Mistik Hayat
1- Mistisizm Ve Tasavvuf
Çok değişik şekilleri olan mistisizm, duyu ve akıl dışı bir yolla ulaşılan idrak biçimini, batınî tecrübe ve şuur hâllerini, bilgilenmenin vasıtasız şeklini ifade eden genel bir kavramdır. Mistiklik sırf dine has olmayıp, hemen hemen her kültürde, din dışı inanç sistemlerinde de kendisini gösteren evrensel bir insanî olaydır. Bu bakımdan, dindar kimseler kadar, dinsiz ve inançsız, putperest ya da agnostik kimseler de “mistik” olabilirler. Onun için, bu karmaşık olayı ancak şekil aldığı dinî ve kültürel çevre tarafından sınırlandırılmış olan somut şekilleri içerisinde tanımlamak mümkündür. Genel olarak bütün mistisizmlerde ortak olan şey, nihaî hakikatin mahiyetine nüfuz etmek ve şuuruna varmak için derin iç tecrübelere dalmaya kişiyi yönelten “Mutlak aşkı”dır.
Mistisizmin iki türünü birbirinden açıkça ayırdetmek mümkündür. Birincisi, “dinî mistisizm"dir ki, bunun hedefi, her çeşit ferdî öznelliğin üstüne çıkarak ilâhî sıfatlar modeline göre bir ruhî gerçekleşmeyi sağlamak için, dünya ile olan bağlan en alt seviyeye indirme, ölümsüz ruhu huzura kavuşturma ve sonuçta Allah'la tam bir uyuma kavuşmadır. İkincisi ise “dindışı” veya “tabiî” mistisizmdir. Tabiî mistisizmde kişi, kendi kurtuluş ve ruhî gerçekleşmesini, kendi üstünde ulaşmak istediği ve kendisine yardım eden bir Tanrı kabul etmemesi yüzünden, sırf kendi ruhî güçleri ile özdeşleşerek mümkün kılmaya çalışır. Dinî mistisizmde hedef, insan beninin ötesinde ve üstünde yer alan ve “başka” bir mahiyette olan Allah'a ulaşmadır ve bu da ancak yine O'nun yardımı sayesinde olur. Bunda kişi nefsini, birey-üstü bir duruma göre biçimlendirir [527]. İkincisinde ise, beşeri güç ve kabiliyetlerin kendi içinde ve sırf kendi imkanlarıyla elde ettiği bir ruhî gerçekleşme sözkonusudur.
Bu açıklamalardan sonra Tasavvufun dinî bir mistisizm, İslâm kültüründe vücut bulmuş olan “İslâm mistisizmi” olduğunu ifade etmek mümkündür [528]. Elbetteki tasavvufu hem diğer dinî hem de tabiî mistisizmlerden ayıran kendine has özellikleri vardır. Konuyla ilgili müstakil araştırmalar bu hususu açıkça dile getirmektedir. [529]
2- Mistisizmin Tabiatı
Mistik ya da sûfîyi, ortalama insanlardan farklı bir idrak dünyası içerisinde yaşamaya elverişli kılan psikolojik yapı nereden ileri gelmekte ve nasıl oluşmaktadır? İbn Haldun'a göre temelde insan fıtratı duyular ve akıl üstü bir alanda bilgi ve tecrübe elde etmeye, yücelip tamamen ruhanîleşmeye kabiliyetli bir özelliktedir. Kimi insanlar daha doğuştan hiçbir zorlamaya gerek kalmaksızın tabiî bir şekilde, kimileri de çeşitli riyazetler, temrin ve bilgiler sayesinde bu ruhanî gerçekleşmeyi sağlama imkânına sahiptirler [530]. Dinî bir kayda bağlı olmaksızın bu yollardan herhangi birisiyle “ruhanî” bir tecrübeye sahip olmanın imkânını sûfîler de açıkça belirtmişlerdir [531]. Hiçbir “ilâhi”lik vasfı taşımayan bu tür bilgi ve idrakler ile sûfîlerin tecrübeleri arasında önemli benzerlikler görülmektedir.
