BİLİM VE TEKNOLOJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİLİM VE TEKNOLOJİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2018 Çarşamba

ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI








'ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI' adlı yazıdan


Günümüzde ses dalgaları ve bitkiler arasındaki ilişkiyi ele alan çalışmalar 'biyoakustik' adı verilen çalışma alanında yapılan deneyler ile birlikte yürütülmektedir.Bitkilerin birbirleriyle kimyasal madde ve ses dalgaları aracılığıyla iletişim kurabiliyor olmaları bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir mi?
Elbette bunun için öncelikle bu fenomenlerin bilimsel yöntemlerle ele alınabileceğini düşünebilen açık fikirli bilim insanları gereklidir.Bunlardan biri Batı Avustralya Üniversitesi'nden Monica Gagliano'dur.Gagliano, biz insanların doğanın bize sundukları konusunda aşırı korumacı olduğumuzu ve kendimizi kapalı bir kutudaymış gibi sınırlandırdığımızı,aslında doğanın bize kullanabileceğimiz birçok şey sunduğunu belirtmektedir.California Üniversitesi'nden Richard Karban,son 15 yılda elde ettiğimiz bilgilere göre bitkilerin kendi aralarında kurdukları iletişimin eskiye oranla daha fazla kabul edilebilir olduğunu dile getirmektedir.

Yine Karban'a göre uçucu organik bileşikler (VOCs: Volatile Organic Compounds) ilk kez bitki bilimciler Jack Schultz ve Ian Baldwin tarafından 1980'lerin başında teorik olarak öne atılmış ve bugün bu uçucu bileşiklerin bitkilerin kendi aralarındaki iletişimlerde kullanılıyor olduğu kanıtlanmıştır.Gagliano'ya göre bitkilerin kökten-köke meydana getirdikleri alarm sistemleri, ekosistemi yani ağaçların oluşturduğu ormanı birbirine organik olarak bağlamaktadır.Gagliano, bu internet benzeri ağın,mantarlar aracılığıyla gerçekleşmesinin mümkün olduğunu ve ayrıca bitkileri birbirine bağlayan bu ağ yoluyla akustik sinyallerin de gönderilebileceği bilgisini vermektedir.

Radboud Üniversitesi'nden Josef Stuefer'e göre de bitkiler kendi aralarında bir iletişim şebekesi oluşturabilmekte ve hatta bitki virüsleri bu ağı kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmektedir.
British Columbia Üniversitesi'nden Orman Ekologu Suzanne Simard ise yaptığı bilimsel araştırmada ilginç sonuçlara ulaşmıştır.Simard'a göre ormanda yer alan yaşlı ve dev ağaçlar daha genç ve küçük ağaçlara mantarların bizzat oluşturduğu bir ağ aracılığıyla bağlanabilmektedir.Bu dev ağaçların olmadığı ortamlarda ise çok sayıda fide ve ağaç bile bu iletişimi verimli olarak sağlayamamaktadır.

Simard, dev ağaçların tüm bitki ekosistemini bu ağlar aracılığıyla yönetebiliyor olabileceğini de düşünmektedir. Simard'ın son araştırmasına göre ormanda bir bölgede dev bir ağaç (ana ağaç diye tanımlıyor) kesildiğinde,ardından daha genç ağaçların dayanıklık kat sayılarının azaldığını tespit etmiştir .

Dr. Grace Augustine ise ağaçların kökleri arasında nöronlar arasındaki sinapsların yaptığı türden
bir çeşit elektrokimyasal iletişimin olabileceğini belirtmiştir .Şamanlar için en önemli ögelerden biri olan ve kültürümüzün derinliklerine kadar işlemiş olan hayat ağacı veya dünya ağacı motifine bir de bu gözle bakabilir miyiz?

Şamanların ruhsal veya göksel yolculuklarında kullandıkları,üst, orta ve alt dünyaları birbirine bağlayan hayat ağacının kökeni acaba aktarılan bu bilimsel fikirlerde aranabilir mi?

Hayat ağacının kökeni ormanları yöneten dev ve yaşlı ağaçlar mıdır? Yoksa şamanlar hayat ağacına ruhsal olarak tırmanmıyorlar da bu dev ağaçların diğer ağaçlarla gerçekleştirdikleri
elektrokimyasal iletişime mi ortak oluyorlar? Veya şamanlar bu iletişimi bir şekilde algılayabiliyorlar mı? Kamlar bu elektrokimyasal ağa sindirdikleri bazı özel mantar ve bitki türleri aracılığıyla,onların zihinsel etkisiyle bağlanıyor olabilirler mi?

Öyle görünüyor ki,şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik ve biyokimya gibi bilim dalları bulunmaktadır.Gagliano'nun şu sözleri tam da bu noktada önem kazanmaktadır:

“Şamanlar bitkilerin seslerini duyabildiklerini ve bu sesleri öğrenebildiklerini söylerler.Belki de bizim daha önce dikkat etmediğimiz noktalara önem verdiler.Bu gerçekten ilgi çekici.Biz bu bağlantıyı kaybetmiş olabiliriz fakat bilim günümüzde bunu yeniden keşfetmek için çalışıyor.” . Bugün özellikle Orta Asya'daki Türklerin yaptığı 'kömey (khöömei)' denilen gırtlak müziğinin
kökeninde şamanizmin olduğu düşünülebilir mi? Şamanların bu sesleri doğayı dinlemek,onu dillendirmek amaçlı yaptıkları düşünüldüğünde onların doğa-ritim ses bağlantısını çok iyi algılayabilmiş ve içselleştirmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Belki de şamanlar kendi çıkardıkları seslerle ve yardımcı psikoaktif bitkilerin sindirimiyle birlikte
zihinlerinde birtakım imgeler yaratabiliyor ve onlardan bazı anlamlar çıkartabiliyorlardı.Şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik, biyokimya bilim dallarının yanında nöroloji ve kuantum fiziği de yer alıyor olabilir mi? Son dönemde disiplinlerarası bilimler olan kuantum biyoloji ve nörokuantolojinin çalışma alanları hakkında çok sayıda makale yayımlanmıştır

(Grandpierre ve ark., 20134; Gardiner ve ark., 20105; Sayın 20116; Persinger ve Dotta, 20117; Limar 20118 ; Tarlacı 20109 ).

Bu bilimsel makaleler kuantum fiziği prensipleri (kuantum dolanıklık,kuantum sıçraması vb.)
ile beyin aktiviteleri arasındaki ilişkileri konu almıştır.Bugüne kadar görmezden gelinen veya üzerinde durulmayan beyin ve zihin kaynaklı fenomenlerin gizemi kuantum fiziği – nöroloji ilişkisi ile çözülmeye çalışılmaktadır.Şamanların da deneyimlerinde zihin kapasitelerini fazlasıyla kullandıklarını düşündüğümüzde eğer varsa  kuantum fiziği – zihin – bilinç ilişkisini iyi anlamak gerekmektedir.O zaman şamanizm bir mistizm olmaktan çıkıp bilimsel bir veri sınıfına konulabilecektir.

Şamanın ruhsal yolculuğunun bilimsel arka planını California Üniversitesi'nden Michael Winkelman şu şekilde açıklıyor:

“Şamanizm insan bilişselliğinin doğasında kökleri bulunan,görünür deneyimlerle temsil edilen görsel sembolizmi üretmek adına beynin farklı seviyeleri boyunca olan bilgiyi birleştirmek için bilincin değiştirilmiş durumunu irtibatlandıran bir olgudur.”

Kaynak: http://www.academia.edu/12482453/%C5%9EAMAN%C4%B0ZM%C4%B0N_B%C4%B0L%C4%B0MSEL_ARKA_PLANI
Devamını Oku »

SUYUN HAFIZASINDAN YENİDEN OLUŞTURULAN DNA DİZİSİ ?






Dr. Luke Montanye tarafından 2011 yılında yapılan bir deney, yaşamın nasıl işlediğine dair anlayışımızı temelden değiştirdi.Montanye, tüm DNA'ları su örnekleri ile doldurulmuş test tüplerinden çıkardı ve bunları 7.83 frekansına maruz bıraktı.

DNA'sı olmayan su, hiçbir yaşam olmasa bile yeni moleküller üretti.Montanye, DNA'mızın, yaşadığımız Dünya'yı çevreleyen ve hepimizin bağlı olduğu görünmez elektromanyetik alan üzerinden iletişim kurduğunu teorileştirdi.

Bu araştırmanın sonuçları akıl patlamasıdır.Dünyanın elektromanyetik frekansının, gezegenimizde sadece yaşamı sürdürmede bir eli olmadığı, aynı zamanda onu yaratmaya da katıldığı görülmektedir.


Devamını Oku »

21 Nisan 2018 Cumartesi

EMPATİ İLE DOKUNMANIN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ





Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde geçtiğimiz ay yayınlanan bir araştırmaya göre sevdiğiniz kişinin ağrısı olduğunda onun elini tutmanız sadece nefes alıp verişlerinizi ve kalp hızlarınızı eşitlemekle kalmıyor, aynı zamanda beyin dalgalarınızı da birleştiriyor.

Colorado Boulder Üniversitesi ve Haifa Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının yürüttüğü çalışmada, ağrısı olan eş ile ne kadar çok empati kurulursa, beyin dalgaları o kadar güçlü eşitleniyor. Dahası, beyin dalgaları ne kadar fazla eşitlenirse, ağrı o kadar çok hafifliyor.

Colorado Boulder Üniversitesi’ndeki Bilişsel ve Duygusal Nörobilim Laboratuvarında doktora sonrası araştırmacısı ve söz konusu makalenin baş yazarı olan Pavel Goldstein yönettiği çalışmayla ilgili olarak, “Modern dünyada iletişim kurmanın birçok yolunu geliştirdik ve bu yüzden daha az fiziksel etkileşim kuruyoruz. Bu çalışma insan dokunuşunun gücünü ve önemini göstermektedir” açıklamasını yaptı.

Çalışma, bireylerin fizyolojik olarak birlikte oldukları kişileri yansıttıklarını savunan ve “kişilerarası senkronizasyon” olarak bilinen bir fenomeni inceleyen ve giderek gelişen bir araştırma.

Acı bağlamında beyin dalga senkronizasyonunu ilk kez inceleyen bir çalışma olmanın yanı sıra, iki beyin arası bağın dokunma ile aktifleşen ağrı yitimi ya da “şifalı dokunuşların” oynayabileceği rol hakkında yeni bilgiler sunmakta.

Goldstein, kızının doğumu sırasında eşinin elini tuttuğu sırada eşinin ağrılarının hafiflediğini keşfettikten sonra bu deneyi yapmaya karar verdi.

“Laboratuvarda bu konuyu test etmek istedim: Dokunma ile ağrı gerçekten azaltılabilir mi? Peki nasıl?”

Goldstein ile Haifa Üniversitesi’ndeki meslektaşları, en az bir yıldır birliktelikleri olan 23 ile 32 yaş arası 22 heteroseksüel çift üzerinde deneyler yaptı. Çiftlere ikişer dakikalık senaryolar verildi ve kendilerinden verilen bu küçük rolleri oynamaları istendi. Denekler verilen senaryolardaki görevlerini yerine getirirken, ekip de EEG ile bireylerin beyin dalgalarını kaydetti. Söz konusu senaryolar içerisinde birbirine dokunmadan birlikte oturmak, el ele tutuşarak birlikte oturmak ve ayrı odalarda oturmak vardı. Ardından, aynı senaryoları, bu sefer de kadın deneklerin kollarında hafif bir ısı ağrısına maruz kaldıkları şekilde tekrar ettiler.



Birbirlerine temas etsinler ya da etmesinler, çiftlerin sadece birbirlerinin varlığını bilmelerinin bile, odaklanmış dikkat ile ilgili bir dalga boyutu olan alfa mu bandında bazı beyin dalgası eş zamanlılığı ile ilişkili olduğu tespit edildi. Bu senkronizasyon acı çekerken el ele tutuştuklarında ise en üst noktaya ulaştı.

Araştırmacılar, eşlerden biri acı çekerken diğerinin ona dokunamadığı sırada beyin dalgalarının senkronizasyonunun azaldığını gördüler. Bu bulgu, daha önce yayınlanmış bir makalede erkek partnerin, kadın partnerin elini tutamadığı sırada, çiftin kalp atışlarının ve solunum senkronizasyonlarının kaybolduğunu gösteren deneyle örtüşüyordu.

Goldstein, ağrının çiftler arasındaki bu senkronizasyonu bozduğunu, fakat temas gerçekleştiği anda dokunmanın bu uyumu geri getirdiğini ifade etti.

