinde bir varoluş duygusunu yaşar. Şüphesiz bu bir “aynîleşme”dir; ancak özde değil sıfatta bir birliktelik hâlidir. Hucvirî bu hâli, ateşin içine bırakılan bir nesnenin onun sıfatlarını kazanmasına benzetir.

“Ateşin gücü ve hakimiyeti dahilinde bulunan şey, onun kahrı ve tesiri ile onun sıfatı üzere bulunur, onun vasfını ka­zanır. Şüphesiz Allah'ın değiştirme gücü, ateşinkinden daha büyüktür. Bununla birlikte, ateş demir cevherini değiştirmeksizin sadece sıfatına etki eder; demirin özü ve cevheri asla ateş hâline gelmez.” [558] Yani hangi gelişme basamağında olursa olsun insan insandır, Allah'da Allah'dır; birleşme hâlinde de bu esaslı gerçek değişmez.

Bu tecrübeyi, bir sarhoşluktan sonra ayılma hâline benzetenler de vardır. Ancak bu dünyevî plânda değil, bir başka âlemde ayılmadır, Benlik yoktur, fakat açık bir idrak, bir başka şuur hâli var­dır. Ben ve sen hayâlini aşan ve birliğe ulaşan cezbe hâlindeki sûfî, kendisinin herhangi birşey ol­duğunu inkâr edebileceği gibi, kendisinin herşey ol­duğunu (Ene'1-Hak) da iddia edebilir. Bu hâl içe­risinde sûfî, bütün eşyayı bir olarak görür. Kendisini de, kendi nefsine dikkatini yöneltebildiği takdirde, bütünün bir parçası olarak görür. [559]



e- Normal Hayata Dönüş :


Birlik tecrübesi, insanî kişiliğin ilâhî plânda yeni bir yapılanışını tam olarak gerçekleştiren sonuca sûfîyi ulaştırır. Bundan sonra tecrübenin tabiî seviyelerine geri dönülür. Fakat artık eski benliğin izleri kalmamıştır; sûfîde sabit bir şuur hâline gelen Allah arzusu, diğer bütün insanî arzuları etkisiz ve önemsiz hâle getirmiştir. Bir başka deyişle sufî kendinde yok olmuş fakat Allah'da varolmuştur.  Bu  durumda  onun bütün davranışlarının  motivasyonunda Allah  arzusu ve sevgisi tek etkin faktör olarak işlemektedir. Sûfî bu gelişmeler sonucunda    kendisini tam bir ruh sükûneti, huzur ve tatmin içerisinde bulur. Bir yan­dan riyazet ve mücahedenin güçlüklerinden kur­tulmuş,  diğer   yandan   ise   sürekli   değişen   ruh hâllerinin sarsıcı etkileri son bulmuştur. Bu onda, herşeyin yerli yerine oturduğu ahenkli bir dünya al­gısı ve “temkin” içerisinde bir kişiliği doğurur. [560]
Devamını Oku »

MİSTİSİZM VE HAKİKAT ARAYIŞI



İnsanoğlu tarih boyunca sonsuzluk, doğaüstü gerçeklikler, nereden gelip nereye gittiği ve bilinmeyenler hakkında değişik araştırma ve yöntemlere başvurmuştur.

Bu arayışlardan biri olan Mistisizme göre, insanın mantık ve akıl yürütme yoluyla erişemediği İlahi ve doğaüstü hakikatler ancak derin bir sezgiyle metafizik yollarla araştırılabilir. Mistiklere göre İlahi nizama ait bilgi akıl yoluyla değil, ruhani sezgi melekeleri ile elde edilir, her insanın ruhunda ebedi ateş ile birleşmeyi arzulayan ilahi bir kıvılcım taşır, hiç kimse benliğinden arınmadıkça Allah bilgisine doğrudan ulaşamaz ve Aşk Allah’a doğru yükselirken nefsin rehber ışığıdır.

Mistisizm tarihte bütün kültürlerde varlığını göstermekle birlikte etimolojik olarak Yunanca Eleusis Gizemlerine katılım anlamına gelen “mysteria” terimiyle ilgilidir. Sözcüğün kökeniyle ilgili diğer bir görüş ise, Yunanca dudak ve gözlerini kapamak anlamına gelen ”muein”’den geldiğidir.

Kelime olarak Yunancadan gelse de görüş ve uygulama olarak Antik Mısır, Hinduizm, Budizm Şamanizm, Maya ve birçok eski medeniyette varlığını göstermiştir.

Mistikler Varlığın yüksek bilgisine ulaşmak için tefekkür ve sezgiyle dış alemle ilişkilerini keserek Hakikati vecd halindeki duyu üstü deneyimlerde ararlar. Ulaşmak istedikleri hedef ise Aydınlanma ve uyanma denilen yüksek şuur halidir. Böylelikle bütünün, hakikatin bilgisine ulaşarak Tanrıyla Bir olmayı deneyimlemek isterler.

Bütün dinlerde yer bulan mistisizm dinlerin ve bazı öğretilerin kalıplaşmış şekilciliğinin ötesinde batini yönü yani içe dönük boyutuyla ilgilenmiştir. Tarih boyunca bütün dinlerden büyük mistikler çıksa da şekilciliği benimseyen dinler mistikleri yeterince anlamadıkları gibi dışlamışlar ve dine karşı olmakla suçlamışlardır. Aslında bu mistik yüreklerin yapmak istediği görünenin ötesine geçip dinlerin içe dönük bilgisinin insanın özüne, hakikatin bilgisine ulaştırabileceği gerçekliğidir. Şekil bilgisinin ötesinde insanın kendi içinde bir yolculuğa çıkıp, meditasyon, riyazet denilen nefsin isteklerini kırmayla ve tefekkür gibi derinleşmelerle edindikleri metafizik bilgiyle varlığın daha yüksek veçhelerine ulaşılabileceğinden bahsederler.

Mistikler de sürekli bir arayış, görünenin ötesine geçme isteği ve iç görüsü vardır. Skolastik, şekilci din anlayışı bilgilerin vahiyden geldiğini olduğu gibi sorgulanmadan, kabul edilmesi gerektiğini söylerken bu konuda farklı arayış ve görüşlere toleranslı bakmaz. Dinler zamanla içe dönük, hakikatin bilgisine ulaştıran gerçek amacından uzaklaşıp, şekilci, buyurucu , şerri uygulamalarıyla dayatmacı ve katı hale dönüşmüştür. Bu anlamda İnsanlar arasındaki ayrımları hoşgörü, sevgi ve anlayışla gidermek bir yana zamanla daha da katılaşarak kendi içlerinde görüş ayrılıkları nedeniyle mezhepsel bölünmelerle adeta ayrılıkların sebebi olmuşlardır.

Değişik kültür ve dinlerden gelen mistikler arasında nüanslar olsa da hepsi sevgi, anlayış, merhamet, hoşgörü, nefsi terbiye etmeye önem vermiş ve bu yolda ortak amaçları, sezgi ve içe bakış yoluyla yeni bir idrak seviyesine vararak hakikatin bilgisine ulaşma yani Tanrı ile doğrudan deneyim yaşadıkları Birlik halini tecrübe etmek olmuştur.

Tarihte birçok kültürde mistisizm ve felsefe birbiriyle yakından ilişkilidir. Budizm, Hinduizm, Taoizm ve Yunan ve birçok kültürde bu paralellik mevcuttur. Yunanda ilk olarak akla gelen Platon, Pisagor, bir ölçüde Sokrates’in öğretilerinde ve sonrası birçok filozof ve Neoplatonculuk da mistik unsurlar bulunmaktaydı. Bunlar daha sonraki dönemde kültürel etkileşimlerle Hristiyanlık, Musevilik ve İslam felsefesini etkileyerek antik dönemden beri eklektik olarak gerek Hermetizm, gerek Hinduizm, Antik Mısır ve gnostik etkilerle belli coğrafyalarda sentezlenmiş ve iç içe geçmiştir.

Büyük ve önemli Hristiyan, Yahudi, Müslüman Hindu, Budist birçok mistik aynı zamanda dönemin ileri gelen filozoflarıydı. Özellikle doğu dinlerinde mistisizm ve felsefe yakından ilişkilidir. Felsefi hakikatler ve mistik tecrübe arayışı birliktedir. Hindu ve Budist filozoflara göre insanın kendini ve dünyayı sorgulanmasındaki amaç, ayrılıkların illüzyon olduğu bilgisine varılmasıdır. Ve böylelikle insan şeylerin tabiatına ilişkin yanlış bilgiden kendini kurtarabilir.

Her ne kadar mistikler yaşadıkları tecrübelerin, duyuüstü hallerin dili aştığını, bireysel deneyimlerin ifade edilmez olduğunu söyleseler de bazı mistikler bu tecrübeleri dille aktarmaya çalışmış ve bu aktarmalarla değişik mistik gelenekler arasındaki farklar ortaya çıkmıştır.

Örnek olarak, Yahudi Kabalacı mistikler semaya yükselme hissini yaşadıklarını, Müslüman Sufiler kendilerini Allah’ta kaybettiklerini, Budist mistikler Nirvana’yı tecrübe ettiklerini, doğal mistikler ise kendilerinin Kozmik düzene dahil ve bütün eşya ile bir olduklarını tecrübe ettikleri söylemişlerdir. Değişik kültürlere göre bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

Aydınlanma döneminde felsefede pozitivizm ve bilimin etkisiyle modern felsefe, mistik tecrübelerin öznel, bireysel tecrübeler olduğunu söyleyerek genelleme yapılamayacağını ve duyuüstü gerçekliğin rasyonel olarak aktarılamayacağı anlayışından hareketle mistik görüşlere ve bu felsefeye pek sıcak bakmamıştır.

Tarihin bütün dönemlerinde kendine yer edinen mistisizm her devir farklı ekoller başlığı altında varlığını sürdürmüştür.

