23 Aralık 2018 Pazar

KOLEKTİF NİYET, DNA VE SKALAR DALGALAR




Fizikçi Bill Tiller’ın laboratuvar ortamında yaptığı deneylerde, odaklanan niyetin, sudaki pH seviyesini yükseltip azaltabildiği, larvaların büyümesini %30 arttırabildiği, bakterilerin öldürülme hızını %30 arttırabildiği ölçülmüştür.

Bunun gibi daha birçok araştırmacının yaptığı farklı deneylerle, aklın ve bilincin madde üzerindeki etkileri bilimsel olarak, kayıtlara geçmekte.

İnsan bilinci, doğal bir skalar dalga (boyuna dalga, longitudinal wave) jeneratörüdür. Skalar dalgalar, genelde bilinen enine dalgalardan farklıdır. Günümüz fizikçileri (Gregg Braden, Dan Winter…) bu dalgaların yapısını ve işlevini araştırıp paylaşmaktalar.

Skalar dalgaların önemli bir özelliği ışık hızından da hızlı hareket etmeleri ve biyolojik gelişimi desteklemeleridir. Bilimin halen bu doğrultuda araştırıp geliştireceği büyük bir okyanus dolusu alan bulunmaktadır.

Nikolai Kozyrev’e göre güneşimiz de skalar enerji üretmektedir. Thomas Hieronymus’un araştırmaları, fotosentez işlevinin ana bileşeninin skalar enerji olduğunu ispat etmiştir. Bu teorisini, bitkileri tamamen ışıktan yalıtılmış karanlık bir odada, sadece skalar enerjiye maruz bırakarak ispat etmiştir. Alman fizikçi Fritz Albert Popp, 1970’lerde, bitkilerin biofoton formunda enerji biriktirdiklerini belgelemiştir. Araştırmalara göre gıda kaynaklı yiyeceklerin ya da desteklerin içeriğinde biofotonlar bulunurken, sentetik vitaminlerde biofoton bulunmamaktadır.

Fraktal alanlar, uygun koşullarda, enerji baskısını enerji ivmelenmesine çevirip, yapıcı dalga etkileşimi aracılığı ile enine dalgaları skalar dalgalara çevirebilmekteler. DNA, bu duruma en güzel örneklerden biridir!

Dan Winter’a göre, DNA’nın dinamik yapısı ve bu yapının altındaki ölçülebilen altın oran, DNA alanını elktriksel olarak merkezcil (centripetal) kuvvete dönüştürmekte ve bu orandan dolayı oluşan mükemmel merkezcil baskı alanı, DNA’nın piezoelektriksel doğasını oluşturmaktadır. Yani, mükemmel baskı/basınç alanı, DNA’nın elektrik alanını ya da potansiyelini arttırmaktadır. DNA, bir radyo istasyonu dönüştürücüsü gibi uzun dalgaları mükemmel baskı alanıyla kısa dalgalara dönüştürmektedir. Bu da DNA’nın doğal bir skalar dalga (scalar, longitudinal, compressional) üreticisi olduğunu göstermektedir.

İnsan niyeti de aynı güce sahiptir. Bu sebepten dolayı odaklandığımız konulara dikkat etmemiz gerekir. Global komplo ağı, tüm medyayı nefret ve korku pompalamak üzerine dizayn etmiştir. Nefret ve korku frekansları insan sağlığı açısından olumsuz olmakla beraber, yukarıda okuduğumuz zihnin madde üzerindeki etkisi misali, bu frekanslar da tecrübe ettiğimiz çevre üzerinde negatif etki yapmaktadır. Bu durumu bilerek medyaya kontrollü ve uyanık bir şekilde yaklaşmamızı öneriyorum.

Enerji her zaman gidebileceği en mükemmel baskı alanını takip eder. Kendi enerjimiz de odaklandığımız konulara gitmektedir. Çünkü odaklandığımız alanlarda baskı alanı oluşturmuş oluruz. Uygun baskı alanları da mükemmel enerji dağılımını tetikledikleri için nereye odaklanırsak o alanı canlandırırız.

Bu durumun bilinci ile düşüncelerimizi ve her an içinde bulunduğumuz hissiyatın kalitesini (pozitif/negatif) gözlemlemenin ve her gün kendimiz için kısa da olsa vakit ayırmanın, meditasyon yapmanın zihin, ruh ve beden sağlığımız için şaşırtıcı derecede yararlı olduğu kanısındayım.

Kaynak : https://biyontoloji.com/2018/03/18/kolektif-niyet-dna-ve-skalar-dalgalar/
Devamını Oku »

M.İ.B - SİYAH GİYEN ADAMLAR : Global Tehdit (2019)






Yönetmen koltuğunda Barry Sonnenfeld'in oturduğu, Tommy Lee Jones ve Will Smith'le özdeşleşmiş Men In Black'in spin-off olarak izleyeceğimiz filmin yapımcılığını Laurie MacDonald ve Walker Parkes üstleniyor. Filmin senaryosunu ise Matt Holloway ve Art Marcum kaleme alıyor.

Devamını Oku »

10 Ekim 2018 Çarşamba

UPGRADE - (2018)




Eşiyle birlikteyken acımasızca saldırıya uğrayan Grey Trace, karısını saldırıda kaybetmenin yanı sıra belden aşağı da felç olmuştur. Günün birinde bir milyarder muciten bedenini geliştirecek deneysel bir tedavi teklifi alır. Tedavi için Trace'in bedenine STEM olarak adlandırılan yapay zeka implantı yerleştirilir. Tedavi ile insanüstü yetenekler kazanan Trace, karısını öldüren ve kendi hayatını mahveden kişilerden intikam almak için yola koyulur...

Kaynak : http://www.beyazperde.com/filmler/film-252519/
İzlemek İçin Link : http://www.hdfilmcehennemi2.org/upgrade-izle.html

Devamını Oku »

12 Eylül 2018 Çarşamba

THE PREDATOR (2018)







10 12 yaşlarında küçük bir çocuk olan Rory McKenna, sıra dışı şeylere karşı oldukça ilgilidir. Gizemli bulduğu her şeyi incelemeyi seven bu küçük çocuk, evin köşesinde bir paket bulur. Bu paketi açmaması gereken Rory, paketi açarak dünyayı büyük bir tehlike altına sokmuştur. Paketi açan Rory, uzaylılarla istemeden mesaj göndermiştir. Uzayın en derin noktasında bulunan varlıklar, evrende bulunan tüm canlıların gücünü alarak dünyaya iniş yapmaya başlamıştır. Dünyanın, kendi teknolojisiyle uzaylıları alt etmesi pek de muhtemel gözükmemektedir. Güçlü ve kalabalık uzaylı ordusuna karşı insanoğlu, sadece hayattan bezmiş bir fen bilgisi öğretmeni ve geçmişte orduda büyük başarılar elde askerlerden oluşan bir ekiple kendisini savunacaktır.