Empati seviyesini ölçmek adına yapılan sonraki testlerde ise erkek partnerin empati seviyesi yükseldikçe, senkronize beyin aktivitesinin de arttığı gözlemlendi. Yani beyinler ne kadar fazla senkronize olursa, ağrı o kadar azalıyordu.

Peki empati kurabilen bir partner ile beyin aktivitelerinin birleşmesi ağrıyı nasıl kesiyor?
Goldstein, bu sorunun cevabını bulabilmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğinin altını çizdi. Fakat hem kendisinin hem de diğer yazarların bir kaç tahmini cevabı vardı. Önceden yapılmış çalışmalara göre bir kişinin karşısındakini anladığını hissettirerek, yani empatiyle dokunması, beyindeki ağrı kesici mekanizmaları devreye sokabilir.

Araştırmacılar, kişilerin birbirleriyle temas etmesinin “ben ve diğer kavramı” arasındaki sınırları yumuşattığını söylüyor.

Çalışmayı yürüten Pavel Goldstein şunları söyledi: “El ele tutuşmanın gücünü küçümsememeliyiz. Eşinizin acısını anlayabilirsiniz ancak dokunmadan iletişim kuramazsınız.”

Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2018/03/180301094822.htm
Devamını Oku »

HANGİ DUYGULAR HANGİ ORGANLARI ETKİLİYOR ?





Doğu’da, organ-duygu ilişkisinin farkındalığı uzun zamandır tıp ilminin bir parçası olarak öğretilmektedir. Batı dünyası ise, duygular ve organlar arasındaki bağlantıyı yeni yeni keşfetmeye başladı. Örneğin doktorlar kalp krizine eğilimli insanların duygusal profilini çıkarmaya başladı. Hayvanların korktuklarında altlarına işedikleri bilinir. Tıp kurumu, hayatlarını sürekli korku içinde geçen ve bedenlerinde çok miktarda bilinçdışı endişe depolamış insanların artrit gibi böbrek temeli hastalıklara eğilimli olduklarını henüz dile getirmedi!

İşte duygu-organ ilişkilerinden bazıları:

Böbrekler ve idrar torbası: Korkudan etkilenir.
Karaciğer ve safra kesesi: Kızgınlık ve duygusal hüsrandan etkilenir. Özellikle karaciğer her türlü derin duygusal acılardan, safra kesesi ise nefret duygusundan etkilenir. İkisi de hem gözleri kontrol eder, hem gözlerden etkilenir.

Akciğerler ve kalın bağırsaklar: Üzüntüden etkilenir. (Kanserin bastırılmış üzüntü ve kendine acımakla ilgisi vardır; akciğerlerde ve kalın bağırsaklarda olmasa bile).

Dalak ve mide: Endişe, kendini hep haklı çıkarmaya çalışmak, depresyon ve nefretten etkilenir.

Kalp ve ince bağırsaklar: Güvensizlik ve duyguların saklanmasından (gizlenmesinden) etkilenir. Derin duygusal acılar bastırıldığında, bu bölgelerde kendini gösterir. Sürekli bir şeyler yapan, bir şeylerle meşgul olup zamanlarını aktivitelerle boğan kişiler, işkolikler de bu bölgelerde sorun yaşar çünkü gevşeyememe bir şeylerin bastırıldığının göstergesidir (Bir çeşit imaja sığınma).

Organlarla duygular arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu anlamak önemlidir. Bir duygu bir organı etkilemeye başladığında, o organdaki gerginlik kişiyi o duyguya karşı daha zayıf yapar. Bunun tersi de geçerlidir, organlar rahatladıkça ve iyileştikçe bu duyguların etkisi de azalır.  İyileşme, duygusal farkındalıkla ve olumsuz duyguları rahatlatmakla ya da organı iyileştirmekle olur.

Yukarıdaki tablo her durum için geçerli değildir. Ciğerlerinizi klorin dumanı ile doldurursanız üzüntülü olsanız da olmasanız da ciğerleriniz zarar görecektir!

Son dönemlerde çok daha fazla insan, sağlık için, zihnimizi beslediğimiz düşüncelerin yiyeceklerden çok da büyük rol oynadığını farkındalığını yaşamaktadır. Peki ya siz?



Reiki, Ellerinizin iyileştirici Gücü, içsel enerjinizi kendinizin ve başkalarının iyileşmesine yardımcı olabilmek için nasıl kullanabileceğinizi öğreten yaratıcı bir çalışma el kitabıdır. İyileştirici enerjiyi aktarabilmeyi öğrenmek hem çok kolaydır hem de stresten başlayarak kansere kadar her türlü hastalıktan özgürleşmeyi sağlayan doğal bir yoldur.
Hastalıkları yaratan insanın kendisidir. Sağlığı yaratan da insanın kendisidir. Bedenimizdeki enerji tıkanıkları açıldığında, yaşam enerjisi (biyoenerji) vücudumuzda dengeli olarak dolaşmaya başlar ve bedenin doğal eczanesini harekete geçirir.
Reiki, Ellerinizin İyileştirici Gücü, bu alanda yazılmış en anlaşılır,en pratik ve en öğretici el kitabı olma özelliği taşıyor. Okuması kadar, uygulamasının da ne kadar kolay ve etkin olduğunun denediğinizde siz de göreceksiniz.

Kaynak: Reiki – Ellerinizin İyileştirici Gücü Ric A. Weinman

Devamını Oku »

1 Şubat 2018 Perşembe

MÜTHİŞ İDDİA : MARS'TAKİ YAŞAM NÜKLEER BOMBALARLA SON BULDU !



Ünlü fizikçi Dr. John Brandenburg, Mars’taki antik medeniyetlerin, daha ileri bir teknolojiye sahip uzaylılarca yok edildiğini iddia etti.

ABD’li Dr. John Brandenburg, Mars’ta iki büyük nükleer patlama gerçekleştiğini ve NASA tarafından yayınlanan fotoğraflardaki arkeolojik kalıntıların antik Marslılara ait olduğunu iddia etti.

Bay Brandenburg, nükleer savaşın yaklaşık yarım milyar yıl önce gerçekleştiğine ve patlamanın izlerinin iki önemli yerde yoğunlaştığına inanıyor.

Plazma fizikçisi “bir haritayı okuyabilen herkes, nükleer patlama alanlarını görebilir” ifadelerini kullanıyor. En şiddetli şok dalgaları ise Cydonia Mesa ve Galaxias Chaos’da oluşmuş.

Branderburg’un teorisine göre, Bronz Çağındaki insanları andıran antik bir medeniyet Mars’ta gelişti. Ancak başka bir gezegenden gelen daha ileri uzaylılar tarafından nükleer bomba benzeri silahlarla yok edildi.

Branderburg teorisini NASA’nın Mars’tan topladığı verilere dayandırıyor. Fizikçiye göre; gezegenin kuzey bölgesinde iki büyük nükleer “hava patlaması”nı işaret eden izotoplar görülüyor.

Fizikçi aynı zamanda, Mars’ta uranyum, toryum ve radyoaktif potasyum da dahil olmak üzere ince bir radyoaktif madde tabakası olduğunu belirtti.

Kaynak 1: http://www.bizsiziz.com/muthis-iddia-marstaki-yasam-nukleer-bombalarla-son-buldu/
Kaynak 2: https://www.express.co.uk/news/weird/745738/Life-on-Mars-wiped-out-nuclear-war-Dr-John-Brandenburg
Devamını Oku »

14 Ocak 2018 Pazar

UFO DEDECTOR





UFO Dedektörü, herkesin gece gündüz UFO'lar için gökyüzünü izlemesini sağlayan ücretsiz bir yazılımdır. Bir UFO tespit edilirse, yazılım otomatik olarak olayın bir videosunu mümkün olan en iyi kalitede kaydediyor.
Yazılım ufoid.net tarafından desteklenmektedir ve ücretsizdir.İhtiyacınız olan şey bir bilgisayar ve bir webcam.Geliştirilmiş özel bir algoritması olan program tanıma sistemi ile kuş, uçak, helikopter, böcek ya da Ufo olup olmadığını analiz edebiliyor.Ayrıca sistem videonun web kamerasından tam olarak nasıl kaydedildiğini ve manipüle edilmediğini garanti edebilmek ve güvenli bir dosya biçimi oluşturmak için güncellemeler üzerinde çalışmakta.
Detaylı bilgi için : http://www.theblackvault.com/casefiles/the-ufo-detector/
Devamını Oku »

6 Ekim 2017 Cuma

ARAŞTIRMALAR RH NEGATİF KAN GRUBUNA SAHİP İNSANLARIN DÜNYA'DAN OLMADIĞINI GÖSTERİYOR




Modern tıp, insanların kan gruplarını A, B, AB ve 0 grubu olmak üzere dört kategoriye ayırıyor. Kan grupları arasındaki temel fark, her özgün tipte bulunan proteinlerle bağlantılıdır. Fakat Rh negatif kan gruplarında sıra dışı bir durum söz konusu. Bu tip kan grubunda protein yok.
Popüler sosyal medya kültüründe bu protein farkının ardında yatan sebep ile ilgili birkaç teori bulunmakta. Bu teorilerden birinin temeli ise başka bir dünya. Başka bir deyişle, insan popülasyonunun %15’ini oluşturan bu kan grubuna sahip insanlar başka gezegenden olabilir.
Bu tür teoriler daha ileriye de gidebiliyor fakat kesin olan bir şey varsa o da bu kan grubuna sahip insanların bazı karakteristik özellikleri olduğudur. Öncelikle bu kan grubu diğer bütün gruplara donör olabilir, kan skalasındaki herkes ile uyumludur. Fakat ne yazık ki kan alımında aynı uyumluluk sağlanmaz, bu konuda onlara sadece kendi kan grupları yardımcı olabilir. İnsan popülasyonun belli bir kısmını oluştursalar da coğrafik olarak daha çok Kuzey Avrupa civarında bulunurlar.
En baştaki soru ise hala cevaplanmayı bekliyor. Genetik, biyoloji ve arkeoloji alanlarından bilim insanları 35.000 yıl öncesiyle ilgili araştırmalar yaptıktan sonra bu tür kan grubuna sahip olan insanların Avrupa’da kabilelerden oluşan bir grup ile bağlantılı olabileceğini görüyor.
Değerlendirilmesi gereken bazı fiziksel özellikler bulunmakta. Örnek verecek olursak; ortalamanın altında vücut sıcaklığı, kızıl saç, yüksek sıcaklıklara karşı ortalamanın üstünde direnç, yeşil ya da mavi göz. Daha fazla fiziksel ve duygusal farklılıklar olduğuna dair de iddialar bulunmakta. Bu teori Rh negatif kadınların hamilelik şartları düşünüldüğünde daha da körükleniyor. Rh negatif kadınlar, Rh pozitif bebekler doğurmakta zorluk yaşarlar çünkü vücutları Rh pozitif bebekleri, doğaları gereği öldürmeye çalışır. Sadece zamanında bir tıbbi müdahale ile böyle bir doğum gerçekleşebilir ve bebeğin güvenliği sağlanabilir. Doğanın, bebeğin kısmi gelişimi ve doğuşu için gerekli şartları sağladığı göz önüne alındığında, bu durum tıbbi açıdan oldukça gariptir.
İşin gerçeği, biz şu an sadece bilimin incelediği ve araştırdığı şeyleri biliyoruz. Bu da ne yazık ki uzaylı komplo teorisinin sanal ortamda tartışılması, forumlarda, bloglarda yer alması için bilimsel bir boşluk oluşturuyor.