Şuur psikolojisi üzerine yapılan gözlem ve incelemeler, insanın alışılmışın dışında farklı şuur biçimleri geliştirebileceği gerçeğini iyice teyit etmektedir [532], James'in ifade ettiği gibi, aklî şuur olarak isimlendirdiğimiz normal uyanık şuurumuz, şuurun sadece özel bir şeklidir; birbirinden bütünüyle farklı potansiyel şuur biçimleri vardır [533]. Genel olarak insanda iki temel şuur biçiminin varlığı kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi analitik, diğeri de bütüncüldür. Bu, insanın aklî (rasyonel) ve sezgisel olmak üzere iki farklı yönünü ortaya koymaktadır. Buna bağlı olarak ta “vasıtalı” ve “vasıtasız”, yani duyular ve akla dayanan ve benlik bütünlüğü ile doğrudan doğruya kavranan ve yaşanan iki farklı idrak biçimi sözkonusudur. [534] Mistikte yapılanan şuur vasıtasız idrak ve bütüncü kavrayış yönünde özelleşmiş bir görünüm arzeder.
Bu bakımdan bütün tasavvufî ve mistik ekoller, kendini vasıtasız bir sezgi içinde gösteren bir Tanrı veya ulûhiyet (ya da Hakikat) tecrübesini elde etmeye yönelme konusunda ortak özellik gösterirler. Bu tecrübelerde, Allah'la aynı anlama gelsin veya gelmesin, bir çeşit “Hakikat”la birleşmenin vasıtasız algısı, duygusal iç tecrübesi yaşanmaktadır. Mistik şuur, sezgisel idrak ve içsel aydınlanma tecrübeleriyle yapı kazanır. İbn Haldun, bu tür tecrübelerin insanı ulaştırdığı sonucu ruhun esas ve zât itibariyle kendisine ait olan varlığı tamamlaması, yani “zâtının hakikatına kavuşması” [535] olarak değerlendirirken, bunların özü itibariyle dinî olmayan bir “ruhanî gerçekleşme” olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fakat tabii mistisizmlerle dinî mistisizmler arasında hem amaç ve hem sonuçlar bakımından birtakım farklı özellikleri tesbit etmek de elbette mümkündür [536].
Dinî mistisizmlerin en karakteristik özelliği “Allah'a ulaşma arzusu”dur. Arberry'nin belirttiği gibi, mistisizm, Allah'la birleşmeye doğru insan ruhunun evrensel arzusunun değişmez bir ifadesidir[537]. Bir başka ifadeyle dinî mistisizm, kendi huzur ve olgunlaşma ilkesini Allah'ta gören insan ruhunun, kendi geçici benliğini terkederek Allah'ın yol göstericiliğinde yeni bir varlık ve benlik kazanma arzusunun az ya da çok açık ve sürükleyici ifadesidir. Allah'tan ayrı düşmüş olma, bir mistiğin temel üzüntüsü ve onu harekete geçiren arzunun asıl itici gücüdür. Sûfîler sık sık bu “ayrılık acısı”nı dile getirirler. Gerçekten de mistik, kendi gelişimini, ayrılığın acı tecrübesi içinde gösterir; insan ve dünya ya da insan ve Allah'ı ayıran uçurumu aşmak ister. Eşyanın aldatıcı görüntüsünden vazgeçerek, ruhunun derinliğinde gömülü ilâhî kıvılcımı ortaya çıkarmak için, kendi iç derinliğinde yolculuğa çıkar. Mistik için insanî tutkuların çeşitli şekilleri, tek gerçek arzunun aldatıcı kılık değiştirmeleridir; bu, “Allah veya ulûhiyet arzusudur.” [538] Çünkü mistiğin gözünde “insan, özü itibariyle Allah'tan kopan bir parçadır;” [539]; bütüne, asıl ve hakiki varlığa ulaşmak, onunla bütünleşmek varoluşun en son gayesini oluşturur. Bu aynı zamanda bütün ızdırapların ve acıların son bulduğu devamlı huzurun da temel şartı olarak gözükür. İşte mistisizm, böyle bir anlayış içerisinde arzu duyulan amaca ulaşmak için şuur ve kişiliğin yeniden bir yapılanışıdır. [540]
3- Mistik Tecrübe ve Dinî Tecrübe
Batılı din psikologlarının birçoğu dinin sezgisel ve duygusal yönüne özel bir önem atfetme eğilimi taşımaktadırlar. Nitekim, dinî tecrübenin ayırdedici vasfının, mistik bir unsur ihtiva etmesiyle değer kazandığını ifade ederek, mistik tecrübe ile dini tecrübeyi aynılaştıranlar vardır. Bir yazısında Clark [541], dinî tecrübeyi diğer insanî tecrübelerden ayırdeden ve onu nevi şahsına münhasır biricik tecrübe hâline koyan şeyin bir mistik unsur olduğunu ileri sürer. Ona göre, tecrübeyi dinî kılan biricik herhangi birşeyin, bizzat tecrübenin kendi kalitesi içerisinde mevcut olması gerekir. Bu kalite de mistik unsurdur. Mistik tecrübe içerisinde, diğer bütün insanî tecrübelerden kalite bakımından farklı biricik bir tecrübe vardır. Bu incelemesinde şu genel sonuçlara ulaşır:
a- Mistisizm, psikolojik bakımdan dinî tecrübe olarak tanımlanabilen, elde edilebilir ve farklı en iyi ruh hâlidir.