Başrol koltuğunda ilerleyen yaşına rağmen güzelliğinden ve fiziğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan güzel oyuncu Olivia Munn'un yer alacağı Predator 2018 izle filminde Rory rolünde ise henüz 11 yaşında olmasına karşın birçok yapımda rol alan, gelecekte önemli bir aktör olabileceğini göstermeyi başaran Jacob Tremblay'i izleme fırsatı bulacağız. İçerisinde bulunduğumuz 2018 yılının ağustos ayında ülkemizde izleyici karşısına çıkmaya hazırlanan The Predator başka bir adıyla Predator 4 filminin yönetmenlik ipini ise sinema kariyeri boyunca sayısız filmde oyuncu ve yönetmen koltuğunda yer alan Shane Black'i görmekteyiz. Aksiyon, bilim kurgu ve macera kavramlarını bir arada sevenler için şiddetle tavsiyemiz olan The Predator filmi, 2018 yılının en yüksek bütçeli yapımlarından birisi olmaya hazırlanıyor.

Kaynak : https://www.sinefilm.net/predator-4-the-predator-2018-turkce-dublaj-filmi-izle.html
Devamını Oku »

25 Temmuz 2018 Çarşamba

ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI








'ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI' adlı yazıdan


Günümüzde ses dalgaları ve bitkiler arasındaki ilişkiyi ele alan çalışmalar 'biyoakustik' adı verilen çalışma alanında yapılan deneyler ile birlikte yürütülmektedir.Bitkilerin birbirleriyle kimyasal madde ve ses dalgaları aracılığıyla iletişim kurabiliyor olmaları bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir mi?
Elbette bunun için öncelikle bu fenomenlerin bilimsel yöntemlerle ele alınabileceğini düşünebilen açık fikirli bilim insanları gereklidir.Bunlardan biri Batı Avustralya Üniversitesi'nden Monica Gagliano'dur.Gagliano, biz insanların doğanın bize sundukları konusunda aşırı korumacı olduğumuzu ve kendimizi kapalı bir kutudaymış gibi sınırlandırdığımızı,aslında doğanın bize kullanabileceğimiz birçok şey sunduğunu belirtmektedir.California Üniversitesi'nden Richard Karban,son 15 yılda elde ettiğimiz bilgilere göre bitkilerin kendi aralarında kurdukları iletişimin eskiye oranla daha fazla kabul edilebilir olduğunu dile getirmektedir.

Yine Karban'a göre uçucu organik bileşikler (VOCs: Volatile Organic Compounds) ilk kez bitki bilimciler Jack Schultz ve Ian Baldwin tarafından 1980'lerin başında teorik olarak öne atılmış ve bugün bu uçucu bileşiklerin bitkilerin kendi aralarındaki iletişimlerde kullanılıyor olduğu kanıtlanmıştır.Gagliano'ya göre bitkilerin kökten-köke meydana getirdikleri alarm sistemleri, ekosistemi yani ağaçların oluşturduğu ormanı birbirine organik olarak bağlamaktadır.Gagliano, bu internet benzeri ağın,mantarlar aracılığıyla gerçekleşmesinin mümkün olduğunu ve ayrıca bitkileri birbirine bağlayan bu ağ yoluyla akustik sinyallerin de gönderilebileceği bilgisini vermektedir.

Radboud Üniversitesi'nden Josef Stuefer'e göre de bitkiler kendi aralarında bir iletişim şebekesi oluşturabilmekte ve hatta bitki virüsleri bu ağı kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmektedir.
British Columbia Üniversitesi'nden Orman Ekologu Suzanne Simard ise yaptığı bilimsel araştırmada ilginç sonuçlara ulaşmıştır.Simard'a göre ormanda yer alan yaşlı ve dev ağaçlar daha genç ve küçük ağaçlara mantarların bizzat oluşturduğu bir ağ aracılığıyla bağlanabilmektedir.Bu dev ağaçların olmadığı ortamlarda ise çok sayıda fide ve ağaç bile bu iletişimi verimli olarak sağlayamamaktadır.

Simard, dev ağaçların tüm bitki ekosistemini bu ağlar aracılığıyla yönetebiliyor olabileceğini de düşünmektedir. Simard'ın son araştırmasına göre ormanda bir bölgede dev bir ağaç (ana ağaç diye tanımlıyor) kesildiğinde,ardından daha genç ağaçların dayanıklık kat sayılarının azaldığını tespit etmiştir .

Dr. Grace Augustine ise ağaçların kökleri arasında nöronlar arasındaki sinapsların yaptığı türden
bir çeşit elektrokimyasal iletişimin olabileceğini belirtmiştir .Şamanlar için en önemli ögelerden biri olan ve kültürümüzün derinliklerine kadar işlemiş olan hayat ağacı veya dünya ağacı motifine bir de bu gözle bakabilir miyiz?

Şamanların ruhsal veya göksel yolculuklarında kullandıkları,üst, orta ve alt dünyaları birbirine bağlayan hayat ağacının kökeni acaba aktarılan bu bilimsel fikirlerde aranabilir mi?

Hayat ağacının kökeni ormanları yöneten dev ve yaşlı ağaçlar mıdır? Yoksa şamanlar hayat ağacına ruhsal olarak tırmanmıyorlar da bu dev ağaçların diğer ağaçlarla gerçekleştirdikleri
elektrokimyasal iletişime mi ortak oluyorlar? Veya şamanlar bu iletişimi bir şekilde algılayabiliyorlar mı? Kamlar bu elektrokimyasal ağa sindirdikleri bazı özel mantar ve bitki türleri aracılığıyla,onların zihinsel etkisiyle bağlanıyor olabilirler mi?