Kaynak : http://www.sciencepunch.com/research-shows-people-rh-negative-blood-type-not-planet-earth/
Devamını Oku »

SHEFFIELD ÜNİVERSİTESİNDEN DR. MILTON WAINWRIGHT : UZAYLILAR GEZEGENİMİZDE TOHUM ÖMRÜ OLUŞTURMAK İÇİN MİKROSKOBİK METAL TOPLARIN İÇİNDE MİKROORGANİZMALARI DÜNYA'YA GÖNDERMİŞ OLABİLİR



Dr Milton Wainwright : Uzaylılar gezegenimizde tohum ömrü oluşturmak için mikroskobik metal topların içinde mikroorganizmaları Dünya'ya göndermiş olabilir.
* Sheffield Üniversitesi'nden Dr Milton Wainwright, balonları, dünyanın atmosferinden 16 mil uzakta toz ve parçacık örnekleri toplamak için kullandı.
* Bir örnekte mikroskobik bir metal top buldu.
* Kürenin, uzaydan geldiği gibi hızla seyahat edebileceğini iddia ediyor.
* Metal top insan saçıyla aynı genişlikte ve titanyumdan yapılmış.
* Dr Wainwright, uzaylıalrın Dünya'ya göndermiş olabileceğini söylüyor.
* O, gooey bir maddenin topun dışına sızdığını ve biyolojik olduğunu iddia ediyor.
Dr Milton Wainwright, Dünya'nın stratosferinde bir balon tarafından toplanan numunelerde "gooey" bir madde sızıntısı olan küçük bir metal küre bulduğunu iddia ediyor.
Sheffield Üniversitesi ve Buckingham Üniversitesi bilim adamı, insan saçının genişliği ile aynı olan metal topun, bilinmeyen bir şekilde uzaylı bir uygarlık tarafından kasıtlı olarak Dünya'ya yönlendirilmiş bir pansperminin örneği olabileceğini söylüyor.
Bununla birlikte, minik kürenin uzaylılar tarafından dış uzaydan gönderildiğini kanıtlamanın neredeyse imkansız olduğunu kabul etti.
Dr Wainwright, kürenin atmosferde toz ve parçacıklar topladığı için balona tutturulan örnekleyicide küçük bir 'etki krateri' yaptığını söyledi.
Dr Wainwright : 'Küre, numune alma parçası üzerinde bir etki krateri açtı. Bu kuşkusuz ki, parçacık örneklendiğinde parçacık hızıyla uzanıyordu. "
Dr Wainwright ve ekibi, yaklaşık 16 km'lik bir atmosfere gönderilen bir balon tarafından toplanan toz ve partiküler maddelerin örneklerini incelerken küreyi keşfetti.
Küreyi incelemek için X-ışını analizini kullanarak, titanyumdan ve vanadyum izlerinden yapıldığı sonucuna varırken, yan taraftan çıkan görünen malzeme biyolojikti.
Ayrıca, 'mantar benzeri örme hasır örtüsü' bulunduğunu tespit ettiler.
Onun bir kuyruklu yıldızın üzerinde Dünya'ya taşınmış olabileceğini ya da bilinmeyen bir medeniyet tarafından gönderilebileceğini iddia ediyor.

Kaynak : http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-2955620/Did-aliens-send-metal-orb-seed-life-Earth-Microscopic-sphere-contain-microorganisms-claims-astrobiologist.html
Devamını Oku »

4 Ağustos 2017 Cuma

KANIT, GÖBEKLİTEPE' DEKİ SÜTUN 43'ÜN 13.000 YIL ÖNCE ÇARPAN BİR KUYRUKLU YILDIZI TASVİR ETTİĞİNİ İLERİ SÜRÜYOR.



Kanıt, Göbeklitepe’deki Sütun 43’ün 13,000 yıl önce çarpan bir kuyruklu yıldızı tasvir ettiğini ileri sürüyor

Kanıt, Göbekli Tepe’deki Sütun 43’ün 13,000 yıl önce çarpan bir kuyruklu yıldızı tasvir ettiğini ileri sürüyor, yazar Graham Hancock’un çalışmasının doğruluğunu kanıtlıyor


Üniversite uzmanları kadim taşların mesajının şifresini çözüyor

İskoçya, Edinburg Üniversitesinden Martin Sweatman ve Dimitrios Tsikritsis’e göre, kadim bir taş oymasının yaklaşık 13,000 yıl önce çarpan bir kuyruklu yıldızı tanımladığı görülüyor. 43 numaralı T şeklindeki sütunda (Akbaba Taşı) görünen oyma rölyef kanatları gerilmiş bir kuşu, iki daha küçük kuşu, bir akrebi, bir yılanı ve bir daireyi tasvir ediyor. Göbekli Tepe’deki sütunların bazılarındaki düşük – rölyef oymayı eşleştirerek, Sweatman ve Tsikritsis Akbaba Taşının MÖ 10,950 ± 250 için tarih damgası olduğunun ikna edici kanıtını bulduklarına inanıyorlar, bu tarih 10,890’da olduğu tahmin edilen Younger Dryas olayına yakından karşılık geliyor. Onlar ayrıca Göbekli Tepe’nin meteor yağmurlarını ve kuyruklu yıldızları gözlemek için kullanıldığını ileri sürüyorlar.
Younger Dryas, Dünyanın sıcaklıkta ani bir artış gördüğü yaklaşık olarak 11,900 yıl önceki jeolojik periyottur. Bazı bölgelerde sıcaklık 10° C arttı. Bu zamanda Kuzey Amerika’nın çoğunluğu dahil, dünyanın çoğu 2 mil kalınlığında buzullarla kaplıydı. Sıcaklıktaki ani artış buzulları eriterek okyanus seviyesinin yükselmesine yol açtı. O zamanlar deniz kenarlarında yaşayan çoğu toplumların hızla yükselen sular nedeniyle iç kısımlara çekilmek zorunda kaldıklarına inanılıyor. Olayı tetikleyen şey bilinmiyor, ama bazıları Kuzey Amerika buzlarına çarpan bir kuyruklu yıldızın neden olmuş olabileceğine inanıyor.

Sütun 43’ün piktogramlarının her birinin konumunun ayrıntılı analizinden sonra, Sweatman ve Tsikritsis sütunun dört tarihten biri için zaman damgası olarak davrandığını ileri sürüyor (MS 2000, MÖ 4,350, MÖ 10,950 veya MÖ 18.000, hepsi için ±250 yıl). Sitenin radyo karbon ile tarihinin çıkarılması, Göbekli Tepe’nin yapımını yaklaşık 13,000 yıl önce olduğunu gösteriyor, bu nedenle Sweatman ve Tsikritsis zaman damgasının MÖ 10,950 yi işaret etmesi gerektiği sonucunu çıkarıyor. Sweatman and Tsikritsis ayrıca Sütun 43’te gösterilen sembolizmin Göbekli Tepe’nin kurucularının Younger Dryas’ın bitişine neden olan olaya tanık olduklarını ve hatta bir kuyruklu yıldızın çarpmasına tanık olduklarını kanıtladığını savunuyorlar.

Fikir ilk kez Yazar Graham Hancock tarafından ileri sürüldü

Sütun 43’ün astronomik öneme sahip olduğu fikri yeni değil. Teori ilk kez yazar Graham Hancock tarafından son kitabı Tanrıların Sihirbazları kitabında ileri sürüldü. Paul Burley’in çalışmasını kullanarak, Sütun 43’ün ortasındaki çemberin Güneşi ve hayvanların Akrep ve yay gibi takım yıldızlarını temsil ettiğini ileri sürüyor. Hancock ve Burley ayrıca Sütunun MÖ 10,950 tarihini işaret eden zaman damgası olduğu sonucunu çıkardılar, ama tesadüfen bizim zamanımız olan MS 2,000 tarihini dışarda bırakmadılar! Hancock Göbekli Tepe’nin kurucularının kendi zamanlarında gerçekleşen, ayrıca zamanımızda olması yakın bir felaketin uyarısını işaret ettiklerini ileri sürüyor.
Eğer Hancock haklıysa, megalitik taş yapımcıları sadece Dünyanın yuvarlak olduğunu anlamadılar, Güneşin ve Dünyanın takım yıldızlarına göreli pozisyonları ve hatta Dünyanın presesyon döngüleri gibi son derece karmaşık fikirleri anladılar. Dünya yalpalanır ve bir presesyon döngüsü, Dünyanın bir “yalpalamayı” tamamladığı 26,000 yıllık periyottur. Bu, daha önce avcı toplayıcı oldukları düşünülen bir toplum tarafından gösterilen kozmosun şaşırtıcı anlayışıdır. Hancock Göbekli Tepe’nin kurucularının avcı toplayıcıdan çok daha fazlası olduklarını ve kayıp bir uygarlıktan aktarılan bilgilerin alıcıları olabileceklerini öne sürüyor.

Hancock’un Kanıtı

Hancock Kuzey Amerika buzullarındaki Younger Dryas periyodu kuyruklu yıldız çarpmasını desteklemek için çeşitli kanıtlar sunuyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde, sadece çok  yüksek sıcaklıklarda yaratılan küçük cam kürecikleri (nano elmaslar) içeren jeolojik çökeltilerde kavrulmuş arayüzeyler bulundu (çok büyük patlamalarda bulunanlar gibi). Cam kürecikleri içeren çökelti katmanı Younger Dryas sınır katmanına kadar geriye gidiyor. Kuyruklu yıldızın çarpmasının neden olduğu kraterler olmamasına rağmen, Hancock Kuzey Amerika boyunca kuyruklu yıldız çarpmasının neden olduğu geniş jeolojik çöküntüler bulunduğunu ileri sürüyor. Bu senaryoda, kuyruklu yıldız çarpmasının  buzullar üzerimde neden olduğu patlama basıncı, aşağıya doğru yeterli kuvvet yaratıyor, bu Dünyada geniş bir çanağa benzer çöküntü yaratır.
Hancock ayrıca, Randall Carlson’un çalışmasını kullanarak, doğu Washington eyaletinin Scablands’ı gibi jeolojik görünümlere yalnızca felaket boyuttaki sellerin neden olabileceğini tartışıyor. Bu sel, Kuzey Amerika buzullarındaki buz engellerinin kırılıp açılmasının ve karalara muazzam miktarda suyun salıverilmesinin sonucuydu.

Olası kuyruklu yıldız kaynağı olarak Taurid meteor akımı

Hancock kuyruklu yıldızın, Dünyayı yılda iki kez dolaşan Taurid meteor akımından geldiğini iddia ediyor. Genellikle bu geçişler göreli olarak zararsız, ama belirli durumlarda Dünya çapı 30 mil olan kuyruklu yıldızları kapsayabilen akımın kalbinden geçer.
Hancok’un çalışması onun Dünyanın yaklaşık 13,000 yıl önce Taurid meteor akımının kalbinden geçtiğini ve yaklaşık olarak 2030 yılında tekrar oradan geçeceğini önermesine yol açtı.
Eğer Hancock haklıysa ve Sweatman ve Tsikritsis’in çalışması doğruysa bu, insan türünün sonraki 15 – 30 yılda türün yok olması seviyesinde bir olay ile karşı karşıya gelebileceğini ileri sürüyor. Hancock bunun ölüm garantisi olmadığını hissediyor, çünkü bu tür felaketten kaçınmak için teknolojiye sahibiz. Hancock hiper tetikte olmamız gerektiğini ve yaklaşık 13,000 yıl önce kadim insanlar tarafından gönderilen mesajı dinlememiz gerektiğini ileri sürüyor. Bu mesaj şöyle yorumlanabilir, “Felakete neden olan bir kuyruklu yıldız bize çarptı, o tekrar gelecek ve geleceği zaman şimdi. Kendinizi koruyun.”
Tanrıların Sihirbazlarını dinlemek belki de insanlığı kurtarmanın ve dehşet verici bir felaketi önlemenin anahtarıdır.

(Çeviri: Saffet Güler)

Kaynak : http://tiybos.com/evidence-suggests-pillar-43-at-gobekli-tepe-depicts-a-comet-impact-13000-years-ago-vindicating-the-work-of-author-graham-hancock/
Kaynak : http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/kanit-gobeklitepedeki-sutun-43un-13000-yil-once-carpan-bir-kuyruklu-yildizi-tasvir-ettigini-ileri-suruyor/
Devamını Oku »