Özellikle teknolojik olarak çok hızlı bir gelişim çağına girdiğimiz bu dönemde bilimdeki ilerlemeler rölativite ve kuantum teorisinin diğer bilimlerde yer bulmasıyla sosyal bilimlere, insan varlığına ve doğaya ait yüzyıldan kalma kalıplaşmış bakış açısı değiştirmektedir.  Makro ve mikro düzeyde görünenin ötesindeki alemin çok boyutlu gerçekliği mikroskop ve teleskobun gelişmesiyle ve nano teknolojinin giderek önem kazanmasıyla hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, daha farklı boyutlardan farklı görüneceği bunun bir frekans ve algı ayarı olduğu gibi yaygın görüşler önem kazanmıştır. Yeniçağın bakış açısı ve gelişmeler öyle gösteriyor ki önümüzdeki yıllarda da artan bir ilgiyle mistisizm ve benzeri görüşlere yönelimi artıracaktır.

Mistik üstatların belirttiği gibi bu yolda olan herkesin hakikatin bilgisine erişeceği garantisi olmasa da bu yolda olmadan, edinilecek bir bilgi ve tecrübe değildir. Bu yol daima peşinde olanları, adanmışları cezbeden ve onlara açılan bir yoldur. Reenkarnasyona inan bazı mistik üstatlara göre varlığın bu aşkın İdrak bilgisine erişmek tek bir yaşamda elde edilemez birçok yaşam boyunca gelip gitmek, belli bir yaşam tekamül seviyesinde olmak gerekmektedir.

İnsanın her şeyi anlama, açıklama ve varoluşuna daha belirlilik kazandırmak isteği, varlığın her türlü bilgisine erişmek isteği sanırım daha çağlar boyunca insanın en büyük arayışı olacaktır. Ve bu uğurda birçok yöntem geliştirip peşinden gidecektir. İnsanlık tarihi farklı düzlemlerde varoluş ve yaratılış ile ilgili gizemler hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen kendini adamış bu mistik yüreklerin sesleriyle yankılanmaktadır. Bu yankıları duyan nice mistik gönüller hakikat arayışlarına devam etmektedirler.

Kaynak : www.yuvayayolculuk.com
Devamını Oku »

BİLİM VE MİSTİSİZM



Batı bilimi günlük yaşayışta parlak sonuçlar veren, fakat aslında doğa yasalarını yeterli yaklaşıklıklarla açıklayan bilgilere ulaşıp büyük bir gelişme gösterirken Orta Çağ'ın karanlığına neden olan düşünceye karşı, Engizisyon mahkemelerine rağmen bir zafer kazanmıştır. Ancak bugün, gerçeğe yaklaşırken büyük dinler ve özellikle mistikler (Budist, Yogi, Taoist ve İslam Mutasavvıfları) karşısında aynı başarıyı elde edememiştir. Tersine Rölativite Teorisi, Kuanta Teorileri, Belirsizlik Kuramı, Einstein Alan Kuramı, Yüksek Enerji Fiziği, Parapsikoloji ve Spiritüalizmin gelişmesiyle onların fikirlerini, öğretilerini kanıtlamaya başlamıştır.

Buda her şeyin rölatif olduğunu ve ikilemle anlaşıldığını, Evrenin çeşitli yerlerinde zamanın farklılığını, zamanın zihnimizin yarattığı bir kavram olduğunu, maddenin bulunmadığı yerde uzay ve zaman bulunmadığını anlatmıştır. Buna benzer sözler Rölativite teorisinde de geçer.

Atom fiziğinin gelişmesinden çok önce Bhagavad-Gita'da antimadde ve antimadde dünyalardan söz edilmiş, evrenin oluşumu ile bunların yer aldığı açıklamalar yapılmıştır.

Batı her şeyin temeli diye aldığı maddenin ne olduğunu henüz bilmemektedir. Atom modeli sık sık değişmektedir. Yeni partiküller bulunmakta, fakat elektronun yörüngesi bile bilinmemektedir. Atom, bilim adamlarının zihinlerinde bir takım olasılık hesapları ile özdeştir, deneyleri yaparken edindikleri izlenimlerin zihinlerindeki değerlendirmeleridir. Diğer bir deyişle, günlük uygulamaların ötesinde, gerçek aranırken ilerlendikçe her şey yokluğa ve zihinsel kavramlara dönüşmektedir. Bilimin bugün kabul ettiği atom, kimyacıların güneş sistemi biçimindeki atomuna değil, Yogilerin ve Budistlerin atomuna daha yakındır.

Diğer bir örnek ise canlı konusudur. Batı bilimi henüz canlının bir tanımını yapmamıştır. Canlı veya cansız olduğu saptanamayan yeni varlıklar bulunmakta ve incelenmektedir. Kristallerin zihinsel işlemlere sahip ve canlı sayılabileceklerine dair kanıtlar vardır. Bu konuda Raja Yoga incelemeyi atomların zihinsel işlemlerine kadar götürmüştür ve zihin-enerji-madde üçlüsü göz önüne alınmadıkça gerçeğe ulaşılamayacağını belirtmiştir.

Buna benzer örnekler pek çoktur. Teorik yüksek enerji fizikçisi Fritjof Capra'nın 1975 yılında yayınladığı "The Tao of Physics" adlı bilim felsefesi kitabında bu örnekler verilmiş ve bilimsel açıklamaları yapılmıştır. Orada belirtildiği gibi, bugünün fizikçisi Doğu felsefesiyle tam bir fikir birliğine ulaşmış mistiklerin şu ilkelerini benimsemiş ve deneylerinde görmeye başlamıştır:

- Duyu organlarından gelen bilgilerin yanıltıcılığı,

- Her şeyin rölatifliğinin ikilemle anlaşıldığı,

- Uzay ve zamanın eşdeğerliliği,

- Her şeyin zihin tarafından yaratıldığı,

- Her şeyin birliği

Batı bilimi ile Doğu düşüncesinin yakınlaşmasının yararları büyüktür. Aslında Doğu düşünce sistemi en az Batı bilimi kadar bilimseldir.
Devamını Oku »

20 Ocak 2016 Çarşamba

MİSTİSİZM VE ŞİZOFRENİ





Mistisizm ve Şizofreni

İnsan tek başına çıktığı hayat yolculuğunda türlü duraklardan aldığı enerjilerle beslenerek macerasına devam eder. Bu enerjiler onu biçimlendiren, referans noktası olarak kabul edilen ve tüm doğrultusunu belirleyen deneyimlerdir. Bu iç yolculukta kişi taşların yerine oturduğu ve görünüş ve bir kimlik kazanan süreç sonucu insan bütünüyle toplumun bir parçası, onun küçük bir örneği konumuna gelir. Bu, sosyal oyunun herkesi bir yaptığı bir sosyal hayatın ana karakteridir. Herkes farklı hayatlara sahip olsa da insanlar sosyal hayat alanlarında birbirlerine aynı sosyal tavır ve adetleri takınır. Bu toplumun yonttuğu ya da kollektif bilinçaltının dikte ettiği kültürel durum insanlara aynı havayı solutur. Mistisizm ve şizofren bu bütünlüğün gerçek insani değerlere kapalı, sadece hissedilen şeyin yobazlığa ve travmaya yol açabilen sahte düşlü, hassasiyeti tüketen ya da bir savaş yumuşatma aracı kadar rolü olan ahlaki normların kontrol mekanizması olduğunu ve hâkim paydanın güç eksenli bir yaşam kültürü dayattığını bilir. Şizofreni Tanrının parçalara ayırdığı gerçeği tek tek parçalarda görüp tükenirken mistik parçalardaki bütünden doğar. Aşklarını aynı çizginin iki yönünde bulur: Tanrı ve insan. Mistik Tanrının adını insana söylerken, şizofren insanın adını Tanrıya söyler. Mistikler insandan kopmadan Tanrıyı, şizofrenler Tanrıdan kopmadan insanı aşk edinmişlerdir. Tasavvufta ilki sahv, ikincisi sekr halidir.
Devamını Oku »

MİSTİSİZM VE YAŞAM





Mistisizm ve yaşam

Ölüm yaşamın dipnotu, eylem ve tavırların kendisini hissettirdiği o tükenmişliğe vurgu, ezeli pranganın esareti. Mistisizm ölümün insanın gerçek boşluğunu hissettiren, bütün çabaların kendini avuntuyla oluşa yönelten bir düşünce imgesi olduğunu yalnız iddia etmekle kalmaz, kesinlik hükmünde o dış gerçeklik denilen tantananın mekanizmasını da tanır. Aşkın, sevginin, dostluğun ve arkadaşlığın o en dipteki çölden, kuru iç yaşantıdan kurtulmak için icad edilen ama bir türlü gerçekliği yaşanamayan sadece oyun olarak yaşanmaya çalışılan bir sahtekârlık olduğunu bilir. Tanrı haz ilkesini yaşam içgüdüsü yaptı, içgüdü sosyal hayatı oluşturdu, kaçınılmayan bir uyum sürecinde insanlar daha doyum için gruplar, sınıflar ve birlikler oluşturdu. İnsanlık kendi hayatındaki, öz benliğindeki yalnızlığını kişisel sorunlarını politik sorunlara dönüştürerek rejimler üretti. Kana boğulan, iğdiş edilen insanlık tarihi hep insan zihnindeki ve kalbindeki o kopkoyu karanlıktan, kendini üretirken başkasını yokeden o bencil, bireyci doyumsuzluktan, o tam kavramı bulunmayan vahşilikten doğdu. Mistisizm, Tanrının karanlığından beslenen bu evrensel yapıda yine Tanrının aydınlık olan diğer yüzüne yüzünü dönmüşlerin yoludur. Tanrıyı, insanı ve hayatı yanılma payı olmadan hakkıyla teslim eden Tanrının batını boyutunun hizmetkârıdır.
Devamını Oku »

MİSTİSİZMİN FELSEFE İLE İLİŞKİSİ




Mistisizmin felsefe ile ilişkisi

Mistisizm ve çağdaş çözümlemeli felsefe mistisizmin deneyimsel ve bütüncül olması ve mistik deneyimin genellikle ifade edilemezliği, çağdaş felsefenin ise çözümlemeli, sözel ve indirgemeci oluşu nedeniyle birbirleriyle karşıtlık oluşturur. Ancak mistisizm ile felsefe arasındaki bu ayrım çağdaş dünyaya özgüdür. Tarihin büyük bölümünde mistik ve felsefi düşünce birbirleriyle yakından ilişkili olmuştur. Platon ve Pisagor ve bir ölçüde de Sokrat'ın öğretilerinde açık mistik unsurlar bulunmaktadır; pek çok büyük Hristiyan mistik aynı zamanda döneminlerinin önde gelen filozoflarıdır ve Buda'nın sutraları ve Şankara'nın 'Ayrım Mücevheri'nde mistik fikirler yüksek bir çözümlemeli yaklaşımla değerlendirilmiştir. Mistisizm ve çağdaş felsefe arasındaki uçurum temelde çağdaş felsefedeki doğal bilimlerden etkilenen belirli bilimci okulların etkisinden kaynaklanmaktadır.