Öyle görünüyor ki,şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik ve biyokimya gibi bilim dalları bulunmaktadır.Gagliano'nun şu sözleri tam da bu noktada önem kazanmaktadır:

“Şamanlar bitkilerin seslerini duyabildiklerini ve bu sesleri öğrenebildiklerini söylerler.Belki de bizim daha önce dikkat etmediğimiz noktalara önem verdiler.Bu gerçekten ilgi çekici.Biz bu bağlantıyı kaybetmiş olabiliriz fakat bilim günümüzde bunu yeniden keşfetmek için çalışıyor.” . Bugün özellikle Orta Asya'daki Türklerin yaptığı 'kömey (khöömei)' denilen gırtlak müziğinin
kökeninde şamanizmin olduğu düşünülebilir mi? Şamanların bu sesleri doğayı dinlemek,onu dillendirmek amaçlı yaptıkları düşünüldüğünde onların doğa-ritim ses bağlantısını çok iyi algılayabilmiş ve içselleştirmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Belki de şamanlar kendi çıkardıkları seslerle ve yardımcı psikoaktif bitkilerin sindirimiyle birlikte
zihinlerinde birtakım imgeler yaratabiliyor ve onlardan bazı anlamlar çıkartabiliyorlardı.Şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik, biyokimya bilim dallarının yanında nöroloji ve kuantum fiziği de yer alıyor olabilir mi? Son dönemde disiplinlerarası bilimler olan kuantum biyoloji ve nörokuantolojinin çalışma alanları hakkında çok sayıda makale yayımlanmıştır

(Grandpierre ve ark., 20134; Gardiner ve ark., 20105; Sayın 20116; Persinger ve Dotta, 20117; Limar 20118 ; Tarlacı 20109 ).

Bu bilimsel makaleler kuantum fiziği prensipleri (kuantum dolanıklık,kuantum sıçraması vb.)
ile beyin aktiviteleri arasındaki ilişkileri konu almıştır.Bugüne kadar görmezden gelinen veya üzerinde durulmayan beyin ve zihin kaynaklı fenomenlerin gizemi kuantum fiziği – nöroloji ilişkisi ile çözülmeye çalışılmaktadır.Şamanların da deneyimlerinde zihin kapasitelerini fazlasıyla kullandıklarını düşündüğümüzde eğer varsa  kuantum fiziği – zihin – bilinç ilişkisini iyi anlamak gerekmektedir.O zaman şamanizm bir mistizm olmaktan çıkıp bilimsel bir veri sınıfına konulabilecektir.

Şamanın ruhsal yolculuğunun bilimsel arka planını California Üniversitesi'nden Michael Winkelman şu şekilde açıklıyor:

“Şamanizm insan bilişselliğinin doğasında kökleri bulunan,görünür deneyimlerle temsil edilen görsel sembolizmi üretmek adına beynin farklı seviyeleri boyunca olan bilgiyi birleştirmek için bilincin değiştirilmiş durumunu irtibatlandıran bir olgudur.”

Kaynak: http://www.academia.edu/12482453/%C5%9EAMAN%C4%B0ZM%C4%B0N_B%C4%B0L%C4%B0MSEL_ARKA_PLANI
Devamını Oku »

SUYUN HAFIZASINDAN YENİDEN OLUŞTURULAN DNA DİZİSİ ?






Dr. Luke Montanye tarafından 2011 yılında yapılan bir deney, yaşamın nasıl işlediğine dair anlayışımızı temelden değiştirdi.Montanye, tüm DNA'ları su örnekleri ile doldurulmuş test tüplerinden çıkardı ve bunları 7.83 frekansına maruz bıraktı.

DNA'sı olmayan su, hiçbir yaşam olmasa bile yeni moleküller üretti.Montanye, DNA'mızın, yaşadığımız Dünya'yı çevreleyen ve hepimizin bağlı olduğu görünmez elektromanyetik alan üzerinden iletişim kurduğunu teorileştirdi.

Bu araştırmanın sonuçları akıl patlamasıdır.Dünyanın elektromanyetik frekansının, gezegenimizde sadece yaşamı sürdürmede bir eli olmadığı, aynı zamanda onu yaratmaya da katıldığı görülmektedir.


Devamını Oku »

21 Nisan 2018 Cumartesi

EMPATİ İLE DOKUNMANIN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ





Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde geçtiğimiz ay yayınlanan bir araştırmaya göre sevdiğiniz kişinin ağrısı olduğunda onun elini tutmanız sadece nefes alıp verişlerinizi ve kalp hızlarınızı eşitlemekle kalmıyor, aynı zamanda beyin dalgalarınızı da birleştiriyor.

Colorado Boulder Üniversitesi ve Haifa Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının yürüttüğü çalışmada, ağrısı olan eş ile ne kadar çok empati kurulursa, beyin dalgaları o kadar güçlü eşitleniyor. Dahası, beyin dalgaları ne kadar fazla eşitlenirse, ağrı o kadar çok hafifliyor.

Colorado Boulder Üniversitesi’ndeki Bilişsel ve Duygusal Nörobilim Laboratuvarında doktora sonrası araştırmacısı ve söz konusu makalenin baş yazarı olan Pavel Goldstein yönettiği çalışmayla ilgili olarak, “Modern dünyada iletişim kurmanın birçok yolunu geliştirdik ve bu yüzden daha az fiziksel etkileşim kuruyoruz. Bu çalışma insan dokunuşunun gücünü ve önemini göstermektedir” açıklamasını yaptı.

Çalışma, bireylerin fizyolojik olarak birlikte oldukları kişileri yansıttıklarını savunan ve “kişilerarası senkronizasyon” olarak bilinen bir fenomeni inceleyen ve giderek gelişen bir araştırma.

Acı bağlamında beyin dalga senkronizasyonunu ilk kez inceleyen bir çalışma olmanın yanı sıra, iki beyin arası bağın dokunma ile aktifleşen ağrı yitimi ya da “şifalı dokunuşların” oynayabileceği rol hakkında yeni bilgiler sunmakta.

Goldstein, kızının doğumu sırasında eşinin elini tuttuğu sırada eşinin ağrılarının hafiflediğini keşfettikten sonra bu deneyi yapmaya karar verdi.

“Laboratuvarda bu konuyu test etmek istedim: Dokunma ile ağrı gerçekten azaltılabilir mi? Peki nasıl?”

Goldstein ile Haifa Üniversitesi’ndeki meslektaşları, en az bir yıldır birliktelikleri olan 23 ile 32 yaş arası 22 heteroseksüel çift üzerinde deneyler yaptı. Çiftlere ikişer dakikalık senaryolar verildi ve kendilerinden verilen bu küçük rolleri oynamaları istendi. Denekler verilen senaryolardaki görevlerini yerine getirirken, ekip de EEG ile bireylerin beyin dalgalarını kaydetti. Söz konusu senaryolar içerisinde birbirine dokunmadan birlikte oturmak, el ele tutuşarak birlikte oturmak ve ayrı odalarda oturmak vardı. Ardından, aynı senaryoları, bu sefer de kadın deneklerin kollarında hafif bir ısı ağrısına maruz kaldıkları şekilde tekrar ettiler.