BİLİM İNSANLARI MADDENİN YEPYENİ BİR FAZINI ONAYLADILAR: ZAMAN KRİSTALLERİ





Enerji olmadan sürekli hareket


Aylardır, araştırmacıların sonunda zaman kristallerini yaratmış olabielceği spekülasyonu vardı – sadece uzayda değil, ayrıca zamanda tekrarlanan atomik yapıya sahip olan garip kristaller, bu onları enerji olmadan sürekli salınıma sokuyor.
Şimdi bu resmi – araştırmacılar bu garip kristallerin nasıl yapıldığını ve ölçüldüğünü ayrıntılı şekilde rapor ettiler. Ve iki bağımsız bilim insan ekibi laboratuarda bu mavikopyaya dayanan zaman kristallerini yarattıklarını iddia etti; bu tümüyle maddenin yeni bir fazının varlığını onaylıyor.
Keşif oldukça soyut görünebilir, ama fizikte tamamıyla yeni bir çağın habercisi – onlarca yıllardır metaller ve yalıtkanlar gibi ‘dengede’ olduğu tanımlanan maddeyi incelemekteyiz.
Ama Evrende, dengede olmayan, henüz bakmaya başlamadığımız daha fazla garip madde türleri olduğu tahmin edilmekteydi, buna zaman kristalleri de dahildi. Ve şimdi bunların gerçek olduğunu biliyoruz.
Şimdi, dengede olmayan maddenin ilk örneğinin etrafımızdaki dünyayı anlayışımızda atılımlara yol açabileceğine sahibiz.
Berkeley, California Üniversitesinden araştırmacı Norman Yao , “Bu maddenin yeni aşaması, ama aynı zamanda gerçekten harika, çünkü dengede olmayan maddenin ilk örneklerinden biri” dedi.
“Son yarım yüzyılda, metaller ve yalıtkanlar dengede olan maddeyi keşfetmekteyiz. Dengede olmayan maddenin bütünüyle yeni tabiatını keşfetmeye henüz başlıyoruz.”
Bir saniye için geri adım atalım, çünkü zaman kristalleri kavramı şimdiye kadar bir kaç yıldır ortalarda dolaşıyordu.
İlk kez 2012’de Nobel ödüllü teorik fizikçi Frank Wilczek tarafından öngörülen zaman kristalleri temel durum olarak bilinen en düşük enerji hallerinde bile harekete sahip oldukları görünen yapılardır.
Genellikle bir materyal, bir sistemin sıfır – noktası enerjisi olarak da bilinen temel halde olduğu zaman, bu, hareketin teorik olarak imkansız olması gerektiği anlamına gelir, çünkü bu onun enerjiyi genişletmesini gerektirir.
Ama Wilczek aslında zaman kristalleri için bunun bu durum olmayabileceğini öngördü.
Normal kristallerin uzayda tekrarlanan atomik bir yapısı vardır – aynen bir elmasın karbon örgüsünde olduğu gibi. Ama, bir yakut veya elmas gibi, bunlar hareketsizdir, çünkü temel hallerinde dengededirler.
Ancak, zaman kristallerinin sadece uzayda değil, zamanda tekrarlanan bir yapısı vardır. Ve bu onun temel halinde salınım yapmasını sürdürür.
Bunu jöle gibi imgeleyin – ona hafifçe vurduğunuz zaman, tekrar tekrar hafifçe sallanır. Aynı şey zaman kristallerinde gerçekleşir, ama buradaki büyük fark hareketin herhangi bir enerji olmadan gerçekleşmesidir.
Bir zaman kristali, kendi doğal, temel halinde sürekli olarak salınım yapan jöleye benzer ve bu, onu tümüyle maddenin yeni bir şaması yapan şeydir; dengede olmayan madde. O hareketsiz duramaz.
Ama, zaman kristallerinin var olduğunu öngörmek bir şeydir, onları yapmak tamamen başka bir şeydir, burada yeni araştırma geliyor.
Yao ve ekibi zaman kristalinin nasıl yapıldığını ve özelliklerinin nasıl ölçüldüğünü tam olarak tanımlayan ayrıntılı bir mavikopyayı öne sürdüler ve hatta zaman kristallerini çevreleyen çeşitli aşamaların ne olması gerektiğini öngürdüler – bu, maddenin yeni aşaması için katı, sıvı ve gaz hallerinin eşdeğerini ayrıntıları ile açıkladıkları anlamına geliyor.
Yao bu çalışmaya, “teorik fikir ve deneysel gerçekleştirme arasındaki köprü” adını veriyor.
Bu sadece spekülasyon değil. Yao’nun mavikopyasına dayanarak, iki bağımsız ekip – biri Maryland Üniversitesinden ve diğeri Harvard’dan – şimdi kendi zaman kristallerini yaratmak için talimatları izlediler.
Bu gelişmelerin her ikisi de geçen yılın sonunda arXiv.org sitesinde bildirildi ve dergilerde yayın için gönderildi. Yao, her iki makalede ortak yazardır.
Çalışmaların yayınlanmasını beklerken, iki iddia hakkında kuşkucu olmalıyız. Ama, iki ayrı ekibin geniş şekilde farklı sistemlerden zaman kristallerini yapmak için aynı mavikopyayı kullandıkları gerçeği ümit verici.
Maryland Üniversitesinin zaman kristalleri, hepsi dolaşık elektron dönüşleri olan 10 iterbiyum iyonunun conga hattını alarak yaratıldı.





Bu kurguyu zaman kristaline çevirmenin anahtarı, iyonları denge dışında tutmaktı ve bunu yapmak için araştırmacılar onları sırayla iki lazer ile vurdular. Bir lazer manyetik bir alan yarattı ve ikinci lazer atomların dönüşlerini kısmen tersine çevirdi.
Tüm atomların dönüşleri dolaşık olduğu için, atomlar bir kristali tanımlayan tersine çevrilmiş dönüşün stabil, tekrarlanan kalıbına yerleştiler.
Bu yeterince normaldi, ama zaman kristali olmak için, sistemin zaman simetrisini kırması gerekiyordu. Ve iterbiyum atom conga hattını gözleyerek araştırmacılar bunun garip bir şey yapmakta olduğunu fark ettiler.
İterbiyum atomlarını periyodik olarak dürten iki lazer dürtükleme periyodunda iki kez sistemde bir tekrarlama üretiyordu, normal bir sistemde gerçekleşemeyen bir şey.
Yao, “Jöleye salınım yaptırsaydınız ve bir şekilde farklı bir periyotta karşılık verdiğini görseydiniz süper garip olmaz mıydı?” dedi.
“Ama bu, zaman kristalinin özüdür. ‘T’ periyoduna sahip olan periyodik faktörünüz var, ama sistem bir şekilde senkronize oluyor, sistemin ‘T’den daha uzun olan bir periyot ile salınım yaptığını gözlüyorsunuz.”
Farklı manyetik alanlar ve lazer darbesi altında, zaman kristali faz değiştirdi, aynen eriyen bir buz parçası gibi.


Harvard zaman kristali farklıydı. Araştırmacılar elmasta yoğun şekilde paketlenmiş azot boşluk merkezlerini kullanarak oluşturdular, aynı sonuçları elde ettiler.
Çalışmaya dahil olmayan Indiana Üniversitesinden Phil Richerme açıklama yaptı, “Benzer sonuçlara, zaman kristallerinin maddenin yeni bir fazı olduğunu vurgulayan iki bambaşka sistemde ulaşıldı.”
“Farklı zaman kristalinin gözlenmesi, simetri kırılmasının aslında tüm doğal alemlerde gerçekleşebileceğini onaylıyor ve araştırmanın bir çok yeni yönüne yol açıyor.”
Yao’nun mavikopyası Physical Review Letters‘de yayınlandı.

Güncelleme, 31 Ocak 2017: Daha önce zaman kristallerinin sürekli salınımını temel halde devamlı hareket olarak karşılaştırdık, ki bu doğru değil. Şimdi bu açıklamayı düzeltiyoruz.

 Kaynak : http://www.sciencealert.com/scientists-have-just-announced-a-brand-new-form-of-matter-time-crystals
 Kaynak : http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/bilim-insanlari-maddenin-yepyeni-bir-fazini-onayladilar-zaman-kristalleri/

(Çeviri: Saffet Güler)





Devamını Oku »

11 Temmuz 2017 Salı

SAĞLIK İÇİN TOPRAKLAMA YÖNTEMİ VE ÖNEMİ




SAĞLIK İÇİN TOPRAKLAMA YÖNTEMİ VE ÖNEMİ

Doğal Tedavi alanındaki bütün modern okullar,farklı kelimelerle tanımlasalar da “enerji” den bahsederler.
Nedir bu enerji?
Dr. Oschman araştırdıkça bu gizemli kelimenin üzerindeki sis perdesini kaldırmış.
Bir dergide,konu hakkında bir kaç makale yazmış.Okuyuculardan gelen teşvikler 2 kitap yazmasıyla neticelenmiş:Enerji Tıbbının Bilimsel Temeli ile Tedavide ve İnsan Performansında Enerji Tıbbı adlı iki kitap.
Dr. Oschman’ın topraklama dediği yöntem Yerkürenin daha sağlıklı bir hayat sürmenize nasıl yardımcı olabileceği hakkında ilginç bilgiler ortaya çıkarıyor.
Dr. Oschman 2010 yılında ,Clinton Ober, Dr. Stephen T. Sinatra ve M. Zucker tarafından yazılmış “Topraklama:Şimdiye Kadar Keşfedilmiş En Önemli Sağlık Keşfi mi?” isimli kitaba önsöz yazdı.(Basic Health Publications, Inc., Laguna Beach, CA.)
Siz de pek çok insan gibi lastik tapanlı ayakkabılar giyiyorsanız,giydiğiniz ayakkabının modern insan için ne kadar önemli olduğunu görmek için okumaya devam edin.

Topraklamanın Ortaya Çıkışı

Topraklama tabiri Clint Ober tarafından geliştirildi.Topraklama en basit anlatımla çıplak ayakla yürümek olarak tanımlanabilinir.
Oschman,Ober ile Jeff Spencer vasıtasıyla tanışmış.Spencer ABD’li bisikletçi Lance Armstrong’un takımında sağlık ekibinde çalışıyor ve profesyonel sporcuların tedavisi alanında bir uzman.
“Clint Jeff’e topraklama fenomeninden bahsettiği zaman,Jeff hemen beni aradı ve bu konu üzerinde nasıl bir araştırma yapılabileceği üzerine konuştu.
İnsanlar çok uzun zamandır çıplak ayakla yürümenin iyi hissettirdiği üzerine bilgi sahibi.Almanya,Avusturya,İsviçre gibi ülkelerde sabah kalkıp çıplak ayakla yürümeye çıkan gruplar var.
Benim topraklama konusuyla tanışmam 5-6 sene önce Jeff Spencer vasıtasıyla oldu, konuyu ilgi çekici bulmakla beraber ilk başta şüpheyle yaklaştım.Çok basit bir kavram ve bazılarına aşırı basit gelebilir.
Çok şükür, Dr. Oschman topraklama esnasında ne olduğunu bilimsel olarak anlatıyor.

Çıplak Ayakla Yürüdüğünüz Zaman Ne Olur?

Cildiniz çok iyi bir iletkendir.Cildinizin herhangi bir parçasını topraklayabilirsiniz.Fakat bütün bölümler arasında öyle bir yer varki,topraklanma konusunda en büyük potansiyele sahip:Ayak topuğunuzun tam ortası.
Akupunktur ilminde Böbrek 1 (Kidney 1-K1) noktası olarak tanımlanan,ve bütün akupunktur meridyenlerini birbirine bağlayan nokta.
Modern çağın hastalıklarının tedavisinde topraklama yöntemi ile yapılabilecek pek çok şey var.

Nasıl ?

Dr. Oschman’ın topraklama üzerine yaptığı araştırma kronik iltihaplanmayı daha iyi anlamasını sağlamış.
Daha önce söylediğimiz gibi kronik iltihaplanma diyabetten kansere kadar neredeyse tüm hastalıkların birincil sebebi.
Topraklama esnasında ne olduğuna bakılınca kronik iltihaplanmanın neden bu kadar yaygın olduğu ve nasıl engellenebileceği daha iyi anlaşılıyor.
Topraklandığınız zaman yerküreden vücudunuza doğru serbest elektron akışı oluşur.
Ve bu serbest elektronlar insan için muhtemelen bilinen en güçlü anti oksidanlar.
Bu antioksidanlar topraklama üzerine yapılan klinik araştırmalara göre şu faydalara sahip.

Kalp atışında düzelme
Cilt geriliminde azalma
İltihaplarda azalma

Topraklamanın arkasındaki bilimin ve bunun iltihaplanma üzerindeki etkisinin daha iyi anlaşılması için Dr. Oschman bir yaralanma olduğu zaman neler olduğunu anlatmakla başlıyor.
En ufak bir çarpmada bile,mesela kapıya çarpsanız,bağışıklık sisteminiz hasarlı bölgeye beyaz kan hücreleri gönderir.
Beyaz kan hücreleri serbest radikaller salgılar.Bu serbest radikaller pac-man oyunundaki sevimli canavar gibi karşılarına şıkan herşeyi yok ederler.Eğer bakteri varsa bakterileri yok ederler,eğer yaralı dokuyla karışalışlarsa yaralı dokuyu parçalarlar böylece sağlıklı doku için yer açılır.
Bu İltihaplanma Tepkisi olarak bilinir.

Araştırmamız neticesinde bizim keşfettiğimiz şey ise şu:
Ağrı,kızarıklık,yanma,hareket kısıtlığı ve şişme olmak üzere 5 özelliği bulunan iltihaplanma tepkisinin neden ortaya çıktığını keşfettik.
Bu beş şey de iltihaplanmanın işaretleri ve olmak zorunda değiller.
Tıpta iyileşme sürecinin bir parçası olarak kabul edilen iltihaplanma tepkisi aslında dokulardaki serbest elektron azlığından meydana geliyor.
Beyaz kan hücrelerinin salgıladığı serbest radikaller yaralı doku etrafında birikip sağlıklı dokuya da zarar veriyorlar.İltihaplanmanın esas nedeni bu.
İlginç ama,topraklama araştırmalarımız gösterdi ki eğer topuğunuzu toprağa basarsanız,ya da topraklama levhaları veya topraklama için üretilmiş ayak bantları kullanırsanız,serbest elektronlar vücudunuza akacak ve bütün dokulara yayılacak.Ve sağlıklı doku etrafında toplanmış serbest radikalleri nötralize edecek.
Çünki elektronlar negatif yüklüdür ve serbest radikaller pozitif yüklüdür ve birbirlerini iptal ederler.
Yani topraklama ile vücudunuzu benim “tamamlayıcı zarar”dediğim şeyden korumuş oluyorsunuz diyor Dr. Oschman.
Aslında olmaması gereken fakat ayaklarımıza giydiğimiz terlik ve ayakkabılarla toprakla bağlantımızı kestiğimiz için ortaya çıkan zarar.