Mistik düşünce ikiye ayrılır: panteizm ve panenteizm. İlki evreni tanrı olarak görür ya da tersi. İkincisi ise evreni tanrıda görür. İlkinde kişisel bir tanrıya yer yokken ikincisi evreni tanrının bir parçası olarak görür. İlki yaşamın akışına ve değişime özel bir önem vererek doğayla bütünleşmeyi savunurken ikincisi doğayı tanrının bir eseri olarak kavrar. Mistisizm ikisinde de farklı kavrayış ve algılamalar doğurur. İki sistemin birleşimi olarak görülebilecek süreç teolojisi ise evrenin tanrıyla beraber devindiğini savunmaktadır.
Devamını Oku »

KABBALA





Kabbala


Kabbala (İbranice: קַבָּלָה , kelime manası: "alma" olan), değişmeyen, ebedi ve gizemli Ein Sof (Ebedî, her şeyden önce olan-Tanrı ) ile ölümlü ve sonlu evren (ve onun yaratılışı) arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaçlayan ezoterik Yahudi öğretileridir.

Etimoloji

Kabala (קַבָּלָה), "alma, kabul etme" anlamına gelen "qibbel" kökünden gelir. Kelime Türkçeye muhtelif şekillerde transkrip edilebilir: Kabala, Kabalah, Kabbala, Kaballah, Kabbalah, gibi.

Tarihçe: Kabala Kaynakları

İnanışa göre, dört bin yıl önce Sefer Yetira'yı (Yaratılış Kitabı) yazan İbrahim ile başlayarak, Kabala hakkında birçok kitap yazılmıştır. Bir sonraki önemli kitap, M.S. II. yüzyılda yazılmış olan Zohar kitabı'dır. Zohar’ı, ünlü XVI. yüzyıl kabalisti Isaac Luria (Ha'ARI)’nin çalışmaları takip eder. Ve yirminci yüzyıl'da Kabalist ’ın çalışmaları ortaya çıkmıştır.

Aşlag'ın yazıları diğer Kabalistik kaynaklar gibi, üst dünyaların yapısını ve nasıl alçaldıklarını, evrenimizin ve onun içindeki her şeyin nasıl var olduğunu betimlerler. Yehuda Aşlag’ın "Talmud Eser Sefirot" (On Sefirot Çalışması) adlı ders kitabı, sorular, cevaplar, tekrar materyalleri ve açıklamalar içeren bir çalışma yardımcısı olarak tasarlanmıştır. Bu kitabın manevi âlemdeki evreni yöneten kanunları ve güçleri betimleyen, üst dünyaların fiziği olduğuna ve öğrencileri aşamalı olarak dönüştürdüğüne inanılır. Çünkü kişi manevi dünyayı nasıl deneyimleyeceğini ararken, kendisini ders kitabında yazan manevi kanunlara aşamalı olarak adapte eder.[1]

Kabala öğretisi

Kabala öğretisi, herhangi soyut bir şey ile uğraşmaz, sadece insanın nasıl yaratıldığı ve daha yüksek varoluş seviyelerinde nasıl faaliyette bulunduğu ile uğraşır.

Kabala bilgeliğin manevi dünyaya çalışmak için bir araç olduğuna inanılır. Dünyamızı keşfetmek için, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimleri kullanırız. Bu bilimler beş duyumuzla algıladığımız fiziksel dünyaya çalışır. İçinde yaşadığımız dünyayı bütünüyle anlamak için, duyularımızın algılayamadığı gizli alemi keşfedebilecek bir araştırma aracına ihtiyacımız vardır.

Kabala bilgeliğine göre realite iki güç veya nitelikten oluşur: alma arzusu ve ihsan etme (vermek) arzusu. İhsan etme arzusu vermek istediği için bir alma arzusu yaratır, bu nedenle daha yaygın biçimde kullanılan adı ‘Yaratan’dır. Bu yüzden inanca göre tüm yaratılış bu alma arzusunun tezahür(görünüm)leridir. Kabala sadece yaratılışın tasarımını öğretmez, aynı zamanda realitenin her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen başlangıçtaki tasarlayanı gibi, nasıl tasarlayanlar olunabileceğini öğretir.[1]


KAYNAKLAR :
Kabala Eğitim ve Araştırma Enstitüsü
Vikipedi
Devamını Oku »

GNOSTİSİZM




Gnostisizm


Gnostisizm, Antik Mısır ezoterizmini, Antik Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani geleneklerini, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikâtın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır.


Terim, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. (Gnosis üç bilgi türünden biridir. Diğerleri, öğrenimle öğrenilebilir bilgi “mathesis” ve ancak ıstırap çekerek öğrenilebilen bilgi “pathesis”tir.) Eski Yunan ezoterizmine göre nasıl ıstırap yoluyla ulaşılabilecek bilgiye öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa, sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye (gnosis) de ne ıstırap yoluyla ne öğrenim yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden kimileri gnostisizmi "'sezgi' yoluyla alınan 'bilgiyle kurtuluş öğretisi'" olarak tanımlar.

Gnostisizmin merkezi ve Kilise'nin tutumu[değiştir | kaynağı değiştir]
Gnostisizmin ocağı, bu felsefenin oluşumunda muhtemelen büyük rol oynamış değerli el yazmalarının bulunduğu, antik çağın en büyük kütüphanesine sahip olan İskenderiye kentidir. Buradaki okullarda M.S. 1 ve 2. yüzyıllarda okutulan gnostisizmi Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm ise Hıristiyan dogmatizmine akılcılık yaklaşımını benimseyerek karşı koymuştur. Örneğin gnostikler İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığını savunmuş ve çarmıha çakılmadığını ileri sürmüşlerdir. Gnostiklere ait el yazmaların kilise tarafından yönlendirilen yıkımlarla (İskenderiye Kütüphanesi'nin yıkımı vs.) yok edilmesinden dolayı gnostikler hakkında 20. yüzyıla dek pek fazla bilgi edinilememişse de, 1902 ile 1948 yılları arasında gnostiklere ait çok sayıda el yazması keşfedilmiş ve bunlar sayesinde gnostisizmin ilkeleri daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır.

Gnostisizmin ilkeleri

Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir.
Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir.
Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane yaşamı geçirmektedir.
Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır.
Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri ruhsal alemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğlerdir ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin insanlara verilir.

Ünlü gnostikler

Gnostisizm’in öncü öğretmenleri arasında 1. ve 2. yüzyıllarda yaşamış Valentin, Simon, Basilide, Carpocrade, Saturnin ve Marcion sayılabilir. Gnostisizm'deki temel kavramlardan biri Demiurgos'tur. Gnostik kaynakların çoğu, gizli bilgi "Gnosis" keşfedilinceye ve aydınlanıncaya kadar, dünyada yeniden doğulacağını belirtmiştir, Gnostik bilgelerin hemen hemen hepsi, reenkarnasyonu kabul eder.

1945 yılından önce Gnostisizm hakkında bilinenler, hacimli bir Gnostik metni olan Pistis Sophia ve ilk yüzyılda kilise babalarının Gnostisizme karşı söylediklerinden ibaretti, 1945 yılında Nag hammadi mağarasında pek çok antik Gnostik metni bulundu ve Gnostisizme bakış açısı önemli oranda değişti, Elaine Pagels gibi bazı bilim adamları ve Peter Gandy gibi gizem tarihi araştırmacıları, literalist Roma kilisesi kristolojisinin Gnostisizm'den türediğini söylemiştir.

En önemli Gnostik metinleri; Tomas İncili, Yuhanna'nın Gizli Kitabı, Filip İncili ve Pistis Sofya'dır.


KAYNAKLAR :
Dharma Ansiklopedi, Dharma Yayınları
Dictionary of Mysticism, Nevill Drury
Gnosticism, Dina Ripsman Eylon
Vikipedi
Devamını Oku »

HERMETİKA




Hermetika


Bu madde Vikipedi standartlarına uygun değildir. Sayfayı Vikipedi standartlarına uygun biçimde düzenleyerek Vikipedi'ye katkıda bulunabilirsiniz. Gerekli düzenleme yapılmadan bu şablon kaldırılmamalıdır. (Eylül 2013)
Hermetika ya da diğer adıyla Zümrüt Tabletler, eski Yunanlarca Hermes Trismegistus olarak adlandırılan Hermes Trismegistus’un öğretisine ait kimi metinlerin eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen addır.


Tarihçe

Bunlar, Antik Mısır'da kutsal alfabeyle yazılmış orijinal kayıtların farklı yazı biçimlerine çevrilmiş kopyalarının kısmen eski Yunanca’ya ve Latinceye çevrilmiş bölük pörçük parçalarından oluşurlar. Bu metinlerin İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş kısımlarındaki bilgilerin de, hem çeviriler sırasında hem de başka nedenlerle bir miktar anlam kaybına uğradıkları sanılmaktadır. İskenderiye Kütüphanesi'nin 5. yüzyılda Kilise tarafından yönlendirilen yıkımından sonra bu metinlerdeki bilgilerin günümüze dek korunabilmasinde, Pisagor, Platon ve eski Yunan yazarlar kadar, Ortadoğu’daki ezoterik ekollerin de büyük katkısı olmuştur. Ortadoğu’da korunan hermetik bilgiler Avrupa’ya özellikle Floransa yoluyla aktarılmış olup Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.