Birbirlerine temas etsinler ya da etmesinler, çiftlerin sadece birbirlerinin varlığını bilmelerinin bile, odaklanmış dikkat ile ilgili bir dalga boyutu olan alfa mu bandında bazı beyin dalgası eş zamanlılığı ile ilişkili olduğu tespit edildi. Bu senkronizasyon acı çekerken el ele tutuştuklarında ise en üst noktaya ulaştı.

Araştırmacılar, eşlerden biri acı çekerken diğerinin ona dokunamadığı sırada beyin dalgalarının senkronizasyonunun azaldığını gördüler. Bu bulgu, daha önce yayınlanmış bir makalede erkek partnerin, kadın partnerin elini tutamadığı sırada, çiftin kalp atışlarının ve solunum senkronizasyonlarının kaybolduğunu gösteren deneyle örtüşüyordu.

Goldstein, ağrının çiftler arasındaki bu senkronizasyonu bozduğunu, fakat temas gerçekleştiği anda dokunmanın bu uyumu geri getirdiğini ifade etti.

Empati seviyesini ölçmek adına yapılan sonraki testlerde ise erkek partnerin empati seviyesi yükseldikçe, senkronize beyin aktivitesinin de arttığı gözlemlendi. Yani beyinler ne kadar fazla senkronize olursa, ağrı o kadar azalıyordu.

Peki empati kurabilen bir partner ile beyin aktivitelerinin birleşmesi ağrıyı nasıl kesiyor?
Goldstein, bu sorunun cevabını bulabilmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğinin altını çizdi. Fakat hem kendisinin hem de diğer yazarların bir kaç tahmini cevabı vardı. Önceden yapılmış çalışmalara göre bir kişinin karşısındakini anladığını hissettirerek, yani empatiyle dokunması, beyindeki ağrı kesici mekanizmaları devreye sokabilir.

Araştırmacılar, kişilerin birbirleriyle temas etmesinin “ben ve diğer kavramı” arasındaki sınırları yumuşattığını söylüyor.

Çalışmayı yürüten Pavel Goldstein şunları söyledi: “El ele tutuşmanın gücünü küçümsememeliyiz. Eşinizin acısını anlayabilirsiniz ancak dokunmadan iletişim kuramazsınız.”

Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2018/03/180301094822.htm
Devamını Oku »

HANGİ DUYGULAR HANGİ ORGANLARI ETKİLİYOR ?





Doğu’da, organ-duygu ilişkisinin farkındalığı uzun zamandır tıp ilminin bir parçası olarak öğretilmektedir. Batı dünyası ise, duygular ve organlar arasındaki bağlantıyı yeni yeni keşfetmeye başladı. Örneğin doktorlar kalp krizine eğilimli insanların duygusal profilini çıkarmaya başladı. Hayvanların korktuklarında altlarına işedikleri bilinir. Tıp kurumu, hayatlarını sürekli korku içinde geçen ve bedenlerinde çok miktarda bilinçdışı endişe depolamış insanların artrit gibi böbrek temeli hastalıklara eğilimli olduklarını henüz dile getirmedi!

İşte duygu-organ ilişkilerinden bazıları:

Böbrekler ve idrar torbası: Korkudan etkilenir.
Karaciğer ve safra kesesi: Kızgınlık ve duygusal hüsrandan etkilenir. Özellikle karaciğer her türlü derin duygusal acılardan, safra kesesi ise nefret duygusundan etkilenir. İkisi de hem gözleri kontrol eder, hem gözlerden etkilenir.

Akciğerler ve kalın bağırsaklar: Üzüntüden etkilenir. (Kanserin bastırılmış üzüntü ve kendine acımakla ilgisi vardır; akciğerlerde ve kalın bağırsaklarda olmasa bile).

Dalak ve mide: Endişe, kendini hep haklı çıkarmaya çalışmak, depresyon ve nefretten etkilenir.

Kalp ve ince bağırsaklar: Güvensizlik ve duyguların saklanmasından (gizlenmesinden) etkilenir. Derin duygusal acılar bastırıldığında, bu bölgelerde kendini gösterir. Sürekli bir şeyler yapan, bir şeylerle meşgul olup zamanlarını aktivitelerle boğan kişiler, işkolikler de bu bölgelerde sorun yaşar çünkü gevşeyememe bir şeylerin bastırıldığının göstergesidir (Bir çeşit imaja sığınma).

Organlarla duygular arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu anlamak önemlidir. Bir duygu bir organı etkilemeye başladığında, o organdaki gerginlik kişiyi o duyguya karşı daha zayıf yapar. Bunun tersi de geçerlidir, organlar rahatladıkça ve iyileştikçe bu duyguların etkisi de azalır.  İyileşme, duygusal farkındalıkla ve olumsuz duyguları rahatlatmakla ya da organı iyileştirmekle olur.

Yukarıdaki tablo her durum için geçerli değildir. Ciğerlerinizi klorin dumanı ile doldurursanız üzüntülü olsanız da olmasanız da ciğerleriniz zarar görecektir!

Son dönemlerde çok daha fazla insan, sağlık için, zihnimizi beslediğimiz düşüncelerin yiyeceklerden çok da büyük rol oynadığını farkındalığını yaşamaktadır. Peki ya siz?



Reiki, Ellerinizin iyileştirici Gücü, içsel enerjinizi kendinizin ve başkalarının iyileşmesine yardımcı olabilmek için nasıl kullanabileceğinizi öğreten yaratıcı bir çalışma el kitabıdır. İyileştirici enerjiyi aktarabilmeyi öğrenmek hem çok kolaydır hem de stresten başlayarak kansere kadar her türlü hastalıktan özgürleşmeyi sağlayan doğal bir yoldur.
Hastalıkları yaratan insanın kendisidir. Sağlığı yaratan da insanın kendisidir. Bedenimizdeki enerji tıkanıkları açıldığında, yaşam enerjisi (biyoenerji) vücudumuzda dengeli olarak dolaşmaya başlar ve bedenin doğal eczanesini harekete geçirir.
Reiki, Ellerinizin İyileştirici Gücü, bu alanda yazılmış en anlaşılır,en pratik ve en öğretici el kitabı olma özelliği taşıyor. Okuması kadar, uygulamasının da ne kadar kolay ve etkin olduğunun denediğinizde siz de göreceksiniz.