Yaşlanma Geciktirici Olarak Topraklama Yöntemi

Yaşlanma üzerindeki en baskın teorilerden biri serbest radikaller teorisidir.
Herhangi bir yaralanma neticesinde ya da kronik iltihaplanma sonrası,nefes aldıktan sonra,yediğiniz besinler yoluyla vücudunuza serbest radikaller gelir.
Serbest radikallerin tedavideki önemi nedeniyle tamamen yok olmasını istemeyiz fakat antioksidan elektronlar ile onları belli bir dengede tutmak isteriz.
Topraklanma bu dengeyi sağlayabilir.Serbest radikallerin neden olduğu yaşlanma süreci ile ilgili 3 alt model vardır.
1-Serbest radikallerin neden olduğu DNA hasarı ve mutasyonu
2-Her hücrede bulunan hücrenin enerji merkezi mitekondrinin oksidatif metabolizması ve bunun sonucu ortaya yan ürün olarak çıkan serbest radikaller
3- Proteinlerin çapraz bağlanması teorisi,proteinler birbirine yapışır ve enzimlerin etkisini azaltırlar bu cildinizdeki kırışıklıkların nedenidir.
Biyofizik ve hücre biyolojisi üzerine yaptığım çalışmalar neticesinde,bana öyle görünüyorki vücudun bütün parçaları bir yarı iletken kumaş ile birbirine bağlanmış.Hücre içi birimler de dahil diyor Dr. Oschman.
Ben bu sisteme yaşam matriksi diyorum.Ayaklarınızdan giren serbest elektronlar bu sayede vücudunuzun herhangi bir yerine yayılabilir.
Serbest radikallerin biriktiği herhangi bir yere.Ve böylece serbest elektronlar,serbest radikallerin neden olduğu mitekondri hasarını,proteinlerin birbirine bağlanmasını ve dna mutasyonunu engelleyebilir.
Bu yüzden vücudumuzda bulunan yarı iletken sistem temel olarak bir anti-oksidandan koruma sistemi.
Biz bu maddeye topraklama maddesi diyoruz.Bu madde bağ dokunun bir parçası.Vücudun her yerine gider.Jelimsi bir maddedir ve elektronları depolar.
Eğer çıplak ayakla toprakta gezerseniz serbest elektronları vücudunuza alacaksınız.bu elektronlar bu yarı iletken kumaş dediğimiz jelimsi maddelerde depolanacak.Ve herhangi bir yaralanma ya da serbest raikallerin oluşacağı herhangi bir şey yaşadığınız zaman elektronlar,fazla serbest radikali nötralize etmek için hazır olacak.

Topraklama Kanınızı Nasıl Etkiler

Diğer bir önemli keşif şu ki topraklama kanınızı inceltir,kıvamındaki koyuluğu azaltır.
Bu keşif dünyada birincil ölüm sebebi olan kalp-damar rahatsızlıkları için çok derin bir etki yapabilir.
Tüm kalp damar rahatsızlıkları kan kıvamının koyuluğu ile alakalıdır.
Dr. Sinatra Dr. Oschman’ın ekibine zeta potansiyel denilen bir yöntemle kan kıvamının nasıl ölçüleceği konusunda yardımcı oluyor.Bu yöntemle kırmızı kan hücrlerinin elektirk alan içinde ne kadar hızlı hareket ettiklerini ölçüyor.
Bu yöntem vücudunuzu toprakladığınız zaman zeta potansiyelinin hızla yükseldiğini ortaya çıkarıyor.Bu kırmızı kan hücrelerinin daha fazla elektrik yüke sahip oldukları ve birbirlerini daha fazla itip birbirlerinden ayrıldıkları anlamına geliyor.
Bu olay kanın incelmesini ve daha kolay akmasını sağlıyor.Aynı zamanda tansiyonu düşürüyor.
Kırmızı kan hücreleri topraklama neticesinde daha fazla elektrik yükü alıp birbirlerini itince,damar tıkanıklığı riski de azalıyor.Çünki kırmızı kan hücrelerinin birbirine yapışıp pıhtı oluşturma riski azalıyor.
Ayrıca beyinde oluşabilecek,mikro düzeyde pıhtılaşma kaynaklı, beyin dokusu kaybı riski de azalıyor.

Topraklama İçin En İyi Alanlar

Topraklamanın en basit yolu güvenli bir alanda çıplak ayakla yürümektir.
Etrafları asfalt ve betonla kaplı büyük şehir insanları nasıl topraklama yapacaklar?
Topraklama için en iyi yerler olan doğal alanlar hangileri?
Çeşitli yüzeyler arasında belirgin farklılıklar var.
Topraklama için en uygun yer deniz kenarı.Suya yakın ya da suyun içindeki alanlar.Deniz suyu çok iyi bir iletken çünki.
Deniz kenarından sonra en etkili 2. topraklama alanı kırlar.Özellikle sabahın erken saatlerinde olduğu gibi çiğle kaplılarsa.
Dr. Oschman’ a göre eğer kaplanmış değilse beton da iyi bir iletken.Boyanmış beton elektron akışına tam olarak izin vermiyor.
Asfalt,tahta,ve ayakkabı tabanlarında bulunan malzemeler iyi bir yalıtkan olduğundan topraklama için uygun değiller.

Yüksek ve Yalıtkan Tabanlı Ayakkabılar Giymek ve Yüksek Katlarda Yaşamak Sağlığınız İçin Neden Zararlı Olabilir?

Dr. Oschman açıklıyor:
“Yeryüzü elektrikle yüklüdür ve vücudunuza elektron gönderir.Bu yüzden başınızın tepe bölgesiyle yerküre arasında bir potansiyel elektrik oluşur.Bunu hissetmezsiniz çünkü herhangi bir akım olmaz,bu potansiyel elektrik yüzlerce volt olsa bile.Eğer akım gerçekleşseydi bir elektrik şoku yaşardınız.
Havalar bozuk olduğunda bu potansiyel elektrik çok büyük boyutlara ulaşır.100 volttan 10.000 volta çıkabilir.
Bu miktar yıldırım düşmeden önce havada oluşan miktardır.
Bu potansiyel,güneş ışınlarıyla elektrik yüklenen iyonosfer tabakasıyla yeryüzü arasındaki potansiyeldir.
İyonosfer tabakasındaki elektrik yüklü parçacıklar dünyaya ulaşır ve yıldırım düşmesiyle bütün yeryüzüne elektrik yükler.Yerkürenin herhangi bir noktasına bu elektrik yükü vardır.Bu elektrik güneşten,iyonosfere ordan yeryüzüne gelir.
Şu anda bulunduğunuz yerde yıldırım düşmüyor olabilir ama dünyanın başka bir yerinde mutlaka düşüyor.Ve bu sayede yerküre vücudumuz için gerekli elektronları depoluyor.
Başınızda oluşan potansiyel elektrik ve onun zararlı etkileri, eğer vücudunuzu topraklamazsanız yeryüzü ile aranızdaki mesafe arttıkça yükselir.
Eğer 20.katta yaşıyor ve topraklama yöntemi ile bu potansiyel elektriği boşaltmıyorsanız,1. katta yaşayanlara göre bu potansiyel elektrikten daha fazla zarar görürsünüz.

Kaynak : http://articles.mercola.com/sites/articles/archive/2012/04/29/james-oschman-on-earthing.aspx
Devamını Oku »

20 Haziran 2017 Salı

YÜRÜYEN AĞAÇ : PALMİYE



Bizler pek farkında olamasak da var olduğumuz doğamızda bizlere fazlasıyla ilginç gelebilecek sayısızca olay meydana gelmekte. Bizimde bir parçası olduğumuz doğada fark edebildiğimiz güzelliklerin dışında yavaş olageldiğinden fark edemediğimiz yine sayısızca eylem gerçekleştirir. Var edilmiş bu doğanın büyük bir parçasını kaplayan ağaçları düşündüğümüzde büyüdükleri topraklarda sabit bir şekilde canlılık faaliyetlerini sürdürdükleri aklımıza gelir. Öyle ki neredeyse hepsinin hareket yeteneği sadece bir rüzgarın onları bir sağa bir sola savurmasından ibaret zannederiz. Ağaç denildiğinde aklımızda genelde bu düşünceler belirmekte. Fakat işin özünde ağaçlar ve de diğer bitkilerin büyük çoğunluğu metabolizmalarında ürettikleri hormonlar ve topraktan aldıkları su sayesinde yaşam evrelerini daha iyi standartlarda tamamlayabilmek adına vücutlarını en verimli şekilde yaşamaları için en uygun şekle sokmaktadırlar. Bütün bunlar bizim fark edemeyeceğimiz bir hızda gerçekleşmektedir.

Bu sayısız harika ağaç türlerinden öyle bir tanesi var ki yaşamsal faaliyetlerini azaltacak veya durduracak herhangi bir olumsuzluk durumunda bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak adına sabit olarak bulunduğu toprak üzerinde yürüyebiliyor. Palmiye familyasının bir türü olan bu ağaç diğer ağaçlar büyüyüp güneş ışığının kendisine ulaşmasını engellediklerinde güneş ışığının ulaştığı alana doğru köklerini topraktan koparıp bulunduğu alandan ayrılıyor ve ışığına kavuşuyor. Etkileyici değil mi ? Tamamen hidrostatik ve hormonal kuvvetlerle ilerleyen bu ağacın yürüdüğünü biz fark edemiyoruz. Çünkü yılda sadece yaklaşık 1 metre ilerliyor ve bu hızı biz fark edemiyoruz. 1 metre gözünüze kısa görünüyor olabilir ama hiçbir tür sinir ve kas sistemini içinde barındırmayan bir canlı için oldukça uzun bir yol bu.

Bu ağaç yılda 12 metreye kadar uzayabiliyor ve gövdesinden diğer ağaçlar gibi ev ve diğer yapıların inşaasında yararlanılıyor.

Bu ağaç türü şaşırabileceğiniz milyonlarca harika türden sadece bir tanesi. Doğa bizi şaşırtmak için keşfedilmeyi beklerken bizler de doğadan uzaklaşmayarak bu keşfedilme arzusuna cevap vermeliyiz..

Sezer ÇEVİK

Kaynak : https://www.fenadami.com/y%C3%BCr%C3%BCyen-a%C4%9Fa%C3%A7-palmiye/
Devamını Oku »

SESSİZ ALEM - ( KONUŞAN AĞAÇLAR - AKILLI BİTKİLER )



Kimin aklına ağaçların soyları hakkında bilinçli olduğunu, hafızaya sahip olduklarını, birbirleriyle iletişim halinde oldukları, ya da bir diğer deyişle akıllı canlılar olduğunu bilebilirdi ki! Yapılan araştırmalar, bitkilerin de sosyal yaşam, duyarlılık, iletişim konusunda hayvanlar kadar kompleks yaşama biçimleri olduğunu gösterdi. Kanada?da Alberta Üniversitesinde profesör olan James Cahill, son 10 yıldır artık bitkilerin için de, hayvanlarda olduğu gibi ?bitkisel davranış cümlesini kullanmaya başlayabildiklerini belirtti.

Max Planck Enstitüsü eğitim görevlisi olan Ian Baldwin bitkilerle ilgili dediklerine değinelim: Çevreye inanılmaz duyarlılar. Hatta hayvanlardan bile daha gelişmiş bir hassasiyetleri ve davranış mekanizmaları var. Bugüne kadar bitkilerin 700'ün üzerinde algılama biçimleri olduğu sayıldı (mekanik, kimyasal, termik, ışıksal…) Işık ele alınırsa, bizim algılayamadığımız dalga boylarını algılıyorlar. Dokunmaya karşı şaşırtıcı derecede hassaslar. Dallarındaki en küçük hareketliliği hissedebiliyorlar. Kimyaya gelince: onların esas uzmanlık alanları diyebiliriz. İnsanoğlunun kokusunu bile duymadığı yüzlerce sinyali duyabiliyorlar.? Ayrıca bir bitkinin çevredeki en küçük değişikliğe cevap olarak (esen rüzgar, böcek istilası, ışık açısı) metabolizmasını baştan sona değiştirebileceğini biliyoruz.