Timothy Freke ve Peter Gandy, Hermetika üzerine yazdıkları kitaplarında konuya ilişkin olarak şu açıklamayı yaparlar: “İskenderiye Kütüphanesi’nin 5. yüzyılda Vatikan’ca yönlendirilen yıkımından sonra, hermetika’ya ait metinlerin bir kısmı Ortadoğu’ya taşınarak Arapça’ya çevrildi. Bu bilgilerin bugüne dek korunabilmesinde Pisagor, Platon, eski Yunan yazarlar ve Gnostikler kadar bu metinleri Ortadoğu’ya aktaran Zerdüştçülük rahiplerinin ve Harran’daki Sâbiîler’in büyük rolü olmuştur. Sufilik bu metinlerden hayli yararlanmıştır. Ortadoğu’da korunan bu bilgiler Avrupa’ya özellikle Floransa yoluyla aktarılmış ve Vatikan’ın tüm müdahalelerine rağmen Avrupa’da yayılarak rönesansın oluşmasına son derece önemli bir katkıda bulunmuştur.” Kopernik, Newton gibi, dönemin birçok bilgininin bu Hermetik bilgilerden faydalandıkları veya esinlendikleri ileri sürülür.

Metinler

Hermetika, günümüzdeki haliyle şu metinlerden oluşur:

Öğretiler Bütünü (Corpus Hermeticum): Poimandres’in (Pymander) on dört vaazdan oluşmuş derlemesidir.
Mükemmel Vaiz: Asclepius’a hitap edilen metinlerden oluşur; bu Latince metinlerin orijinal hali olan Yunanca versiyonu halen kayıptır.
Hıristiyanlığın erken dönemindeki Hıristiyan rahiplerin yazdıkları metinlerdeki alıntılardan ibaret olan yirmibeş parça. Fakat Hıristiyan rahiplerin bu alıntıları yaparken sansürden geçirerek alıntıladıkları sanılmaktadır.
Yine bu dönemde yaşamış bulunan üç yazara ait üç metin: Bu yazarlar Zosimus, Fulgentius ve Iamblikos’tur (Jamblique).
John Stobaeus’un (5. ve 6. yüzyıl) yirmiyedi metni.
Bu metinlerden “Alemin Bakiresi” adıyla bilinen kısım, Horus ile İsis arasındaki diyaloglardan oluşur ki, Hermetizm’in temel ilkeleri bu kısımda açıklanır.

Hermetika’daki dizelerden birkaçı şunlardır:

Haydi dinleyin çamurdan insanlar!
Bir an düşün,
nasıl oluştuğunu ana rahminde.
Aklına getir o usta işçiliği
ve ara o sanatçıyı,
böyle güzel bir görüntüye şekil veren.
Kim çizdi göz yuvalarını?
Kim açtı burun deliklerini, kulaklarını ve ağzını?
Kim uzattı sinirlerini ve sıkıca bağladı?
Kim yaptı kemiklerini
ve etini deriyle örttü?
Kim ayırdı parmaklarını
ve düzleştirdi tabanlarını?
Kim hazırladı kalbini
ve boşluklar bıraktı ciğerlerinde?
Kim görünür kıldı güzelliğini
ve sakladı bağırsaklarını içeride?
Kaç çeşit beceri kullanıldı
ve kaç tane sanat eseri yaratıldı
oluşturmak için bir insanı?
(…) Gözlerinle görmek için O’nu,
mükemmel düzenine bak evrenin;
algıladığın her şeyi yöneten
zorunlu yasalara ve
olan ve olacak olan her şeyin
mükemmelliğine bak!
Uzayda kendine verilen yerde dolaşır her yıldız.
Niçin bütün yıldızlar aynı yolu izlemezler?
Her birinin yerini tayin eden kimdir?
Bunların yapımcısı ve sahibi olmalıdır birisi.
Mümkün değildir tesadüfen ortaya çıkmaları.
Düzen tümüyle yaratılmış olmalıdır mutlaka.
Ölçüye sığmayan sadece
ortaya çıkandır ‘tesadüfen’.

KAYNAK : Vikipedi
Devamını Oku »

HERMETİZM




Hermetizm   


Hermetizm, Antik Mısır'da yaşamış bilge Hermes Trismegistus'un öğretisidir.

Hermetizm adının sonundaki “izm” sonekine bakılarak ilk bakışta bunun günümüzdeki bir felsefi akım olduğu sanılabilirse de, felsefi bir akım değildir. Kimilerine göre Hermes Trismegistus bir inisiye idi, dolayısıyla öğretisi ezoterik bilgilerden oluşuyordu. Antik Yunan yazarlarına göre bu ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle Teb ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu. Mısır kökenli Yunanca metinlerde Hermes Trismegistus’tan maji'nin, simya'nın, astroloji'nin, astronomi'nin, tıb'bın ve bilgeliğin kurucusu olarak söz edilir. Bu metinlerde ondan “üç kere büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz edilir.

Kökeni ile ilgili varsayımlar

Murry Hope gibi kimi araştırmacılar bu öğretinin Mu Kıtası ve Atlantis’e indirilen Sirius kültürü ya da öğretisinin MÖ 16.000 yıllarında Mısır’a getirilmiş biçimi olduğu görüşündedir. James Churchward bu öğretinin özgün adının Osiris dini olduğunu ve Osiris’in MÖ 18-20.000 yıl önce Mu’da eğitilmiş bir Atlantisli bilge olduğunu ileri sürer. Churchward’a göre Osiris Atlantis’te dinsel bir reform yapmış ve reform yaptığı tek tanrılı din MÖ 16.000 yıllarında Atlantisli bilge Hermes Trismegistus tarafından Mısır’a getirilmiştir. Mısır’da Osiris’in yolu denilince bu dinin ya da öğretinin egzoterik (dış, şeriatla ilgili) kısmı İsis misterleri veya Horus yolu denilince de ezoterik (iç, yalnız inisiyelerce bilinen) kısmı anlaşılıyordu.


Hermetika[değiştir

Hermetizm hakkında bilgi veren eski metinler günümüzde hermetika ya da zümrüt tabletler olarak adlandırılır. Bunlar eski Mısır’da kutsal alfabeyle yazılmış orijinal kayıtların farklı alfabelere çevrilmiş kopyalarının kısmen eski Yunanca’ya ve Latinceye çevrilmiş bölük pörçük parçalarından oluşurlar. Bu metinlerin İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş kısımlarındaki bilgilerin de, hem çeviriler sırasında hem de başka nedenlerle bir miktar anlam kaybına uğradıkları sanılmaktadır. İskenderiye Kütüphanesi’nin 5. yüzyılda Kilise tarafından yönlendirilen yıkımından sonra bu metinlerdeki bilgilerin günümüze dek korunabilmasinde, Pisagor, Platon ve eski Yunan yazarlar kadar, Ortadoğu’daki ezoterik ekollerin de büyük katkısı olmuştur. Ortadoğu’da korunan hermetik bilgiler Avrupa’ya özellikle Floransa yoluyla aktarılmış olup Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır. Söz konusu Yunanca ve Latince çevirilerin yazarları başta Poimandres olmak üzere, Zosimos, Fulgentius, Iamblikos ve John Stobaeus’dur.


Hermetik bilgilerden bazıları eldeki metinlere göre şunlardır

Fiziksel alem süptil alemin aynasıdır.
Ezeli ve ebedi olan Tanrı, düşüncelerle anlaşılmaz.
Ruh ilahi bir ışıktır
Ruhlar yeryüzüne sınavlarla gelişim için gelirler, almaları gereken dersleri alana kadar tekrar tekrar doğarlar.
Kişiyi ölüm sonrasında vicdanı yargılar, kişinin yeryüzünde yaşarken yaptıkları unutulmaz.
Bu ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir.
Eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır.
Evrende kozmik yasalar işlemektedir.
İnsanlar kaderlerini yaptıkları iyi ya da kötü hareketlerle belirler.
İnsanlar yaşadıkları dünyayı kirletmeleri halinde dört unsurun başkaldırmasıyla karşılaşacaktır.
Yunuslar ve arslanlar diğer hayvanlardan daha gelişmiş varlıklardır.


KAYNAKLAR :
Hermetika, Ege Meta Yayınları
Dharma Ansiklopedi
Vikipedi


Devamını Oku »

MAJİ VE MİSTİSİZM





Maji ve Mistisizm

Asırlardan beri, maji ve mistisizm, rahip eğitimi veren gizli okullarda eş zamanlı olarak öğretilmiş ve ikisine de eşit derecede önem verilmiştir, çünkü bu iki felsefi bakış, Hermetik bilimde daima son derece önemli olmuştur ve gelecekte de öyle olmaya devam edecektir. Maji, maddesel planda zaman içinde gelişen bütün hermetik bilimlerin ve bu planla alakalı her şeyin içsel bir parçasıydı. Dolayısıyla, hangi bilim dalından olursa olsun, bütün teknik bilgi, rahip kastının kararıyla üstattan çırağa aktarılıyordu. Bütün bilimler, matematik, kimya, fizik, astronomi vs. hepsi majinin alanına giriyordu.
Diğer taraftan elle tutulur olmayan din, felsefe, tanrı telâkkileri, ahlak, erdem, beceriler ve her türden nitelik mistisizmin alanına düştü. O halde, Hermetik açıdan, maji mistisizmden ayrılamaz; çünkü kanunlara dayalı, nitel-maddesel bir temelin olmadığı yerde, ne yetenek, ne herhangi bir erdem ne de ahlaki görüş olabilir.

Zaman ve insanlığın ilerlemesiyle, maddi bilimler sadece kendi ilerlemeleriyle ilgilenir oldular. Artık kaba fiziksel duyularla algılanamayan ve anlaşılmak için belli bir olgunluk gerektiren enerji, madde ve tözün doğasındaki yüksek kanunlar mecburen bağımsızlaştı ve tecrit oldu.
Sonuç olarak iki çeşit bilgi alanı ortaya çıktı. İlki, entelektüel çalışma ile elde edilen fiziksel bilgi ve ikincisi, daha sübtil madde ve güçlerle alakalı, fakat sadece zeka ile algılanamayan metafizik bilgi. Metafizik bilginin geri plana düşmesinin ve son olarak, sadece gerçek üstatların ona sahip olmasının sebebi budur. Bununla birlikte, Hermetik yolu takip eden, metafizik kanunlara nüfuz etme yeteneğine sahip bir kişi, yine aynı kanunlara göre, varolan bütün bilgi dalları arasındaki mantıksal bağlantıları anlamalıdır.