Kaynak: Reiki – Ellerinizin İyileştirici Gücü Ric A. Weinman

Devamını Oku »

13 Mart 2018 Salı

UFO - (2018)




Genç bir adamın dünya dışı varlıkları kanıtlamak için verdiği mücadele konu ediliyor. Derek Echevaro, geleceği parlak olan bir üniversite öğrencisidir. Çocukken dünya dışı bir varlıkla ilgili deneyim yaşayan Derek bu konudan oldukça etkilenir. UFO ile ilgili araştırmalar yapan genç adam için artık bu konu bir takıntı halini alır. Bir süredir ABD’deki havalimanlarının genelinde gizemli nesnelerin görülmesi ile ilgili bilgiler ortaya çıkmaya başlar. Konu ile yakından ilgilenen Derek gelen görüntülerdeki gizemli cisimlerin dünya dışından olduğuna kanaat getirir. Teorisini anlattığı hiç kimse kendisine inanmasa da o bu düşüncesini kanıtlamaya kararlıdır. Kız arkadaşı Natalie ve matematik profesörü Dr. Hendricks’in yardımıyla Derek, FBI’da çalışan deneyimli özel ajan Franklin Ahls ile birlikte gizemi çözmek için çabalar. Ryan Eslinger’in yönetmen koltuğunda oturduğu ve senaryosunu kaleme aldığı filmin başrolünü Partilerde Kız Tavlama Sanatı filminin Enn’i Alex Sharp üstleniyor. Filmin oyuncu kadrosunda Sharp’ın yanı sıra Ella Purnell, Benjamin Beatty, David Strathairn, Gillian Anderson gibi isimler de bulunuyor.


Devamını Oku »

3 Şubat 2018 Cumartesi

“AY”, OLDUĞUNU SANDIĞINIZ ŞEY DEĞİL.





Ay, bulunduğu konum itibariyle öyle bir yerleştirilmiş ki, tutulma olduğu zaman güneş kadar büyük oluyor. Bu yüzden tutulma yer alıyor. “Ay’ı Kim İnşa Etti” kitabın yazarları şöyle anlatıyorlar:

“Ay, olması gerekenden daha büyük, olması gerekenden daha eski ve kütlesel olarak olması gerekenden daha hafif, yörüngede olmaması lazım ve en ilginç yanı, Ay’ın varlığı ile ilgili bütün mevcut açıklamalar tartışmaya açık ve çoğu da sığ bilgiler.

Ay’ın nereden geldiğini sorduğunuz zaman şöyle bir hikaye anlatılıyor; Bilim dediğimiz şeyde hep olduğu gibi insanların hep gerçek olarak benimsedikleri şey aslında teori olup sürekli olarak tekrarlanarak gerçeğe dönüştürülüyor, ama sonra geri dönüp bir bakıyorsunuz ki hala sadece teori olmaktan öteye geçememiş! Birinci teoriye göre Ay, “çarpma” teorisine göre oluşmuş, ya da “büyük çarpma” teorisine göre... Yani Mars tipi bir gezegen gelmiş, dünyaya çarpmış, büyük bir parça kopmuş ve “Ay” meydana gelmiş.

O hikayenin fiziği çalışmayınca , bu sefer “çift çarpma teorisi” ile ortaya çıkmışlar. Yine Mars tipi bir gezegen gelmiş, “acaba sağ mı vursam sol mu vursam” diye düşünmüş olmalı, derken dünyaya bir daha çarpmış. Yani artık bu kadar da zavallı olunmaz!

Gerçek şu ki; ve dürüst bir bilim adamı size, Ay’ın nereden geldiğine dair hiçbir bilginin olmadığını söylerdi. Fiziksel olarak Ay orada olmamalı... Rusya’dan İshak Asimov, bir biyokimyacı, bu konuda çok araştırmış, yazmış çizmiş biri, haklı olarak şöyle söylüyor; “Doğrusu, Ay’ın orada olmaması gerektiğini destekleyen bir sonuca varmamak elde değil. Olduğunu destekleyen gerçek kabul edilmeyecek kadar iyi. Dünya gibi küçük gezegenlerin zayıf yerçekimi alanı vardır ve genel olarak uydulara çarpabilirler. Ama bir gezegenin uydusu varsa o uydunun gezegenin kendisinden çok daha küçük olması gerekir!”

O halde, dünyanın bir uydusu olsa bu küçük bir dünya olup, belki en iyi ihtimalle çapı 30 mil olurdu, ama bu böyle değil. Dünyanın uydusu olduğu gibi, bir de üstelik çapı 2169 mil veya 3490,6  km.! O zaman nasıl oluyor da küçük dünyanın bir uydusu olabiliyor? Son derece şaşırtıcı! Bazı bilim adamları”gezegen-uydu” ilişkisinden değil, “gezegen-gezegen” ilişkisinden bahsediyorlar. Bu durumda bizim Ay Pluto’dan büyük!...

Bir bilim adamı, “Ay hakkındaki en iyi açıklama bir gözlem hatası olmalı. Ay diye bir uydu yok!” diyor. NASA’dan bir bilim adamı ise şöyle demiş; “Ay’ın varlığından ziyade, var olmadığının açıklanması daha kolay.” Sonra bir de içi oyuk Ay meselesi var. Ben de bunu söylüyorum, başkaları da. Ay, içi oyuk bir küçük gezegen!

1969 yılı Kasım ayında, Ay’a, gücü 1 ton TNT’ye eşit bir lunar modül çarptırdıkları zaman oluşan şok dalgaları, NASA’dan bir bilim adamının ifadesine göre Ay’ın bir gong gibi titreşmesine sebep olmuş. Büyük deneyin Direktör Yardımcısı Maura Suing ise yapılan basın toplantısında bunun anlamını şöyle açıklamış. “Şimdi bunun sebebinin açıklamasını yapmak doğru olmaz, ama deney, sanki birinin bir kilise çanına tek bir atış yapması gibi birşey oldu ve bu çarpmadan kaynaklanan titreşimler yaklaşık yarım saat sürdü”.

Daha sonra Ay’ın daha büyük bir darbe yediğini anlatacağım. MIT (Massachusetts Institute of Technology/Massachusetts Teknoloji Enstitüsü)’den Frank Press, nispeten daha az güçlü bir darbe için 30 dakika süren etki bizim deneyimimizin ötesinde geçti. Gordon MacDonald adındaki bir uzman ise 60’lı yıllarda, Ay’ın homojen bir küre olmadığını, içinin oyuk olduğunu belirtmiş. Bu adam da MIT’den bir uzman olup “Ay Yörünge Deneyi”nin, Ay’ın yerçekimi alanı hakkındaki bilgileri fazlasıyla geliştireceğini söylemiş. Ve de ürkütücü bir olasılık olmakla birlikte Ay’ın içinin de oyuk olabileceğini belirtmiş.

Şimdi de şu “Çift Vuruş”a gelelim. Ay’a 11 Ton TNT’ye eşit güçteki bir uzay aracı çarptırılıyor ve NASA bilim adamı, Ay’ın bir gong gibi çaldığını ve 3 saat 20 dakika süreyle titreştiğini ve bunun 25 millik bir derinliği etkilediğini söylüyor.