KENDİ ARALARINDA REKABET EDİYORLAR

Hareketlerindeki bir başka değişiklik ise çevredeki diğer bitkilerle olan iletişimlerine dayanıyor. Yapraklarından ya da köklerinden gönderdikleri kimyasal vs. sinyaller sayesinde türdeşleriyle konuşabiliyorlar, ya da kendilerine saldıran böceklerin avcılarını yaydıkları kimyasallarla çekip kendilerini kurtarabiliyorlar. Ancak hepsi bu da değil. Florans Üniversitesi profesörü Stefano Mancuso: Toplumsal davranış biçimleri var. Kendi türdeşlerini, diğerlerinden ayırt edip türlerine yakınlıklarıyla orantılı olarak açgözlülükle rekabet edebiliyorlar. Bu bağlamda gruplaştıklarını söyleyebiliriz.

Dünyanın dört bir yanından araştırmacılar bitkilerin bu kadar karmaşık ve donanımlı doğaları üzerine cevap aramaya calışıyor. Yapılan keşiflere dayanarak bitki kognisyonundan bahsedebilir miyiz? Eğer bu kadar akıllılarsa beyinleri nerede? Acaba bu özellikler sadece doğal seleksiyon ve adaptasyon süreçlerinin bir sonucu mu?


Bitkiler kendi aralarında iletişime geçtikleri kadar kendilerine saldıran canlılarla da iletişime geçebilirler. Örneğin bir tırtıl bir domates bitkisini yemeye başladığı zaman yapraklar zehirli ve uçucu bileşikler salgılarlar. Bu bileşikler saldırganı kaçırttığı gibi komşu bitkileri de kendi savunmalarını hazır duruma getirmeleri için uyarır.

Bazen de bitkiler iki bitki arasındaki iletişim için bir şebeke ağı vazifesi görürler. Buna binayen Redbud Üniversitesi’nden Josef Stuefer’in son araştırmaları bitkilerin birbirlerini uyarmaları içi kendi kablosuz iletişim sistemlerini kullandıklarını ortaya koyuyor.Sarmaşık, çilek, yonca, kamış, gibi birçok bitki doğal olarak şebekeler oluşturuyor ve bireysel bitkiler birbirleriyle belli bir zaman aralığında bağlantılı kalıyor. Bu bağlantılar bitkilerin içsel kanallar aracılığıyla birbirleriyle bilgi paylaşmasını sağlıyor.Son zamanlarda Stuefer ve çalışma arkadaşları eğer düşmanlar yakınlarda iseler bitkilerin birbirlerini şebeke hatları aracılığla uyardığını ilk kez gösterdiler.Eğer bitkilerden birine tırtıl saldırırsa şebekenin diğer üyeleri içsel sinyaller aracılığıyla uyarılır.Bunu kızılağaçların yaptığı bilimsel olarak tespit edilmiş durumdadır.Uyarıldıklarında el sürülmemiş sağlam bitkiler yaklaşan tırtıllar için daha az çekici olmak için kimyasal ve mekanik dirençlerini güçlendirirler ve acıtonel adlı acı bir esans salgı salarlar ve rüzgar yardımıyla diğer çevredeki ağaçlara iletirler.Daha da ilginci türdeşlerini kayırmada uzmanlar.Yapraklarından ya da köklerinden gönderdikleri kimyasallar sayesinde türdeşleriyle konuşabiliyorlar ya da kendilerine saldıran böceklerin avcılarını yaydıkları kimyasallarla çekip kendilerini kurtarabiliyorlar.Ancak bu da değil, sosyal olarak oldukça gelişmiş durumdalar. Florance üniversitesi profesörü Stefano Mancuso ‘’Toplumsal davranış biçimleri var. Kendi türdeşlerini diğerlerinden ayırıp yakınlıklarıyla orantılı olarak aç gözlülükle rekabet edebiliyorlar. Bu bağlamda gruplaştıklarını söyleyebiliriz ‘’ diyor.

Bir o kadar ilginç bir davranışta kavak ve kızılağaçtan geliyor.Bir çekirge istilası ya da bir tırtıl istilası olduğunda bir insan müdahalesi olmasa dahi bunun aniden durduğunu ve milyonlarca tırtılın öldüğünü görebiliyoruz.Tıpkı düzenli olarak her 10 yılda bir aşırı çoğalan ve kavak ve kızılağaç sürgünlerinin %90 ını yiyen Alaska beyaz tavşanları gibi.Bu aşırı tacizin sonunda kavak ve kızılağaçlar tavşanlar açlıktan ölseler dahi onlara dokunamayacakları bir salgı üretirler.Bu olayın açıklamasını ise bir muhabirle bir uzmanın röportajından anlıyoruz.Uzman şöyle diyor: ‘’ 80 li yılların başında bir kavağın, akağacın veya çınarın yapraklarının bir kısmını tahrip ettiğimiz zaman ağacın geri kalanı otoburların yiyemeyeceği kadar yoğunlukta maddeler üreterek karşı saldırıya geçerler.Özellikle de tanen maddesi.Kısaca eğer çok yenirse ağaç kendini sindirilemez hale getiriyor.


Kaynak 1: https://www.fenadami.com/konu%C5%9Fan-a%C4%9Fa%C3%A7lar-ve-sessiz-alem/

Kaynak 2: http://www.hutopia.net/akilli-bitkiler-2/ 
Devamını Oku »

12 Haziran 2017 Pazartesi

GENOM HARİTANIZI ÇIKARMA MALİYETİ 100$'A SÜRESİ DE BİR SAATE İNEBİLİR



İlk insan genom dizilimi çalışması 2003 yılında yapıldı ve yaklaşık 2,7 milyar dolara mal oldu. Şimdiyse, DNA dizilim devi Illumina, yarattığı yeni makinesiyle tüm genom haritanızı 100$’dan daha az bir tutara çıkarabileceklerini iddia ediyor.

Illumina’nın CEO’su Francis deSouza NovaSeg isimli makineyi, San Fransico’da JP Morgan Healthcare Konferası’nda sunarken katılımcılara, makinenin tarayıcı hızıyla tüm bir insan genom dizilimini bir saatten daha kısa bir sürede deşifre edebileceğini iletti.

Etkilenmemek mümkün değil; 15 yıldan kısa bir süre içinde, bir zamanlar milyarlarca dolar ve onlarca yıl süren araştırmalardan, bu makul maliyetlere ve “1 saatlik” bir süreye vardık. Gerçi, genom dizilimi maliyetleri sürekli düşüş sergiliyor. 2006 yılında Illumina’nın bir makinesi bu işi 300.000$’a yapıyorken, 2014’te aynı işi 1000$’a yapabiliyordu.

Bu hızlı düşüş klinik araştırmalara şimdiden faydalı oldu. Ancak tüketiciye odaklanmış şekilde, daha hızlı ve daha düşük fiyat noktasına ulaşmak sağlık alanındaki girişimler için daha da çekici olacaktır. Pek çok klinik ve araştırmacı, kanser ve diğer hastalıklar konusundaki çalışmalarında genetik verilere ulaşırken; müşterilerin genetik araştırmalara olan ilgisi, 23andMe ve AncesteryDNA gibi girişim kaynaklı çalışmalar sebebiyle de artmış durumda. Angelina Jolie gibi ünlü isimler de Color Genomics firmasının BRCA-1 ve BRCA-2 gibi göğüs kanseri taramalarına kadınların katılımını ve ilgisini artırmak için çaba gösteriyor.

Illumina, doğrudan tüketicilere yapılan bu tarz testler konusunda arka planda önemli bir rol oynamakta, yani genom dizilimi konusunda 23anMe gibi bir çalışmaya katıldıysanız testler büyük olasılıkla Illumina’nın makinelerinden birinde yapıldı.

Bu test hizmetlerinin çoğu şimdiden birkaç yüz dolara mal oldu. Artan hız ve düşen maliyetler ise sadece karlılığı artırmakla kalmayıp, sayısı çoğalan müşteri yükünü de beraberinde getirdi.

Illumina’nın yeni makinesinin düşük fiyatlı olması hedefleniyor. NovaSeq 5000 850.000$’a, NovaSeq 6000 ise 985.000$’a satılacak iki model olarak üretilecek.

Şimdiden 6 müşteri NovaSeq’i test etmek için bekliyor. Bunlardan biri Chan Zuckerberg’in firması Biohub (Mark Zuckerberg ve eşi Priscilla Chan tarafından kurulmuş bilimsel çalışmalar yapan bir şirket), diğerleri ise MIT’e bağlı Broad Institute, Harvard Üniversitesi ile Regeneron ve Human Longevity isimli biyoteknoloji şirketleri. DeSouza da, bu şirketlerin yeni makine için sipariş verdiğini doğruluyor.

Illumina, her ne kadar yeni makinesi için fiyat düşüşünü birden gerçekleştiremiyor ve verilerin işlenmesi için hala zaman gerekiyor olsa da; yapay zekanın hızlı adaptasyonu tabii ki süreci hızlandıracaktır ve böyle bir iş için bu inanılmaz fiyat düşüşü gerçekten heyecan verici. Duyurunun ardından Illumina şirket hisseleri de %16 artış gösterdi.

KAYNAK : https://techcrunch.com/2017/01/10/illumina-wants-to-sequence-your-whole-genome-for-100/
Devamını Oku »

BU KÜÇÜK METAL PARADA 1000 FARKLI DİLİN MİKROSKOBİK ARŞİVİ VAR


Dosyalarınızın güvende olduğundan emin olmak istiyorsanız, bunları farklı yerlere yedeklemek iyi bir fikirdir. Bu da tamamen Rosetta Giyilebilir Disk fikrinin gerisindeki temel düşünceyi yansıtıyor. Madeni paranın bir tarafında, 2010 yılında kullanılan 1.000 farklı insan lisanının bir arşivi bulunuyor. Çoklu kopyalar üreterek, dil uzmanları bu arşivin yüzyıllar boyunca saklanabileceğinden emin olabiliyor.

Rosetta Projesi öncülüğünde yürümekte olan çalışmada amaç meşhur Rosetta Taşı’nın modern bir sürümünü oluşturmak ve modern metinleri tercüme etmek için kullanılabilecek ve sonraki nesillerle paylaşılabilecek bir ortam meydana getirmek – disk MS 12.000 yılına kadar dayanacak şekilde tasarlandı.



Nikelden yapılacak Rosetta Giyilebilir Disk, genişliği sadece 1,98 santimetre olup mikroçip yapmak için kullanılana benzer bir süreç ile üretiliyor.  Küçük nikel parçaları bir cam tabaka üzerinde çekilerek 1.000 sayfalık dil bilgisini yazmış oluyor ve sonuçta oluşan diskte bütün bilgi yüzeye işlenmiş oluyor. Sayfalara bakmak için normal bir büyüteç yeterli olabilir, ancak gerçekten metni okumak istiyorsanız 150X kapasiteli bir laboratuar mikroskobuna ihtiyacınız olacak.

Bunlardan birini nasıl edinebilirsiniz? Rosetta Projesi’nin bunları ucuz ve kolayca erişilebilir hale getirmesi gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz. Bunlardan birini kolye gibi boynunuza takmanız için dil inisiyatifine 1.000 USD gibi bir harcama yapmanız gerekiyor ve mevcutlar oldukça sınırlı olacak. Maliyet kısmen, çok küçük bir yüzeye dağıtılmış çok görünür bir veriyi üretme sürecinden kaynaklanıyor. Bir mikro-SD kartına bir metin dosyası atmakla kıyaslandığında, arşivlerin günümüzden yüzyıllar sonra bile erişilebilecek olmasında hiç kuşku görünmüyor.

KAYNAK : http://gizmodo.com/this-tiny-coin-contains-a-microscopic-archive-of-1-000-1791607699
Devamını Oku »

KADİM MISIRLILARIN ŞAŞIRTICI ATALARI: MUMYALARIN İLK GENOM ARAŞTIRMASI ONLARIN AFRİKALI OLMAKTAN ÇOK TÜRK VE AVRUPALI OLDUKLARINI ORTAYA KOYUYOR



Kadim Mısırlıların ilk tam – genom analizi onların Afrikalı olmaktan daha çok Türk ve Avrupalı olduklarını gösteriyor.
Bilim insanları MÖ 1400 – MS 400 tarihlerinden kalmış Mısırlı mumyalardan alınan kadim DNA’yı analiz ettiler ve onların Akdenizli insanlar ile genleri paylaştıklarını keşfettiler.
Kadim Mısırlıların Levant’taki (Doğu Akdeniz ülkeleri – modern günümüz Türkiyesi, Suriye, Ürdün, İsrail ve Lübnan) kadim popülasyon ile yakından ilişki olduklarını buldular.
Ayrıca genetik olarak Anadolu Yarımadası ve Avrupa’daki Neolitik popülasyona benziyorlardı.