Kafa karışıklığına sebep olmamak için, "metafizik" terimini daha ilerideki izahatlerimde kullanmayacağım; bunun yerine, eskiden Hermesçilerin yaptığı gibi "maji" terimini kullanacağım. Hermetik açıdan bakıldığında, maji, günümüzün genel bilimleriyle (hangi bilim dalı olduğu farketmeksizin) paralelliklere sahip, daha süptil bir doğaya sahip güçlerle, maddelerle ve tözlerle ilgilenen yüksek metafizikten başka birşey değildir. O sebeple, ne zaman bir inisiye maji hakkında konuşsa, mikrokozmos ve makrokozmostaki (yani fiziksel, astral ve mental bedenlerde bütünlük içindeki, evrende bulunan herhangi bir insan[1] (Maji ve Mistisizm - Franz Bardon)) güçlere, süptil madde ve tözlere ve onların kanun ve işleyiş etkilerine atıfta bulunuyordur.
Gerçek maji, bugünün bilimi tarafından tanınmamış daha sübtil güçlerin yüksek bir ilmidir[2] (Maji ve Mistisizm - Franz Bardon çünkü her ne kadar majinin kanunları dünyamızın resmi bilimleri ile benzerlik gösterse de, ince eleyip sık dokuyan bilimsel metotlar bu güçleri anlamaya ve kullanmaya yetmemektedir.

Maji bilimine ve onun etkililiğine dair mantıki tefekkürler ve sonuçlar, gerçek bir Hermesçiğe sadece sübtil materyal güçleri tanıtmaz, aynı zamanda onu bu güçlerin kanunlarını gezegenimizin bütün resmi bilimleriyle uyumlu hale getirme pozisyonuna sokar. Çeşitli anahtarların yardımıyla, ruhsal bilimadamı[3] (Maji ve Mistisizm - Franz Bardon) kendi ilmiyle bütün bilim dallarını büyütmeye ve genişletmeye bile ehildir. Gerçek maji bilgisi, keşfetmeye yatkın bir zekaya, teknik ve materyal ilerleme için büyük pek çok imkan sunar. Tabii ki, kişinin olgunluğu, evrensel kanunların gücünü maddi dünyaya taşıyabildiği kadar olduğu için, bu durumda, büyük bir öneme sahiptir.
Bu kitabın ileriki sayfalarında farklı analojilere ve kendini üç farklı alanda[4] (Maji ve Mistisizm - Franz Bardon) gösteren sübtil maddesel güçlerin etkilerine değineceğim. Diğer bir deyişle, maji kanunların pratik uygulanışını açıklayacağım. Bu bilgi ve bilgeliğin nasıl kullanılacağı her okuyucunun kendi amacına kalmıştır.

Bu açıkça gösterir ki, maji, maddeyle ilgilenen diğer bütün bilim dalları ile tam olarak aynı şekilde analiz edilebilecek, doğa bilimleri ile uyum sağlayabilecek, katıksız bir metafiziktir. Söylemek gerekir ki, metafizik, doğa bilimlerinin fizikî bilgisinin açılımıdır.

Mistisizmsiz maji yoktur, çünkü bu iki temel konsept birbirlerine bağımlıdır, aynı etki ve tepkisiz madde olmadığı gibi… Maji, mistisizmden ayrılmamalıdır ve ikisi de aynı zamanda ve benzer şekilde ele alınmalıdır. Hermetik, çalışmalarında maji ve mistiği; yani, nitelik ve niceliği daima aklında tutmalı ve kesin olarak niteli (örneğin madde ve özlerdeki güçler) ve niceli (örneğin vasıflar, etki ve tepkiler vs.) ayırabilmelidir. Eğer kaos yaratmak istemiyorsa, bu iki kavramı asla karıştırmamalıdır.
Hatırlayın! Maji nicelik ve mistisizm niteliktir! İlerleyen bölümlerde niceliklerden bahsettiğim zaman, daima majiyi kastetmiş olacağım. Etkilerden, vasıflardan, erdemlerden vesaireden konuşurken de mistisizmi kastetmiş olacağım. Bu, dünyanın başlangıcından beri evrensel bir kanun olmuştur ve sonuna kadar böyle olmaya devam edecektir
Devamını Oku »

TASAVVUF




Tasavvuf

Tasavvuf, sufilik, halk deyimi ile sofuluk (Arapça: صُوفِية sufiyye) (Farsça: تصوف tasavvuf) (Farsça: صوفیگری sūfīgarī), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.

Tasavvuf kelimesinin kökleri Muhammed döneminde keçi ve benzeri hayvanların kılından yapılmış çobanların giydiği üst kalın elbise, kepenekten geldiği söylenmektedir. Bu görüşün açıklanmasında peygamberin döneminde hiç bir sohbeti kaçırmayan ve İslâm peygamberinin tüm dini açıklamalarına daime katılan çok fakir bir bedevi grubu anlatılmaktadır. Bunlar işleri veya mecbur sebeplerden dolayı sohbete ve konuşmalara katılamayan diğer din mensuplarına İslam hakkında peygamberin konuşmalarını anlatırlarmış. Bunların kendilerini tamamen fiziki olarak da İslam'a ve dini yaşamaya adamaları her kesimin dikkatini çekmiştir. Belirgin özellikleri olan giydikleri keçi kılından olan üst kalın elbise nedeniyle suffa ehli (Ashab-ı Suffa) olarak anılmaya başlanmışlardır. Nitekim bu giydikleri elbise Arapça dilinde soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Yine bu görüşe göre İslam peygamberinin bahçede sohbet yaptığı etrafı açık çardak benzeri bir yapı yüzünden de tasavvuf kelimesinin türeyebileceği söylenmektedir. Zira bu yapı da soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Bu ifadeler kapsamında "tasavvuf" lafzı buralardan gelebilir denilmektedir ancak esasta kelimenin ruhani manası Kuran-ı Kerim'im "yaşama geçirilmiş hali, Kuran-ı Kerim'in tamamına inanıp onu yaşamak"[1] olarak tarif edilmektedir.[2]

Tasavvufun mistisizmin İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur. Kimilerine göre, tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler, medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denilir. Türkler arasında Tasavvuf Batı Türkistan’da çıkmıştır.[3] İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı. Batı Türkistan’daki bu ilk sufilerin bazıları, bir tarikat gütmedikleri için tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış olabiliyorlardı
Devamını Oku »

MİSTİSİZMİN TEHLİKELERİ




Mistisizmin Tehlikeleri
Aleister Crowley

Arthur Edward Waite'e sevgiyle ithaf edilmiştir

Mistisizmin En Yüksek'e «Güvenli» Yol, majinin(1) ise En Aşağı'ya Tehlikeli Yol olduğuna dair tuhaf bir düşünce ısrarla yayılıyor ve sanki giderek taraftar kazanıyor.

Bu sav hakkında birkaç şey söylenebilir. İnsan kendine tehlikesiz bir şey hiç yapmaya değer mi diye sorabilir ve kendi mutlak mahvını hedeflemiş birini hangi tehlikenin tehdit edebileceğini merak edebilir. Ayrıca, militan mistiğin şu anki el çabukluğunda olduğu gibi, tüm Maji'yi Kara Maji olarak sınıflayanların dürüstlüğüne biraz acı bir tebessümle gülümseyebilir.
Şimdi, iki yolun literatüründe de az biraz mürekkep yalamış ve her iki yoldan adeptlerinin(2) birebir açıklamalarıyla onurlanmış biri olduğunu iddia eden biri olarak inanıyorum ki ben bu iki yolu epey bir dengeye getirebilirim.

İşte majikal teori: Sonsuzluktan ilk kopuş dengelenmeli ve böylece düzeltilmedir. Demek yanılsamanın yaratıcısı «Yüce Majisyen» Yaratıcı Maya(3) ile yüz yüze çarpışmak gerekir. Fakat «eğer İblis, İblis'e karşı gelirse krallığı nasıl ayakta kalacaktır?» İkisi de yok olur: yanılsama kalmaz. Matematiksel olarak, 1 + (-1) = 0'dır. Bu yol Tarot'ta Magus'la, sayısal değeri 1 olup 0'dan ilk ayrılış olan ama Beth'e, 2'ye, Bilgelik Tanrısı Merkür'e gönderimde bulunan kartla, Maji ve Hakikatle sembolize edilir(4).

Bu Magus, hem Majisyen, hem de Liber 418'de (Equinox, No. V., Özel Ek, sf. 144) açıklanan «Büyük Majisyen» olarak çift özelliğe sahiptir.
Oysa mistiğin formülü daha basittir. Matematiksel olarak formülü 1 - 1 = 0'dır. O, denize atılan bir tuz tanesi gibidir; çözülme işlemi, elbette majisyenin temaşa ettiği dünyaların şokundan daha kolaydır. «Otur ve kendini Tanrı'nın huzurunda toz gibi hisset; hayır, tozdan da az, bir hiç olarak»; işte mistiğin yönteminin herşeye yeten basitliği. Ne yazık ki birçok insan bunu yapamaz. Yapamadığınızı ısrarla dile getirdiğinizde mistik, büyük ihtimalle size sadece omuz silkecek ve yüzünü başka tarafa çevirecektir.

Bu yol Tarot'ta, aynı zamanda hem Mistik hem Sonsuz anlamına gelen «Abdal» kartıyla sembolize edilir(5).

Bu sorun bir yana, formül hiç bir şekilde göründüğü kadar basit değildir. Mistik, «Tanrı»nın gerçekten «Tanrı» olup O'nun suretini maske edinmiş kötü bir cin olmadığına nasıl emin olacak? Örneğin elimizde Huss'u(6) «Tanrı»sına kurban eden Gerson var; mistisizmle basit bir hobiden öte ilgilenmiş modern bir gazetecinin «Mistik hayat en yüksek seviyesinde inkâr edilemez biçimde bencildir» demesi var. Yine bir başka yazıda bahsedilen, Evren'i eleştirmeyi sonunda bırakıp, «Sadece Jock ve ben kurtulacağız ama Jock hususunda o kadar emin değilim,» diyen yaşlı bir bayan, doksan dokuz yaşında olduğu halde sözde telif hakkının sözde ihlalini ağzından köpükler saçarak karşılayan bir başkası ve yine onun kadar hassas olup adının bu satırların yazarınca anılmasıyla sara nöbeti geçiren bir örnek var; eğer bunlar gerçekten de Tanrı'yla «birleşmiş» ya da Tanrı'nın «içinde erimiş» kişilerse, nasıl bir Tanrı bu?