Apollo görevleri sırasında “Fotoğraf Kontrol Departmanı” nda çalışan Ken Johnson adlı danışman, “Ay’ı Kimler İnşa Etti” adlı kitabın yazarlarına, Ay’ın sadece bir çan gibi çalmakla kalmayıp, sanki içinde dev bir hidrolik tampon varmış gibi son derece düzgün bir şekilde sallandığını söylemiş.

Sovyet Bilimler Akademisi’nden bu iki bilim adamı, 1970’de Sputnik Dergisi’ne “Ay’ı uzaylı bir zeka yaratmış olabilir mi?” başlıklı bir makale yazmışlar. Bu kadar yıldan sonra herşey onların haklı olduğunu gösteriyor!

Bir başka önemli nokta ise, Ay’ın dış yüzeyinin son derece sert oluşu ve titanyum gibi minerallere sahip olması. Ay taşlarında, pirinç ve mika dahil, işlenmiş metallerin bulunduğu dikkat çekti. Uranyum 236 ve Neptunyum 237’nin de, Ay’ın doğal elementlerinden olmadığı kesin. Uranyum 236; kullanılmış nükleer yakıt, uzun ömürlü bir radyoaktif nükleer atık ve tekrar işlenmiş... Neptunyum 237 ise yine radyoaktif bir metalik element ve nükleer reaktörlerin yan ürünü olup plutonyum ürünü...

Ay’daki bazı küçük taşların, dünyada titanyum açısından zenginliği olan taşlardan 10 kat daha fazla titanyum içerdikleri görülmüş. Titanyum süpersonik jetlerde, denizin çok derinliklerine inen denizaltılarda ve uzay araçlarında kullanılıyor. Kimya dalında Nobel Ödülü kazanmış olan Dr. Harold Arrey, Ay’dan getirilen taşların, özellikle titanyum içermelerine çok şaşırdığını ve buna bir açıklama getiremediğini ifade ediyor.

İki Rus bilim adamı yazdıkları makalede şöyle diyorlar: “Eğer dev bir yapay uyduyu aşırı ısı etkisinden, kozmik radyasyondan ve meteor bombardımanından korumak üzere materyal yerleştirilmişse, uzmanlar belki de tam bu refraktör metallerle karşılaşırlardı”. Refraktör metaller ısıya inanılmaz derecede dirençlidirler ve nerelerde? Bu durumda, ay taşlarının neden çok az ısı geçiren cinsten oldukları belli değildi, bu gerçek astronotları da şaşırmıştı. Bu, dünyadaki solar uydu tasarımcılarının da peşinde oldukları birşey değil miydi?

Mühendislere göre, “Ay” dediğimiz, çok uzun süreli bir geçmişi olan bu uzay gemisi muhteşem bir şekilde inşa edilmiş. Onun, içi oyuk bir küçük gezegen olduğunu söylüyor ve “eğer uzaya yapay bir uydu gönderecekseniz içinin oyuk olmasında yarar var” diye ilave ediyorlar. Ayrıca, böylesine müthiş bir uzay projesini yapabilen birilerinin, dünyaya bu kadar yakın mesafede bir çeşit boş gövde tutarak tatmin olacaklarını düşünmek de pek saflık olur. Şimdi burada, içi motorlar için yakıt, tamir için gereçler, navigasyon aletleri, gözlem ekipmanı ve her çeşit makina ile dolu olan çok eski bir uzay gemisi ile karşı karşıyayız.

Başka bir deyişle, evrenin bu gemisini bir çeşit Nuh’un Gemisi gibi, istihbarat amaçlı olarak kullanmak için gereken herşey var. Belki de ömrü binlerce yıl sürecek şekilde düşünülmüş, bütün bir medeniyete yurt bile olmuş, on milyonlarca mildir uzayda gezmiş de olabilir.

Doğal olarak bu uzay gemisinin içinin oyuk oluşu, meteor çarpmalarına ve aşırı sıcak ve soğuğa karşı çok dayanıklı olmasını sağlıyordu. Muhtemelen dış kabuk çift katmanlı, zırhı 20 mil kalınlıkta, onun dışı ise yaklaşık 3 mil civarında daha ince bir katman ile kaplı. Belirli bölgelerde ay denizleri ve kraterler var, üst katman oldukça ince, hatta bazı yerlerde hiç yok.

(Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen okuyucular, David Icke’ın “İnsanoğlu Ayağa Kalk” adlı kitabına baş vurabilirler).

Kaynak : https://davidicke-turkce.blogspot.com.tr/2017/07/70-ay-sandiginiz-sey-degil.html#.WlykcK5l_

İlgili Diğer Makaleler

1 - http://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ay-da-bir-gariplik-var-dersek.html

2 - http://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ayda-neler-oluyor.html

3 - https://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ay-yuzeyinde-cam-yapi.html
Devamını Oku »

1 Şubat 2018 Perşembe

MÜTHİŞ İDDİA : MARS'TAKİ YAŞAM NÜKLEER BOMBALARLA SON BULDU !



Ünlü fizikçi Dr. John Brandenburg, Mars’taki antik medeniyetlerin, daha ileri bir teknolojiye sahip uzaylılarca yok edildiğini iddia etti.

ABD’li Dr. John Brandenburg, Mars’ta iki büyük nükleer patlama gerçekleştiğini ve NASA tarafından yayınlanan fotoğraflardaki arkeolojik kalıntıların antik Marslılara ait olduğunu iddia etti.

Bay Brandenburg, nükleer savaşın yaklaşık yarım milyar yıl önce gerçekleştiğine ve patlamanın izlerinin iki önemli yerde yoğunlaştığına inanıyor.

Plazma fizikçisi “bir haritayı okuyabilen herkes, nükleer patlama alanlarını görebilir” ifadelerini kullanıyor. En şiddetli şok dalgaları ise Cydonia Mesa ve Galaxias Chaos’da oluşmuş.

Branderburg’un teorisine göre, Bronz Çağındaki insanları andıran antik bir medeniyet Mars’ta gelişti. Ancak başka bir gezegenden gelen daha ileri uzaylılar tarafından nükleer bomba benzeri silahlarla yok edildi.

Branderburg teorisini NASA’nın Mars’tan topladığı verilere dayandırıyor. Fizikçiye göre; gezegenin kuzey bölgesinde iki büyük nükleer “hava patlaması”nı işaret eden izotoplar görülüyor.

Fizikçi aynı zamanda, Mars’ta uranyum, toryum ve radyoaktif potasyum da dahil olmak üzere ince bir radyoaktif madde tabakası olduğunu belirtti.