Çığır açan araştırma mumya genetiklerinin daha yakın incelenmesini gerçekleştirmek için DNA diziliş tekniklerinde son ilerlemeleri kullandı.
Nature Communications’da yayınlanan araştırma modern Mısırlıların kadim Mısırlılardan daha çok Alt – Sahralı Afrikalılar ile genleri paylaştıklarını buldu.
Veriler modern Mısırlıların Alt – Sahra Afrikalılar ile nükleer seviyede yaklaşık yüzde sekiz daha fazla ataları paylaştıklarını gösteriyor.
Mısır kadim popülasyonların araştırılması için ümit verici bir bölge, çünkü dünya çapında ticaretin göbeği idi.
Tuebingen Üniversitesi ve İnsan Tarihi Bilimi Max Planck Enstitüsünden yazarlar “Kadim Mısırlıların böyle çeşitli genetik mirasa sahip olmalarının muhtemel nedeni bu” dediler.
“Mısırın popülasyon geçmişi karmaşık, çünkü Afrikanın giriş kapısında bulunuyor ve çok fazla tarihi devirler gördü”
‘MÖ 1 nci binyılda kadim Mısır bir çok yabancı güçler tarafından yönetildi.
Ekibin araştırması hem modern hem de kadim yerli ırklardan alınan DNA örneklerini karşılaştırarak Mısırlıların genetik geçmişini çözmeyi kapsıyordu.
Araştırmacılar ilk kez Mısırın kadim geçmişini araştırmak için geniş kapsamlı genetik veri tabanı oluşturmayı amaçlıyorlardı.
Professor Krause ‘Asurlular, Nunbianlar, Yunanlar veya Romalılar gibi yabancı hegemonyaların kadim Avrupanın gen havuzunu değiştirip değiştirmediği, onları daha fazla veya daha az Afrikalı yapıp yapmadıkları çok fazla tartışılmaktaydı.” dedi.
“Bunu test etmek ve eski krallık ve Roma periyodu arasında genetik devamlılık olduğunu bulmak istedik.”




ARAŞTIRMA NASIL YAPILDI

Mumyalamadan önce bedenlerin kimyasal işlemden geçirilmesi ve tutuldukları sıcak ortam nedeniyle mumyalanmış insan DNA’sının normalde incelenmesi zordur.
Ama ekibin kullandığı yeni genetik teknikler mumyalanmış DNA’yı daha önce olduğundan daha ayrıntılı incelemelerini sağladı.
Ekip Orta Mısır’da Nil Nehri boyunca Abusir el-Meleq arkeolojik sitesinden 151 mumyalanmış bireyden örnek topladı.
Toplamda, yazarlar 90 bireyden alınan mitokondriyal genomu düzelttiler ve üç bireyden genom – çapında veri setlerini düzelttiler.




Genom – çapında örnekler mumyalanmış kalıntılardan ilk kez alındı.
Ekip genetik yapıdaki farklılıkları analiz etmek için bu kadim Mısırlı DNA’yı, modern Mısırlılardan alınan genom örnekleri ile karşılaştırdı.
‘Ancak son 1500 yılda Mısırlılar genetik olarak daha fazla Afrikalı oldular, kadim Mısırlılar neredeyse alt – Sahra Afrikalı ataların genetiğini hiç göstermediler ve kadim Yakın Doğu ve Avrupalı popülasyonlara yüksek yakınlık gösterdiler.’
Tuebingen Üniversitesinden Profesör Alexander Peltzer; ‘Özelde, Abusir el-Meleq’in kadim sakinlerinin genetik yapısındaki değişikliklere ve sürekliliklere bakmak ile ilgileniyorduk.
‘Büyük İskender’in ve diğer yabancı güçlerin kadim Mısır popülasyonunda genetik bir damga bırakıp bırakmadıklarını test etmek istedik.’
Araştırma kadim Mısırlıların Levant’taki ( modern günümüz Türkiyesi, Suriye, Ürdün, İsrail ve Lübnan) kadim popülasyonlar ile çok yakından ilişkili olduklarını ve ayrıca Anadolu Yarımadası ve Avrupanın Neolitik popülasyonları ile yakından ilişkili olduklarını buldu.
Max Planck Enstitüsündeki grup lideri ortak yazar Wolfgang Haack ekledi; ‘Abusir el-Meleq toplumunun genetikleri incelediğimiz 1300 yıl zaman aralığı sırasında herhangi büyük değişimden geçmedi; bu, poplülasyonun genetik olarak yabancı güçler ve yöneticiler tarafından göreli olarak etkilenmediğini ileri sürüyor.”

KAYNAK : http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-4555292/Study-mummies-reveals-Turkish-European.html

Devamını Oku »

DÜNYANIN EN HIZLI KAMERASINDAN YENİ REKOR : ARTIK IŞIĞIN HAREKETİNİ ÇEKEBİLİYOR


İsveç Lund Üniversitesi"nden bilim insanları saniyede 5 trilyon kare yakalayabilen ve bu hızıyla bizzat ışığın kendisini yakalama hızına erişebilen en hızlı kamerayı yaptılar.
Bulguları Light: Science and Applications’da yayınlanan yöntem; bir nesneyi filme alınmak üzere nesneden yansıyan lazer ışığının kısa flaşlarına maruz bırakmayı kapsıyor. Her atım kodları önce resme, ardında da video dizinine çeviren bir algoritma ile benzersiz bir kod veriyor.

Bir dizindeki görüntüleri teker teker çekmek yerine diğer yüksek hızlı kameralar gibi bu kamera her bir kare için dört ayrı görüntü çekiyor. Araştırmacılar bu teknolojiye Çoklu Pozlama için Sık Tanım Algoritması (FRAME) adını verdiler.

Aynalar ve lenslerden meydana gelen karmaşık laboratuvar ekipmanları gerektiren bu metodu kullanarak araştırmacılar anları saniyenin 0.2 trilyonunda biri kadar kısa sürede çekebiliyorlar. Bu da şimdiye kadar ulaşılan en yüksek hız.

Işığın hareketini saniyenin katrilyonda birinde gösteren aşağıdaki videoda kâğıt kalınlığına denk gelen mesafe boyunca bir saniyenin milyarda birinin milyonda birini görebilirsiniz.



Araştırmanın yazarlarından Elias Kristensson yaptığı bir açıklamada: “Bugün bu denli hızlı olayları görselleştirmenin tek yolu sürecin hareketsiz görüntülerini fotoğraflamaktır. O zaman daha sonra bir filme dönüştürülebilecek çeşitli sabit görüntüler elde etmek için aynı uygulamayı tekrar etmek durumunda kalırsınız. Bu yaklaşımdaki sorun ise uygulamayı tekrar ettiğinizde sürecin tıpatıp aynı olma ihtimalinin pek muhtemel olmamasıdır”, şeklinde konuştu. New Atlas’a göre daha önceki en hızlı kameraya ait kayıt Tokyo Üniversitesi tarafından geliştirilen saniyede 4.4 trilyon kareydi.

Lund Üniversitesi araştırmacıları bu atılımın kimya, fizik, biyoloji gibi pek çok alanda faydalı olabileceğini söylüyorlar. Bu teknolojinin pek çok faydası olacağına eminiz. Kim hareket eden ışığı yakalamak istemez ki?

KAYNAKLAR : https://www.fizikist.com/dunyanin-en-hizli-kamerasindan-yeni-rekor-artik-isigin-hareketini-cekebiliyor/
http://www.iflscience.com/technology/new-record-for-worlds-fastest-camera-can-picture-the-movement-of-light-itself/
Devamını Oku »