Galatalılar'da(7) anlatılır ki Ruh'un meyveleri barış, aşk, neşe, sabır, nezaket, iyilik, itikat, uysallık, ölçülülüktür; başka bir yerde ise «Onları, meyveleri sayesinde tanıyacaksınız» denir.
Bu durumda kötü işlerde bulunan bu kişilerin ya sahtekâr olup kesinlikle aydınlanmamış olduklarını ya da şeytanla bir olduklarını düşünmeliyiz.

Bunlar, Liber 418'de (Equinox, No. V., Özel Ek, sf. 119 ve devamı) derinlemesine işlenen «Sol El Yolu Kardeşleri»dir(8).

En önemli alametleri kendilerini özel saymalarıdır. «İnsan biziz.» «Tek yol bizimkidir.» «Bütün Budistler günahkardır». Spiritüel kibrin çılgınlığı.

Majisyen bu korkutucu kibir batağına mistik kadar kolay düşmez; o kendi dışındaki şeylerle ilgilidir ve kibrini düzeltebilir. Gerçekten de o sürekli olarak Doğa tarafından düzeltilir. O, Yüce Majisyen, [bilir ki] dört dakikada bir mili koşamaz! Mistik münzevi ve dışa kapalıdır, sağlıklı mücadeleden uzaktır. Oysa bizler okul öğrencileriyiz, kafamız şiştiğinde futbol sahası bizi bekler. Mistik bir engelle karşılaştığında 'mış gibi yapar'. Bunun «sadece yanılsama» olduğunu söyler. Bir morfin bağımlısının mutluluğuna, bir felçlinin kuruntularına sahiptir. Bir gerçekle yüzleşecek gücü yitirir, kendi hayal gücünden beslenir, kendi kendini aydınlandığına ikna eder. Bu konuyla ilgili kendine muhalefet edildiğinde, küser, kinci ve garazlı olur. Eğer Bay X'i eleştirirsem feryadı basar ve beni arkamdan vurmaya çalışır; eğer Madam Y'nin pek de Azize Teresa olmadığını söylersem, öyle olduğunu göstermek için bir kitap yazar.

Böyle insanlar tıpkı Milton'ın(9) daha az tehlikeli türden ruhsal rehberler için yazdığı gibi: «şişmiştir içleri yelle, solurlar leş buğuları, çürümüştür içleri, saçarlar kötü kokuları,»
Bunların sefil takipçileri ve taklitçileri içinse sıfatlar kifayetsiz kalır. Bütün evren onların «ahmak yüzlerini yansıtan bir ayna»dan başka bir şey değildir; Sir Palamedes'in(10) aksine, ona sadece hayran olurlar. Ahlaksal ve ruhsal Narsisler(11) olarak yanılsama sularında yok olurlar. Napoli'de avukatlık yapan bir arkadaşım bana bu kendine hayran olmanın bittiği yer hakkında birçok tuhaf hikaye anlattı.

Kötülüğün işleyişindeki incelik kendini özellikle neofitlerin(12) Kara Biraderler(13) tarafından yakalanma yöntemlerinde gösterir. Abartılı bir hûşû, konuşmada bir ağda, anlamsız ata sözleri ve kirli tapınağın üstünde sahte bir kutsallık perdesi. Ustalıklı taklit kendini asalet, kafası karışık ortaçağcılık derinlik gibi gösterir; laf ebeliği uzmanlık sayılır, tılsımlar fazilet timsali ukala Farisi'nin artar hımmm'larıyla(14).

Bu tavra, bütün insani erdemlerden yoksun olma eşlik eder. Majisyenlerin en üstünü, insanlık kapasitesi içinde hareket ederken, bir insan nasıl davranmalıysa öyle davranır. İyi kalpliliği ve duygudaşlığı öğrenmiştir. Diğerkamlık sık sık giydiği bir kıyafettir. İşte mistik, bundan yoksundur. Aşağı planları(15) yukarı planlara çekmeye çalışırken, bir majisyenin asla yapmayacağı bir hatayı yapar, aşağıyı ihmal eder.

Rahibe Gertrude ne zaman bulaşıkları yıkama sırası ona gelse çok özür dileyerek tam o anda ilahi bir törenle Kurtarıcı İsa ile nikahlandığını söylerdi.

Yüzlerce mistik kendilerini tamamen ve sonsuza kadar kapatıyor. Toplumu yalnızca refah üretme kapasitelerinden değil, sevgilerinden, iyi niyetlerinden ve en kötüsü bir örnekten ve ilkelerinden mahrum bırakıyorlar. İsa, kariyerinin doruk noktasında müritlerinin ayaklarını yıkamaya zaman bulmuştu; bütün planlarda bunu yapmayan herhangi bir Üstad, bir Kara Birader'dir. Hindular, bir insan ve vatandaş olarak görevlerini layığınca yerine getirmeden «Sannyasi» (bizim münzeviye benzer) olan hiç kimseyi onurlandırmazlar. Cinsel perhiz ahlak dışıdır ve bu kişi Yol'daki en büyük zorluklardan birinden hileyle kaçmaktadır.

Aşağı planların zorluklarından kaçanlara dikkat edin; çünkü büyük ihtimalle yüksek planların zorluklarından da kaçıyorlardır.

Yol'un kendine has tehlikelerini yazmaya yerimiz yetmez: her öğrenci, her adımında kendi kişisel zaaflarını yansıtan tahriklerle karşılaşır. Ben bu yazıda yalnızca yolun bir parçası olup onun doğasına içkin tehlikelerden bahsettim. Bir an için bile en zayıftan yoldan geri dönmesini veya çıkmasını istemiyorum, ama en güçlüden şu doğru şeyleri uygulamasını istiyorum: Öcelikle, hem bakış açılarında hem de yöntemde şüpheci ve bilimsel bir tavır; ikincisi, bir atletin ve kaşifin anladığı anlamda sağlıklı bir hayat; üçüncüsü, insanlarla içten dostluklar ve hayata, işe ve ödevlere adanma.
Bir gram düzgün gururun, bir ton sahte alçakgönüllülükten daha iyi olduğunu aklından çıkarmasın. Bir gram düzgün alçak gönüllük, bir gram düzgün gurura eşit olsa da çalışan birinin ikisiyle de uğraşacak zamanı yoktur. Ayrıca İsa'nın «Tanrı'yı bütün kalbinle, komşunu ise kendinmişçesine sev» yasasını hatırlasın.[1]

Notlar

1- Maji - yüksek büyü, havass, sihir
2- Adeptler - Üsta Majisyenler, Üstatlar
3- Uzak Doğu felsefesinde yaşam ve dünyada fani olan herşeyin kökeni
4- Magus veya Majisyen, ikinci Tarot karttır çünkü O sayılı kart ondan önce gelir (en azından Altın Şafak Tarot dizişinde), tekabül ettiği gezegen Merkür ve harf "B"dir.
5- 0 sayılı Arkana Major (Büyük Sır) Tarot kartı Abdal/Aptal aslında Altın Şafak Tarot dizilişinde en yüksek konumda mistiktir
6- Jean Charlier de Gerson (1363-1429) verdiği kararla Katolik Kilise namına din reformcusu Jan Huss'in (1369-1415) aforoz edilip diri diri yakılmasına neden olmuştu.
7- İncilin sonlarında Tarsuslu San Pol'un Galatalılara verdiği bir vaaz.
8- Sol El Yolu - Yaygın olarak yanlış kullanılan bu okült tabirin kökeni Tantrik Vama Marg'dan kaynaklanmaktadır. Sağ El Yolu, Ananda Marg özellikle cinsel yoga ile ilgili Tantrik uygulamaları sembolik olarak uygulayan riyazet ve cinsel perhize dayayan bir yoldur. Vama Marg ise cinsel enerji ile en yüksek mistik birleşmeyi ve diğer Tantrik hedefleri tamamlamaya çalışır. Burada "sol" kundalini kanalının solundaki dişi (aysal pranayı taşıyan) kanalı, dişi enerjiyi ön plana aldıkları için kullanılır. Ancak özellikle püriten Teosofistler tarafından Sol El Yolu, şer güçlere dönük kara büyücüler için kullanılmıştır. Bunun sebebi kurucuları Blavatsky, cinselliği hayvansal bir dürtü ve Tantra'yı şer ve karanlık bir yol olarak değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bu tuzağa en son düşmesi gereken Crowley de düşmüş ve bu terimi teknik açıdan yanlış şekilde kullanmıştır.
9- John Milton (1608-1674) Ünlü İngiliz şair.
10- Sir Paramedes Sarasen (Müslüman) Şövalye - Aleister Crowley'nin kısa hikayelerinden biri. Sir Palamedes, efsaneye göre Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçip Kral Artur'un şövalyelerinden biri olmuştu.
11- Narsis - Mitolojide suda kendi yüzünü görüp aşık olan genç. Aşk tanrıçasını reddettiği için cezalandırıldı.
12- Neofit - Latince yeni başlayanlar. Altın Şafak cemiyetinde ilk giriş derecesi. Okült çaylak, çırak.
13- Kara Biraderler - Daha çok Dennis Wheatley gibi kara büyü ve fantastik türü romancıların anlattıkları şer güçlere adanmış bir kardeşlik.
14- Aleister Crowley isim vermezse de diğer yazılarından anlaşılıyor ki her zamanki gibi Artur Edawrd Waite adında Mistik, Hermetik, Simya, Masonluk vs. edebiyatında bir sürü eser çıkarmış bir Altın Şafak üyesini eleştirmekte.
15- Planlar - okült edebiyata yaşadığımız ortam fizik planı veya alemidir. Bunun dışında gözle görülmeyen planlar vardır. Fizik planın üst bölümü eterik plandır. Ondan sonra insanın duygusal şuur alanını içeren astral plan, zihinsel şuur alanını içeren mental plan, ruhsal şuur alanını içeren ruhsal plan vs. vardır. Üst planların titreşimleri yüksekti alt planların titreşimleri düşüktür. Bu konuda özellikle Teosofistler bir sürü inceleme yapmıştır.