Kaynak 1: http://www.bizsiziz.com/muthis-iddia-marstaki-yasam-nukleer-bombalarla-son-buldu/
Kaynak 2: https://www.express.co.uk/news/weird/745738/Life-on-Mars-wiped-out-nuclear-war-Dr-John-Brandenburg
Devamını Oku »

14 Ocak 2018 Pazar

BİLİM İNSANLARI BAZI RÜYALARIMIZIN PARALEL EVRENLERE KISA BAKIŞLAR OLDUĞUNU SÖYLÜYOR



Bu dünyada, farklı kararlar veren ve rüyalarınızda bir şekilde daha sonra kendilerini tezahür ettiren yerleri gören kendinizin bir kopyası olabilir.

Binlerce yıldır insanlar rüyaların anlamını merak etti. Neden bazı insanlar gelecekteki olaylar hakkında rüyalar görüyorlar? Neden bazı rüyalar gizli anlamlar ile dolu?

Rüyalarımızın bazıları alternatif bir gerçeklikte, paralel bir Evrende gerçekleşen olaylara kısa bakışlar olabilir mi?

Atalarımız, modern bilim insanlarının bugün meraklı oldukları gibi, rüyalar hakkında meraklı idiler. Kadim Yunan ve Romalılar rüyaların tanrılardan gelen mesajlar verdiğine inanıyorlardı. Kadim Çin’de insanlar rüyaları ölülerin dünyasını ziyaret etmenin bir yolu olarak görüyorlardı. Kadim Mısırlılar rüyaları yorumlayabilenlerin özel güçlere sahip olduklarına ikna olmuşlardı.

Bir çok Yerli Amerikalı kabile ve Meksikalı uygarlıklar rüyaların uyuduğumuz zaman ziyaret ettiğimiz farklı bir dünya olduğuna inanıyorlardı.

“Rüya” sözcüğü “neşe” ve “müzik” anlamına gelen eski bir İngilizce sözcükten gelir.

Bugün rüyaların çoğu zaman, biz uyurken zihnimizden geçen düşüncelerin, hislerin ve olayların ifadeleri olduğunu biliyoruz.

Rüyalar renkli olabilir ve her türlü duyuyu kapsayabilir – kokular, sesler, görüntüler, tatlar ve dokunduğumuz şeyler. Rüya görmenin bilimi hakkında fazla şey biliyoruz, çünkü araştırmacılar insanlar uyurken onların beyinlerinin resimlerini çekebiliyorlar.

Yıllar boyunca bilim insanları rüyalar hakkında çok şey öğrendi, ama hala bilinmez olarak kalan bir çok şey var.

Konu üzerine daha çok duracağız ve en gizemli ve özel rüyalarımızın bazılarının, kendi realitemizin yanında var olan görünmez paralel dünyalardan gelen kısa görüntüler olabileceği fikrini öne süreceğiz.

Neredeyse yüz yıldır bilime karanlık sır musallat olmaktadır; insan duyularımızın ötesinde gizemli saklı dünyalar olabileceği sırrı.

Mistikler uzun zamandır bu tür yerler olduğunu iddia ediyorlar. Hayalet ve ruhlar ile dolu bir yer olduğunu söylediler. Bilimin istediği  şey, bu tür batıl inanç ile ilişkilendirilmektir, ama 1920 lerden bu yana fizikçiler rahatsız edici bir keşfi anlamlı kılmaya çalışmaktalar. Elektronlar gibi atomik parçacıkların tam yerini belirlemeye çalıştıkları zaman, bunun tamamen imkansız olduğunu gördüler. Tek bir yer yoktu ve bilim insanlarının paralel dünyaların olası varoluşu ile daha da çok ilgilenmelerinin nedenlerinden biri budur.

Herhangi birinin öne sürebileceği tek açıklama, parçacıkların bizim Evrenimizde var olmadığıdır. Parçacıklar başka evrenlere de hızla geçerler ve sonsuz sayıda paralel evrenler vardır, hepsi hafifçe birbirinden farklı.

Aslında, Napolyon’un Waterloo Savaşını kazandığı bir paralel evren var. Başka bir paralel evrende Britanya İmparatorluğu Amerikan kolonisini devam ettiriyor.

Bir paralel evrende hiç doğmadınız.

Çoklu evren bir teoridir, bu teoride evrenimiz sadece tek evren değildir, birbirine paralel olan bir çok evren vardır. Çoklu evren teorisindeki bu farklı evrenlere paralel evrenler adı veriliyor.

Elbette, çoklu evren teorisi sadece bir teoridir. Paralel evrenlerin varlığı kanıtlanması ve konu fizikçiler arasında geniş ölçüde tartışmalıdır.

“Evrenin bu tanımlamasıyla” çoklu evren kavramının ebediyen metafizik bölgesinde olduğu beklenebilir.

Yine de fizik ve metafizik arasındaki sınır, deneysel olarak test edilebilen bir teori ile tanımlanır. Fiziğin öncüleri giderek görünmez elektromanyetik alanlar, yüksek hızlarda zamanın yavaşlaması, kuantum süper pozisyonlar, bükülmüş uzat ve kara delikler gibi daha soyut kavramları bütünleştirmek için genişliyor. Massachusetts Teknoloji enstitüsünde Profesör Max Tegmark “son yıllarda çoklu evren kavramı bu listeye eklendi” dedi.

“Kozmolojinin temel problemi, bildiğimiz şekliyle fizik yasalarının Big Bang'in anında çökmesidir. Bazı insanlar bunda neyin yanlış olduğunu, çöken fiziğin yasalarına sahip olmakta neyin yanlış olduğunu söylüyorlar. Bir fizikçi için bu bir felakettir. Dr. Michio Kaku, “Evrenin bilinebilir yasalara, matematik dilinde yazılan yasalara uyduğu önermesine yaşamlarımız boyunca adandık ve burada Evrenin kendisinin en önemli öğesine sahibiz, fiziksel yasanın ötesindeki kayıp parça” diyor.

Paralel bir dünyada kendinizin bir kopyası olabilir. Bu kişinin hayatı her bakımdan sizinkine özdeştir. Yine de, sizin ve kopyanızdan farklı yapıyor olabileceğiniz belirli şeyler vardır. Belki siz bu makaleyi okurken, o bu makaleyi bitirmeden bir kenara koymaya karar veriyor. Sizin zaman çizgileriniz benzer, ama özdeş değil, çünkü alternatif dünyalarda birlikte – var oluyorsunuz.

İnsanlar çoğu zaman hiç gitmedikleri veya hiç işitmedikleri bir yer hakkında tekrarlayan bir rüya görürler. Belki de bu tür rüyalar, paralel bir Evrende deneyimlenen kısa görüntülerdir.