8 Şubat 2017 Çarşamba

DİKKATİNİ VERMEK ENERJİ VERMENİN BİR YOLUDUR



Dikkatini Vermek Enerji Vermenin Bir Yoludur

Aşağıdaki vaka, The Hidden Messages in Water (Beyond VVords Publishing, 2004) adlı kitabımda sunulduğu için bazı okuyucular bunu hatırlayabilirler. Bu kitaptan bir alıntı yapıyorum:
Dergimize abone olan bir aile ilgi çekici bir deney yaptı. İki cam kavanoza pirinç koydular ve bir ay boyunca her gün birine "Teşekkür ederim" diğerine ise "Sen aptalsın" dediler ve bu dönem içinde pirincin nasıl değişim gösterdiğini izlediler. Çocuklar bile, okuldan eve döndüklerinde, pirinç kavanozlarına bu sözcükleri söylediler. Bir ay sonra, kendisine "Teşekkür ederim" denen pirinç malt kokusuna benzer olgun, yumuşak bir kokuyla mayalanmaya başlarken, "Sen aptalsın" denen pirinç çürüdü ve karardı.Bu deneye yayımladığım kitapta [Messages form Water, C.l] yer verdim, bunun sonucunda bütün Japonya'da yüzlerce aile aynı deneyi kendileri yaptı. Herkes aynı sonuçları bildirdi. Ailelerden biri deneyde ufak bir değişikliğe gitmişti: diğerleri gibi onlar da ilk pirinç şişesine "Teşekkür ederim" İkincisine de "Sen aptalsın" demişler ve üçüncü bir şişe daha hazırlayıp ona aldırmamışlardı. Sizce ne oldu? Kendisine aldırılmayan pirinç gerçekten de "Sen aptalsın” sözüne maruz bırakılan pirinçten daha önce çürümüştü. Başkaları da aynı deneyi yapmaya çalıştıklarında, sonuçlar yine aynı oldu. Öyle görünüyor ki alay edilmek aslında aldırış edilmemek kadar zarar verici değil.
Bu deneyin sonucu çok anlamlı. Hayatta en zor şey aldırış edilmemek ve dikkatini vermemektir. Bir şeye dikkatini vermek, enerji vermenin bir yoludur. Bitki yetiştiren biri bana, sularken bitkilerle konuşulursa daha hızlı büyüyeceklerini ve daha güzel çiçekler vereceklerini söylemişti. Dikkatini vererek hayat daha iyi bir yönde ilerlemek için enerji alabilir. Aynı durum insan toplumu için de geçerlidir. Durgun bir ekonomi yüzünden, yeniden yapılanma birçok Japon şirketi arasında popüler bir uygulama haline geldi. Şirketler, çalışanları acımasızca kendi işlerinin temel etkinlikleri dışında gereksiz sayılan şeylere itiyorlar. Daha da kalpsiz şirketler onları bir yeniden yapılandırma odasına koyuyorlar, onlara gerçek işlerini vermiyorlar. Onların bakış açısına göre, patronları tarafından şiddetli biçimde azarlanmak daha kolay kaldırılacak bir şey.
Yapacak hiçbir iş ve konuşacak hiç kimsenin olmadığı bir konumda olmaktan daha zor hiçbir durum yoktur. Böyle bir duruma artık dayanamaz hale geldiklerinde, kendi istekleriyle şirketten ayrılırlar. En kötü durum senaryosu ise intihar etmeye yönlendirilmeleridir. Gelin tersini düşünelim. Çalışanlarımızın işlerini daha iyi yapmalarını istiyorsak, onlarla daima teşvik edici bir şekilde konuşalım. Hastalandıysak ya da yaralandıysak, gelin bundan etkilenen hücreleri şefkatle tedavi edelim. Etkilenen bölüme bütün dikkatimizi vermek iyileşmesini hızlandıracaktır. Vücudumuzun o bölgesi yüzünden hayatımızı sağlıklı bir şekilde yaşayabileceğimizi unutmamalıyız, bu yüzden ona karşı minnettarlık hissetmeliyiz. Çevremizdeki insanlar hastaysa, gelin onlara bir şeyler söyleyelim. Yaptıkları katkılarla hayatımızı daha zenginleştirdiklerinin farkına vararak gelin onları bütün samimiyetimizle olumlu sözlerle yüreklendirelim. Bunu yaparak onların daha hızlı iyileşeceklerini umabiliriz.
Sözcüklerimizdeki Güç
Su duyarlıdır ve söylediğimiz şeye tepki verir. Olumlu sözcükler söyleyerek suya iyi hado gönderdiğimizde, su bize güzel kristaller gösterecektir. Ayrıca, dualarımız da enerji yayar ve suyun niteliğini değiştirir. Suya dua ederek, suya hado göndeririz ve böyle bir su dualarımıza potansiyel olarak yanıt verme gücü kazanır. Bunu yapmada ustaca bir püf noktası var. Dualarımızı gelecek zaman yerine geçmiş zaman kullanarak edersek daha güçlü hado gönderebiliriz.
Örneğin, annesi kanser olan bir çocuğun onun suyuna iyileşmesi için dua ettiğini varsayalım: "Annemin kanserinin iyileşeceğini umuyorum." Böyle bir duanın kötü olduğunu söylemiyorum. Elbette, bu duanın hado'su suyu etkiler. Aynı duayı farklı sözcüklerle kullanarak etmek, suyu değiştirmek için daha etkili bir yol olabilir: "Annemin kanseri iyileşti."
Dilbilgisi bakımından konuşmak gerekirse, geçmiş zaman bir anlam ifade etmez, çünkü olay daha gerçekleşecektir. Bununla birlikte, düşüncelerimizi ve niyetimizi geçmiş zamanda söyleyerek daha güçlü hale getirebiliriz. Gelecek zamanda "iyileşecek" demek yerine, geçmiş zamanda "iyileşti" demek güçlü irademizi daha etkin bir şekilde aktarabilir. Dua ederken, bir tedavinin biz dile getirir getirmez güçlü bir imgesini oluşturmak önemlidir.
Bir şeyi imgelemek nihai sonuç için dua ettiğimiz anlamına gelir. Örneğin, büyüdüğümüzde Birleşmiş Milletler genel sekreteri olmak istediğimizi varsayalım. Bu ifadeyi gelecek zamanda dile getirmeye kıyasla, bir yandan emin bir şekilde, "Ben genel sekreter oldum," derken, bir yandan da kendimi otuz yıl ya da elli yıl sonra Birleşmiş Milletlerin bir toplantısına başkanlık ederken imgeleyerek hayatımızı daha sorunsuz yaşamayı umabiliriz. Bu ancak bir imge oluşturulduktan sonra gerçekleştirilebilir.
Burada ele aldığım imge, umudumuzdur. Bir olumlu bilgi biçimidir. Bu bilgiyi güçlü sözcüklerle tekrar ettiğimizde, su da doğal olarak bize yardımcı olacaktır. Deneyimlerime göre sözcükleri yüksek sesle dile getirmek onları bir kağıda yazmaktan daha güçlü bir hado yayar.
Dindar biri değilim, gereksiz yere dinleri övmek de istemiyorum. Bununla birlikte, bir din tarafından uzun bir süredir kullanılan duaların güçlü bir hado enerjisi vardır. Dinimize imanla inanır ve duaları kuşku duymadan edersek, daha etkili bir güçle kutsanacağımızı düşünüyorum.
Duaları suda muazzam miktarda bir değişime yol açan dindar bir adama tanık olmuştum. Japon Ezoterik Budist tapınağından Baş Keşiş Houki Kato ile birlikte Gunma Bölgesinde Fujiwara Barajı'nı görmeye gittiğimizde, onun efsun ve dualarını dinlemiştim. Bu tür efsun ve duaları birkaç kez yapmıştı. Onun dualarından önce ve sonra çekilen Fujiwara Barajı' ndaki baraj rezervuarlarının fotoğraflarını görmüştüm. Karşılaştırıldığında, iki "önce" ve "sonra" resmin renkleri kesinlikle farklı görünüyordu. Fazlasıyla ilgimi çektiği için, Keşiş Kato'ya sonraki dua edişinde onunla birlikte gitmeme izin verip veremeyeceğini sordum.
Dualarına başlamadan önce, rezervuardan bir su örneği aldık. Keşiş Kato efsunlarına ve dualarına başladı. Çevresinde oldukça ağırbaşlı bir atmosfer yaratarak bir saat boyunca dua etmeye devam etti.
Dualarını bitirdikten sonra, onun konuşmasını dinliyordum. Belki de dualar bittikten yaklaşık on beş dakika sonrasıydı. Bana eşlik eden personel haykırdı, "Vay canına! Bak, rezervuarın rengi hızla değişiyor!"
Gerçekten o çok büyük rezervuarın suyu berraklaşıyordu. Duadan önce, su bulanık olduğu için yüzeyinde hiçbir yansıma yoktu. Şimdiyse çevredeki ağaçlar net imgeler oluşturarak yüzeyinde yansıyordu. Japonca'da kotodama (sözcüklerin ruhu) diye bir sözcüğümüz var. Kesinlikle, Keşiş Ka- to'nun sözcükleri o ruha sahip olmalıydı. Ruhun gücüne iş başında tanıklık ediyordum.
Su kristali resimleri çekmek için gideceğimiz Tokyo'ya götürmek için duadan sonra da sudan örnek aldık.
Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, dualardan önceki su örneğinde hiçbir kristal oluşmadı. Diğer yandan, dualardan sonraki su göksel bir güzellik taşıyan bir kristal oluşturdu. Dıştaki güzel altıgenin içinde çift yapılı küçük bir altıgen vardı. Bu kristal aynı zamanda The Hiddeti Mes- sages in Water adlı kitabımın kapağında da yer alıyor.
"Sevgi ve Minnettarlık" Bağışıklığı Arttırır
"İyi su" yapmak için mümkünse başlangıç olarak damıtılmış su alın. Özel herhangi bir şey yapmadan damıtılmış sudan güzel buz kristali resimleri alabiliyoruz. Bu da suyun iyi ve saf olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte, damıtılmış su bulmak kolay değil. O durumda sıradan musluk suyu da kullanılabilir.
Şişedeki suya dua edin. Fujiwara Barajı'ndaki rezervuar suyunu değiştiren Keşiş Kato gibi efsunlar ve dualar edebilmemiz en iyisi olacaktır. Bununla birlikte, bizim gibi sıradan insanlar için onun yaptığı şekilde "sözcüklerin ruhu" ile dualar etmek zor olacaktır. Özel bir eğitim almadığımız için bütün diğer düşüncelerimiz dikkatimizi dağıtacaktır.
O yüzden suyla konuşmanız yeterli. Bir dileğiniz varsa, daha önce de ifade ettiğim gibi bu dileği bir yandan başarınızı imgelerken bir yandan da geçmiş zamanda vurgulu bir ifade olarak dile getirmek isteyebilirsiniz.
İdeal olarak, dualarınızı sürekli yüksek sesle etmelisiniz. Bununla birlikte, günümüzün meşgul insanları için her gün birkaç saat suya dua etmek pek mümkün olmayabilir. Söyleyeceğinizi bir kağıt parçasına yazıp bu kağıdı suyun okuyabileceği şekilde içinde bulunduğu kaba yapıştırmanızı öneririm. Ayrıca, suyla arada sırada konuşun ve şişeyi sallayın; bu suyu harekete geçirmeye yardımcı olur ve titreşimlere katkıda bulunur.
Sadece bunları yaparak kendi şahsi hado suyunuzu yapabilirsiniz. Bu sudan günde beş bardak içmenizi öneririm.
Peki, özel bir isteğiniz yoksa ne yapacaksınız? Yapılacak en iyi şey suya "sevgi ve minnettarlık" sözcüklerini gösterip onunla konuşmak olacaktır. Uzun bir süre boyunca, suya bilgiler verip buz kristali fotoğrafları çektim. Kristal resimleri çekmek için suya aklımıza gelebilecek birçok olumlu bilgi - güzel sözler, güzel manzara fotoğrafları ve güzel müzik verdik. Bunların hepsi güzeldi, ama bana göre en güzeli suya "sevgi ve minnettarlık" sözcükleri gösterildikten sonra oluşan kristaldi.
"Sevgi" mutlaktır, "minnettarlık" görecelidir. Mutlaklık aktif bir enerji, görecelilik ise pasif bir enerjidir.
Ancak karşımızda bir alıcı olursa biz bir verici olabiliriz. Sevginizi vermek için ne kadar uğraşırsanız uğraşın, alacak biri yoksa, bunu yapamazsınız. Bu Doğa'nın takdiridir. Güneş verici taraftadır, ay ise alıcı tarafta. Erkekle kadın arasındaki aşk için, dünyaya getirme konusundaki verme eylemi için de bu geçerlidir. Bu eylemler alıcı olduğunda mümkündür.
Muhteşem bir şekilde, su kristalleri bize Doğa'nın takdirini ve hayat olgusu kavramını sunar.
Sadece sevgi değil. Sadece minnettarlık değil. Ancak ikisi bir olduğunda Doğa'nın işleri kendini gösterebilir.
Belki bu iki sözcükten daha iyi bilgi olmadığını fark etmeye başladım. Suyun oranı bire ikidir, bir oksijen, iki hidrojen. Bu yapıdan öğrendiklerime dayanarak, suyun bir pay sevgi, iki pay minnettarlık anlamına geldiğine inandığımı bile söylemeye cüret edebilirim.

Dr.Masaru Emoto

Kaynak : Suyun Bilinmeyen Gücü
Kitap PDF link: http://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2017/01/suyun-bilinmeyen-gucu-masaru-emoto.html
Devamını Oku »

13 Ocak 2017 Cuma

İSKOÇYA'DAN TÜRKİYE'YE KADAR UZANAN 12.000 YILLIK BÜYÜK YERALTI TÜNELLERİ !





İskoçya'dan Türkiye'ye kadar uzanan 12.000 yıllık büyük yeraltı tünelleri!

İskoçya'nın kuzeyinden başlayıp Türkiye'ye kadar ulaşan binlerce tünel bulunuyor. Bu tüneller içerisindeki en etkileyici olanı ise 12.000 yıllık büyük tünel. Tünellerin yapılış amacı tam olarak bilinmese de bazı ikna edici tahminler var.

İskoçya'nın kuzeyinden başlayıp Akdeniz'e ulaşan binlerce tünel bulunuyor. Bu tüneller içerisindeki en etkileyici olanı ise 12000 yıllık büyük tünel.

Bazı uzmanlar bu tünellerin insanları yırtıcı hayvanlardan korumak için yapıldığına inanırken, bir diğer kısım ise, birbirine bağlı bu tünellerin insanların savaştan veya şiddetten korunarak güvenli bir şekilde seyahat edebilmesi için yapıldığı fikrini öne sürmekte. Yani bu tüneller bir çeşit antik yeraltı otobanı olarak tanımlanıyor.

Daha ileri boyutta ve birazda hayalperest bir yaklaşımla bir kesim ise, bu tünellerin yeraltı dünyasına bir geçiş kapısı olarak görülebileceğini dile getirmekte.

Alman arkeolog Dr Heinrich Kusch, bu tünellerin kanıtının tüm kıtadaki yüzlerce Neolitik yerleşim bölgelerinin altında bulunduğunu söylüyor.

Dr Heinrich Kusch, "Antik Dünya'ya Açılan Yeraltı Kapısının Sırları (Secrets Of The Underground Door To An Ancient World)" adlı kitabında, "bu tünellerin birçoğunun 12000 yıl gibi uzun bir süreden sonra hala duruyor olması, orijinal (ilk) tünel ağının muazzam olduğunun kanıtıdır" diyor.

Avrupa sınırları içerisinde bu tünellerden binlerce bulunuyordu:

Alman Arkeolog Dr. Kusch; “Almanya’da binlece metre uzunluğunda tüneller keşfettik. Avusturya’da da yüzlercesiyle karşılaştık. Bu muazzam tüneller tüm Avrupa Kıtası’nda bulunuyor ve binlercesi mevcut.” diyor.



Tüm Avrupa'da İskoçya'nın kuzeyinden Akdeniz'e kadar bu tünellerin binlercesi var.


Bu tünellerin birçoğu 70 cm genişliğinde olan oldukça dar. Yani sadece bir insanın sürünerek geçebileceği kadar geniş. Bazı bölümleri ise daha genişçe yapılmış ve bu bölümlerde oturma yerleri, depolar, hatta odalar var.
Secrets Of The Underground Door To An Ancient World adlı kitapta, tünel girişlerine sonrada şapellerin inşa edildiği de yazıyor. Şapellerin inşa edilmesinin sebebini ise; kilisenin, bu tünellerin inançsızlardan miras kaldığı düşüncesinden korktuğu ve bu düşüncelerin önüne geçmeye çalışması olarak değerlendiriyor Dr Heinrich Kusch.

Benzer tüneller diğer kıtalarda da mevcut. Amerika'da millerce uzunluğa sahip birçok yeraltı geçitleri var.

Bu tüneller neden inşa edildi? Atalarımız güvenliği yeraltında aradıkları için mi inşa ettiler acaba?

Antik efsanelerin çoğu; eski zamanlarda, yerüstünde meydana gelen birçok afetten söz etmektedir. Yine birçok mit ve efsane ilk insanların bu yeraltı tünelleri, mağaraları, hatta şehirlerinde yaşadıklarından bahseder.

Kaynak : Daily Mail - Ancient Codes

Devamını Oku »

Yukarı Git