KAYNAKLAR :
http://www.hermetics.org/Crowley1.html
Devamını Oku »

19 Ocak 2016 Salı

MİSTİSİZM




Mistisizm

Mistisizm, Yunanca μυστικός (mystikos) yani Eleusis Gizemlerine "katılan kişi" (initiate) ve gizemlere katılım anlamına gelen μυστήρια (mysteria) terimiyle ilişkilidir. Sözcüğün kökeni hakkındaki görüşlerden biri Yunanca'da dudak ve gözleri kapamak anlamına gelen mueinden geldiği yönündedir.[1] Ancak günümüzde mistisizm sözcüğü Eleusis gizemlerinden daha çok Neoplatoncu manevi gerçek veya Tanrı ile doğrudan deneyim, sezgi veya içe bakış yoluyla özdeşleşme veya yeni bir idrak düzeyine varma anlamında kullanılmaktadır. Bu deneyim yoluyla bilgeliğe ulaşılır.
Devamını Oku »

15 Ocak 2016 Cuma

ANİMA MUNDİ



Anima Mundi

"Dünya ölü bir beden değildir..."

Ortaçağ'da yaşamış bir simyacı olan Basilius Valentinus’un Yerküre’nin kendi başına canlı bir varlık olduğunu dile getiren bu sözü Anima Mundi’nin (Dünya canı) var olduğunu savunan birçok okültist düşünceyi özetleyen bir sözdür. Dünya’nın canlı bir varlık oluşu kavramı 19. yy.’dan itibaren teozoflarca da benimsenmiş ve bu kavramdan yol çıkan yazarlarla “kutsal coğrafya” konusunun yeniden gündeme gelmesi sağlanmıştır.

Okültizm Dünya gezegenini bir insan bedeni gibi ele alır. Nasıl insan bedeninde çeşitli dolaşım ve sinir sistemleri varsa, yerkürede ve hatta kozmozda da böyle dolaşımlar ve içinde bir tür tesir akımlarının aktığı kanal sistemleri vardır. İşte mistik, okült ve psişik terimlerle ifade etmek gerekirse, yerkürenin organlarını, çakralarını, akupunktur meridyenlerini, bunlarda dolanan seyyal (akışkan) akımları ve psişik-inisiyatik merkezlerin konumlarını konu alan coğrafyaya "kutsal coğrafya" denir. Batılı okültistlere göre yerküre aynen insan vücudundaki kan damarları ve sinirlere benzeyen enerji kanallarıyla örülü durumdadır. Okültizme göre, peygamberlerin ve kimi mistiklerin spiritüel temaslarının hep dağlarda olması rastlantı değildi ve ley hatlarını konusunda uzmanlaşmış bazı eski uygarlıklar tapınaklarını ve kutsal merkezlerini rastgele yerlerde değil, bu hatlar üzerinde, özellikle bu hatların kesiştiği kavşak noktalarında kurmuşlardı.

John Mitchell Atlantis’in görünümü adlı kitabında şöyle der:

“Dünya tarih-öncesi mühendislik çalışmalarının yapıtlarıyla dolu (...) Dağlarda, yaylalarda, ormanlarda, çöllerde hatta deniz altında bulunan büyük taş harabelerin birbirleriyle bağlantılı oldukları anlaşılmaktadır. Eski zamanların bilgelerine göre Dünya canlı bir yaratıktır. Onun da gövdesi canlı yaratıklar gibi bir sinir sistemiyle kaplıdır ve sinirler bir enerji alanına bağlıdır. Dünyanın sinir merkezleri akupunktur iğnelerinin batırldığı noktaları andırmaktadır. Bunlar üzerinde tapınaklar, kutsal yapılar yapılır, yapılar kozmik bir düzen içindeki mikkrokozmoslar gibi düzenle yerleştirilirdi.”

Ley araştırmacılarına göre bu hatlarda ya da kanallardaki enerji dolaşımı akupunkturda bilinen biyoenerji dolaşımını andırmaktadır. Bu kanallarda akan enerjiye "telürik enerji" denir. Çin geleneğinde ley hatlarına ejderha çizgileri ve bu hatlarda dolanan güce Ch’i gücü denir. Kutupsallık gösteren bu güç, insan bedenindeki kanallarda nasıl akıyorsa, yerküredeki kanallarda da öyle akar. Çin’de yerkürenin bu kanallarındaki gücü konu alan ve halen uygulama alanı olan bu uzmanlık alanına feng-shui adı verilir. Çin’de ve Uzakdoğu’da uygulanan feng shui’ye göre bina sağlık verici olumlu enerjiyi yeryüzündeki dragon çizgilerinden alır. Bina öyle bir yere kurulmalıdır ki üzerinde kurulduğu topraktan akan “enerji nehri”, olumlu bir akışa ve yaşamsal berekete sahip olmalıdır.Feng shui’ye göre bu sağlandıktan sonra sağlık ve huzur getirecek ayrıntılar evin yapıldığı malzeme, kapısının açıldığı yön, içindeki eşyalar, suyun ateşin ve odaların şeklidir. Feng shui, cansız nesnelerin, mobilyaların ve dünya toprağının canlılara etkisini en uygun hale getirmeye çalışır. Feng shui uzmanlarına danışılmadan saray veya ev yapılmazdı. Günümüzde bile Çin evlerinde (pagoda) ley hatlarının yayılma biçimi olan ‘güneş ışınları tarzındaki yayılma halen görülebilir. (Bu tarz yayılma Moğol obalarında da görülür.) Feng Shui o denli ciddiye alınır ki, dünyanın en yüksek gökdelenlerinden Taipai 101‘e doğrudan gelen caddenin yaratacağı olumusuz enerji akışını dengelemek için mimarlar binanın önüne su çeşmesi ve havuz yaptırmıştır.

Okültistlerce vaktiyle dile getirilmiş ve skemb hatları,geomantik koridorlar, jeodetik çizgiler gibi çeşitli adlar verilmiş bu hatları Batı’da yeniden gündeme getiren kişi Alfred Watkins olmuştur. Bunlardan The Old Straight Track adlı kitabında söz eden Watkins keşfettiği bu hatlar için 1920’li yıllarda “ley hatları” terimini kullanmıştır.

Britanya’daki eski yollar üzerinde çalışmalarda bulunan amatör arkeolog Watkins, bir gün dikili taşların, kutsal binaların ve eski çağlardan kalma birçok yapının hep aynı doğru üzerinde yer aldığını farketti. Çalışmalarını sürdürdüğünde şunu keşfetti:Eski patikalar, kurganlar, höyükler, kutsal yapılar, tarih-öncesinden kalma dikilitaşlar rastlantıyla açıklanamayacak bir şekilde kilometrelerce uzanan çizgiler oluşturacak tarzda, aynı doğrular üzerinde bulunmaktaydı. Bunun bir rastlantıdan ibaret olduğunu ileri süren matematikçiler, bunu kanıtlamak için formüller hazırlayıp bilgisayarda sınamışlar, fakat sonuçlar rastlantı olasılığının çok düşük olduğunu ortaya koyunca şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Örneğin 50 km.’den fazla olmayan aralarla sıralı 7 noktadan geçen bir ley hattında rastlantı olasılığı binde birdi.

Watkins’e göre eski uygarlıklar yapılarının yanısıra ana yollarını da ley akışları üzerine kurmuşlardı. Ley hatları bilgisiyle hareket etmeye başlayan Watkins modern haritalarda görünmeyen toprak altında kalmış eski yapıları da keşfetmeyi başardı. İlk kitabını 1925’te yayımlamışsa da konu ancak 1960’lı yıllarda güncel hale gelmiş, bu yıllarda “Ley avcısı” adlı bir dergi yayımlanmaya başlamış ve nihayet Cambridge’te Jeomantik Araştırmalar Enstitüsü (Institute of Geomantic Research) kurulmuştur.

Watkins hatların bazı yerlerde bir merkezden çıkan güneş ışınları gibi yayılmalar gösterdiklerini, bazı yerlerde ise tren rayları gibi paralel uzandıklarını saptamıştır. Ona göre, bu hatlar bataklıklarda ve uçurumlarda bile kesintiye uğramadan devam etmektedir.Ley hatları ilk kez dikili taşlar yoluyla Britanya’da gündeme gelmişse de, sonradan dünyanın pek çok yerinde ley hatlarını belirten işaretleme sisitemlerinin bulunduğu anlaşılmıştır.

Ley hatlarında dolanan güç, insanların bozucu yapılaşmasıyla bozulabilmektedir; bu gücün yapay müdahalelerle bozulduğu takdirde ortaya çıkan olumsuz etkilere Batılı radyestezistler kara akım adını verirler. Sözkonusu güç, elektriksel ve manyetik alanlarda olduğu gibi, pozitif ve negatif olarak belirtilebilecek ikili bir kutupsallık göstermektedir. Bu güç dengeli bir şekilde dolandığında canlılar üzerinde şifa verici bir etki yapmakla birlikte, akışının dengesi yapay müdahalelerle (gelişigüzel yerlere bina yapma, madencilik, yol yapımı çalışmaları vs.) bozulduğu takdirde olumsuz etkiler de ortaya çıkabilir. Nasıl insan vücudundaki biyoenerji akımı yanlış odaklandığında, tıkanıklığa uğradığında, yani dengesi bozulduğunda birtakım olumsuz etkiler yaratıyor ve bazı hastalıklara neden oluyorsa, ley hatlarındaki güç de, aynı şekilde, yer yüzeyinde yanlış odaklandığı veya bir yerde sıkışıp kaldığı takdirde, o bölgede olumsuz etkiler yaratmaktadır. Radyestezistler böyle yerlerde yüzeyde genellikle asitli bir toprak tabakasının oluştuğunu bildirmektedirler.
Devamını Oku »

ORTAK AKLIN İZLERİ



Ortak Aklın İzleri

Prof. Mvr. Beyan Kardiç

Somutlaştırma

İnsanın birçok özelliği vardır. Ancak insanı farklı kılan onun manevi yönünün olmasıdır. İnsanın hayatını şekillendiren onun manevi yönüdür. Çoğu hareketimiz aslında bilinçsizce gerçekleşmektedir. Ortaya koyduklarımız, manevi birikimimizin somutlaştırılmasından ibarettir. Mesela, ölen bir kişiye neden mezar yapılır? Biz bunu bilmeyiz, bu bize maneviyatımızın yaptırdığı bir şeydir. Orada o kişinin anısı somutlaştırılmaktadır. Bir mezar taşının bile simgebilim dünyasında derin anlamları vardır. Bu yüzden simgeler bize çok şey anlatır. Ortaya koyduğumuz sanat eserleri, yapıtlar ve daha nicelerinin arkasında bir saik vardır ve o saik bize maneviyatımızın gönderdiği simgelerin eseridir. Bundan dolayı bir ressama, bu resmi neden şu şekilde değil de bu şekilde yaptın demek mantıksızdır. Çünkü kelimelerin kifayetsizliğinin kanıtıdır bazı şeyler… Bu yüzden insanoğlunun oluşturduğu çoğu şey, içteki o gizli birikimin somutlaştırılması, dışa vurulmasıdır.