Bazen insanlar henüz gerçekleşmemiş olan, ama gelecekte gerçekleşecek olan olaylar hakkında rüya görürler. Bu tür rüyalar, farklı bir hayat yaşamakta olduğunuz alternatif bir dünyadan gelmekte olan imgeler olabilir.

Kim bilir, belki en özel rüyalarımızın bazıları paralel bir evrene açılan bir penceredir. Elbette bu spekülasyondur, ama spekülasyon ve bilimsel merak olmadan Evrenin ve gerçekliğimizin sırları hakkında daha fazla şeyi asla öğrenemeyebiliriz.

Profesör Tegmark’ın bir zamanlar söylediği gibi ifade edebiliriz. “Gerçekliğin doğası hakkında derin bir soru sorduğumuz zaman, garip görünen bir yanıt beklemez miyiz? Evrim uzak atalarımız için hayatta kalma değeri olan her günkü fiziği bize sezgiyle sağladı, günlük dünyanın ötesine geçmeye her cesaret edişimizde, onun garip görünmesini beklemeliyiz.”

(Çeviri: Saffet Güler)

Kaynak : http://www.corespirit.com/scientists-say-dreams-glimpses-parallel-universes/
Devamını Oku »

KUANTUM FİZİKÇİLER İNSAN BİLİNCİNİN DOĞUMDAN ÖNCE VAR OLDUĞU SONUCUNU ÇIKARIYORLAR





Bilim insanları, sürekli ortaya çıkmakta olan neden bilince sahip olduğumuz ve bilince nasıl sahip olduğumuz sorularıyla hala şaşkında dönüyorlar.

Bir teori bilincin, evrende sürekli olarak içerilen enerji vasıtası ile kuantum, atom – altı ölçekte yaratıldığıdır.

Teori Einstein’ın ünlü alıntısına dayanıyor, “Enerji yaratılamaz ya da yok edilemez, sadece bir formdan diğerine değiştirilebilir.”

Dr. David Hamilton tüm bilincin kuantum parçacıklar vasıtasıyla evrende var olduğunu ve her zaman var olmuş olduğunu ve doğduğunuz zaman fiziksel varlığa aktarıldığını söyledi.

Dr. Hamilton, “Her birimizin dünyada doğmadan önce var olduğumuza inanıyorum” dedi. “Her birimiz şu anda fiziksel boyuta odaklanmış saf bilinciz.”

“Bilim tipik olarak yaşamın tesadüf, gelişigüzel olduğunu, en sonunda atomaltı parçacıklardan tesadüfen doğumundan kaynaklandığını söyler, ama buna katılmıyorum.” “Ölümden sonra hayat devam ediyor olabilir.”

“Ana akım bilim bilincin beyin kimyasının yan etkisi olması gerektiğini söylüyor.” “Ama beynin sadece bilinci etkilediğine inanıyorum, bir TV’deki elektrik donanımının sinyal işlemeyi etkilediği ve bu nedenle elde ettiğiniz resmin kalitesini etkilediği aynı şekilde.

“TV programı yaratmaz, ne de beyin bilinci yaratmaz.”

Bilinç paralel bir evrende var olmaya devam eder.

“Bilinç doğanın temeli olan bir şeydir – gerçekliğin en temel dokusuna dikilmiştir. Bilinç uzay ve zamanı aşar.”

“Eğer saf bilinç olarak var olduğunuz kabulü ile başlarsanız, o zaman doğmadan önce var olmanız gerekir.” “Gerçekte, her yerdesiniz!”

Dr Robert Lanza benzer bir teoriyi paylaşıyor. O, zihinlerimizin bedenlerimizde içerilen ve fiziksel varlıklarımız onun “biyosentrizm” dediği bir işlemde var olmaya son verdiğinde salıverilen enerji vasıtası ile var olduğuna inanıyor.

Bunun gibi, fiziksel bedenlerimiz öldüğü zaman, bilincimizin enerjisi kuantum seviyede devam ediyor olabilir.

Dr. Lanza “sonsuz sayıda evrenler var ve muhtemelen gerçekleşebilecek her şey bazı evrenlerde gerçekleşiyor.” diyor.

Sonuç olarak, bilincin paralel bir evrende var olmaya devam ettiğini teorileştiriyor.

Dr. Lanza belirsizlik prensibine işaret ediyor – 1927’de bir nesnenin hızının ve konumunun aynı anda ölçülemeyeceğini söyleyen Alman fizikçi Werner Heisenberg’in teorisi.

Dr. Lanza, “Kuantum mekaniklerinin en ünlü ve önemli yönlerinden biri olan belirsizlik prensibini düşünün. Deneyler bunun gerçekliğin dokusuna inşa edildiğini onaylıyor, ama bu yalnızca biyosentrik perspektiften anlam ifade ediyor.”

(Çeviri: Saffet Güler)

Kaynak : http://www.riseearth.com/2017/11/human-consciousness-exists-before-birth.html#.Whcc-HMetvk.facebook

Devamını Oku »

UFO DEDECTOR





UFO Dedektörü, herkesin gece gündüz UFO'lar için gökyüzünü izlemesini sağlayan ücretsiz bir yazılımdır. Bir UFO tespit edilirse, yazılım otomatik olarak olayın bir videosunu mümkün olan en iyi kalitede kaydediyor.
Yazılım ufoid.net tarafından desteklenmektedir ve ücretsizdir.İhtiyacınız olan şey bir bilgisayar ve bir webcam.Geliştirilmiş özel bir algoritması olan program tanıma sistemi ile kuş, uçak, helikopter, böcek ya da Ufo olup olmadığını analiz edebiliyor.Ayrıca sistem videonun web kamerasından tam olarak nasıl kaydedildiğini ve manipüle edilmediğini garanti edebilmek ve güvenli bir dosya biçimi oluşturmak için güncellemeler üzerinde çalışmakta.
Detaylı bilgi için : http://www.theblackvault.com/casefiles/the-ufo-detector/
Devamını Oku »

STAR TREK DISCOVERY - ( DİZİ ) 2017 - 2018




Günümüzün çağdaş versiyonu olan dizi, Star Trek serisinin olaylarından 10 yıl öncesini konu edinir. Uzun metrajlı filmlerin zaman çizelgesinden ayrı olarak, yeni dünyalar ve medeniyetler keşfeden USS Discovery mürettebatını izler. Discovery, Star Trek tarihinde daha önce bahsedilen ancak keşfedilmemiş bir olayın etrafında dönüyor.
Devamını Oku »

Yukarı Git