Aidiyet

Kişileri etkilen en önemli unsurlardan birisi de aidiyet duygusudur. İçinde bulunulan toplum, aile, cemiyet gibi kişi birlikleri bazı durumlarda insanları öylesine etkilerler ki, onların iradesinin üstünde bir üst irade oluştururlar. Dolayısıyla “hür düşünce”den bahsedildiğinde, aslında çok sınırlı bir alandan bahsedilmektedir. Şairler, mimarlar, yazarlar çoğunlukla ait olduğu topluluğun üst iradesinin etkisindedirler ve bu üst iradenin izlerini eserlerine yansıtırlar.

Simgeler

Simgeler simge bilimde ipuçlarıdır. Yapıtlara veya yapılara hâkim olan üst iradeyi ele verirler. Bu manada simgeler haindir, oyunu, niyeti ve gerçeği yansıtır. Yapıtları ortaya koyanların özgür olmadığı, maneviyatının ve aidiyet duygusunun esiri oldukları gerçeğini simgeler ortaya koyar. Başka bir anlatımla simgeler zihin kodlarının somut âleme yansımasıdır. Bu yüzden gerçek hem gün gibi ortadadır hem de gizlidir; hem göz önündedir hem de dikkat çekmemektedir. Gerçekler, bu yönüyle, güneşi satan adam hikâyesindeki güneşe benzerler. Fark etmezsiniz ama hep karşınızda durur.

Sırlar Öğretisi

Evet dostlar, buraya kadar kısa kısa bilgiler vermek ve teorik boyutu özetlemek durumundaydık. Bilmekteyiz ki, okuyucular bizden “aksiyon” beklemektedirler. Ancak bizim “aksiyonumuz” içi boş, teorisiz, reflekse dayalı bir kavram değildir. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız bazen bazılarının binlerce yıldır içinde tuttuğu gizin iz düşümleri, bazen de kendi gerçeğimizdir. Şüphesiz bunu teorisiz yapmak savunduklarımıza ihanet etmektir. Çünkü tüm bu teorik kısımla ulaşılmak istenen amaç, bazılarının ortaya koydukları yapıt veya yapıların ne kadar “biz”den olmadıklarının ve ne kadar içlerinde sakladıkları sinsi duygularının eseri olduklarının gösterilmesi değildir. Aksine sırlar öğretisinin amacı bir “özgüvensizlik” operasyonuna tabi tutulan büyük bir ulusun izlerinin ne kadar kalıcı olduğunu ve söylenilenin tam aksine ne kadar “aslî” olduğunu göstermek olmalıdır. Sırlar öğretisi bu yönüyle aslında gerçekleri aramaktadır ve “fırka-i hakikât”in hizmetindedir. Sırlar öğretisi etkinin karşısında “tepki” olarak konumlandırılırsa “öğreti” olma özelliğini yitirir. Dolayısıyla bu öğreti yoluyla uyutulmuşları uyandırmak, büyük uyanışı sağlamak amaçlanmaktadır. Büyük uyanışı özleyenlerin ve kendine dava edilenlerin süreci meşakkatli bir süreçtir. Çünkü zahirî olanın gerçek olmadığını iddia etmek güç, ispatlamak ise sancılıdır.

Görecelilik

Etrafımıza bakıyoruz, gördüklerimizin ne kadar izafi (göreceli-rölatif) olduğuna ise hiç dikkat etmiyoruz. Işık çok yatay bir açıdan vurduğunda küçük bir biblonun gölgesinin nasıl bir dev olduğunu düşünmüyoruz. Işık tepeden vurduğunda kocaman bir gökdelenin gölgesinin ise ancak birkaç metre uzunlukta olabileceğini aklımıza getirmiyoruz. Buradaki ışık oyununu yapanlar gerçekleri gizleyenlerdir. Bunlar kendilerini olduklarından kat kat büyük gösterip gerçeklerin üstünü örtenlerdir. Bu şekilde, bir biblo bile bir gökdelenden büyük gösterilebilmektedir.

Türkiye'de yapılan da yıllardır budur. Küçük, örgütlü, niteliksiz azınlık ve cemaatler bu topluma ve hatta dünya uluslarına tahakküm etmekte, her tarafa izlerini bırakmaktadırlar. Buna bizler bilinçli veya bilinçsiz olarak izin vermekteyiz. Bu hadisenin içinde suçlu aramak hatadır. Çünkü güç boşluğu elbette bir şekilde doldurulacaktır. Bu, genelde örgütlü azınlığın örgütsüz, ailesiz, çoğunluğa hükmetmesi şeklinde gerçekleşir, ki kimileri de buna “demokrasi” adını takmakta ve durumu meşrulaştırmaktadır. Ne demokrasi ne de insan hakları bize anlatılanlar ile örtüşmektedir. Şu an yapılmakta olduğunu iddia ettiğimiz şey, insanların bilinçaltlarında yatan ve onlara yön veren manevî boyutlarının “format”lanmasından ibarettir. Göz bağcıların bu yolla kendi kültür, sanat, estetik, ahlak anlayışlarını ailesiz ve örgütsüz çoğunluğa dayattığını söylememekteyiz. Zira yapılmak istenen bu değildir. Yapılmak istenen bu değerlerin tahrip edilmesidir. Bu yolla güç boşlukları yaratılacaktır (kaotik nizamdan daha önce bahsetmiştik). Bilim, sanat ve estetikte, ahlakta boşluk yaratılacaktır. Kesinlikle kendi anlayışları bizlere dayatılmayacaktır. Başkalarına dayatılan bizlere dayatılacaktır. Planlar bittiğinde ise birileri her yerde izlerini bırakmış olacak ve niteliksiz insan kitlelerini onların kontrolünde olan ama “demokratik” hükümetlerle yönetiyor olacaklardır.

Gizemi Görmek

İz bulmak bir sanattır, iz bulmak korkutucudur. Birileri bir yerlere kendi izlerini bırakmaktadır. Bu, bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak yapılır. Bilinçli olarak yapılır çünkü, bunu yapanlar bir yerlere damga vurmak isterler; bilinçsiz olarak yapılır, çünkü bazı duygular içlerinde o kadar yer etmiştir ki, farkında olmadan kendilerine ait sembolleri bir yerlere koyuverirler. Bizler de bunu yaparız. Yaptığımız da olmuştur. Eğer ortada haince bir plan varsa, bu plan “var olmamıza” karşı bir plandır. Zihin kodlarımız çözümlenmekte, ahlakî değerlerimizle oynanmaktadır. Zihin kodları yüzlerce yıllık bir ortak aklı ifade etmektedir. Bu “ortak” akıl bizim, şiirimizde, görünümümüzde, romanımızda, yapılarımızda, kısacası “biz”in olduğu her mecrada varlık göstermektedir. Eğer “yok olmak” varlığın anlamsızlaştırılması ise, öldürmek yok edici değildir. Önemli olan izlerin ve değerlerin silinmesidir. Atalarımız, birbirinden belki de habersiz olarak, farklı farklı yerlere aynı izleri bırakmıştır. Başka bir deyişle “bizim” olana “biz” mührü vurulmuştur. Yüzlerce varlık kanıtımızdan birisini de “sekiz köşe” oluşturmaktadır. Bursa'daki Koza Hanı Mescidi sekiz köşe üzerinde yükselmektedir. Yine İzmir'de Konak Meydanı'ndaki cami sekiz köşelidir. Bursa Ulucami'deki çeşmeler sekiz köşelidir. Birçok padişahın resminde bir yerlerde sekiz köşeli yıldız görülmektedir. Konya Ereğli'de Karabaş Veli Külliyesi, Beyşehir'deki eserler, Bergama'da Şadırvanlı Cami, Antalya'da Ömer Paşa Cami, hat sanatının eşi bulunmaz örnekleri ve daha niceleri “sekiz köşe” ile mühürlenmiştir. Konya'da, Antalya'da, İzmir'de Bursa'da her yerde “iz” bırakılmıştır. Bu izler ulusumuzun varlığının kanıtıdır. İşte ışık oyunu ile bizim için “barbar” ve “göçebe” tanımlaması yapanlara küçücük kanıtlardır bunlar. Daha yüzlerce “iz” sayısız eserin üzerinde, binlerce şiirin, türkünün içinde durmaktadır. Ancak garip olanı bunların bizden gizlenmesidir.

Oyunu bozmak, ezberi bozmaktır ve zor bir iştir. Ancak bu ulus tarihin birçok noktasında oyunu görmüş ve bozmuştur. Bu sefer asıl hedef, zikrettiğimiz “bilinç”tir ve sahte bilgiler üzerine yeni bir “ezber” kalıbı oluşturulup özgüveni olmayan insanlar yaratılmaktadır.

Ezber bozmak, haince oynanan oyunu bozmaktır. Önüne çıkan her taşı toza çevirmiş ve her yokuşu yüksek debisi ile ikiye bölmüş bir nehir gibi olan bu ortak akıl ise “büyük uyanış”ın teminatıdır. Şimdi sen de bu ortak akla katılmak mı istiyorsun? O zaman “iz”leri takip et. Dağa taşa vurulmuş her mühür yol göstericindir.

Devamını Oku »

Yukarı Git