b- Mistisizm, tek başına hiçbir dinî geleneğe has birşey olmayıp, fakat dinlerin çoğunda merkezî bir fikirdir.
c- Mistisizm, çok köklü kişilik değişmelerine yol açabilmesi bakımından, oldukça derin bir kişilik seviyesi ihtiva etmektedir.
d- Mistisizm için gerekli olan potansiyel doğuştandır. [542]
Tecrübeye dinî nitelik kazandıran şeyin, yaşanan bu tecrübenin sadece kalitesi ile ilgili olduğu görüşü pek isabetli görünmemektedir. Çünkü belli ruh hâli, ancak dinî bir niyet ve yöneliş içerisinde oluşmuş ise “dinî” olarak değer kazanır; en derin mistik bir ruh hâli hiçbir dinî atıf kaynağına başvurmadan da oluşturulabilir. Bu bakımdan mistik tecrübe ile dinî tecrübe arasındaki farkı iyi belirlemek gerekir. Dinî tecrübe kendi içerisinde mistik bir boyut ihtiva etmekle birlikte bu, mistik tecrübeyle aynı şey değildir. Dinde tecrübeye dayalı iman hayatı yoğunlaştığı ölçüde mistik karakter de belirginlik kazanır. Fakat inanan her kişide böyle bir yoğunlaşmaya rastlanmaz; hatta hiçbir mistik tecrübe geçirmeksizin dinlerini farklı boyutlarda yaşayan pekçok insan vardır. Şüphesiz, mistik tecrübe ile dinî tecrübe arasında yakın bir ilişki ve bağ vardır; bir sûfînin yaşadığı tecrübeler onun dinî duygu ve heyecanlarını, özlemlerini yansıtırlar. Bununla birlikte, dinin dışında bağımsız bir vakıa olarak mistik tecrübenin varlığı da bir gerçektir. Onun içindir ki, mistisizmi doğrudan doğruya dine bağlamak yerine onu, insan ruhunun tabiî bir eğilimi, özlemi ve özelliği olarak değerlendirmek daha doğru olur. Din Psikolojisi açısından mistisizmin belli bir önemi vardır; çünkü mistik tecrübe dinî hayata derinlik canlılık ve şevk katmaktadır. Tarih boyunca ve günümüzde dinî alanda temayüz etmiş kişilerin pekçoğunda bâtınî ya da tasavvufi bir boyutun gelişmiş olduğu görülmektedir. [543]
4- Mistik Tecrübenin Özellikleri
Mistisizm, ruhî-bedenî bir disipline dayanır. Bunun sonucunda kişi kâinatı ve olayları bir başka idrak cephesinden görmeye başlar. Bu, şuur ve kişiliğin köklü bir değişimine bağlı olarak gerçekleşen bir psikolojik süreçtir. Mistisizmin anlaşılmasında önemli hususlardan birisi, mistik tecrübenin özellikleridir. Genel olarak psikologlar böyle bir tecrübede şu özellikleri tesbit etmektedirler: [544]
a- Vasıtasızlık :
Mistik tecrübe, doğrudan doğruya yaşanılan vasıtasız bir tecrübedir. Mistik tecrübe içerisinde “ben”, kendinden dışarıda bir obje ile, duyular ve aklın rolü olmaksızın, doğrudan doğruya, sanki varlığın merkezinden fışkıran bir hâl içerisinde hedefi ile temasa gelir. Açıklanması ve ifadesi mümkün olmayan bir ilişki hissi duyar. [545]
b- Bütünlük :
Mistik tecrübe, birlik ve bütünlük tecrübesidir. Bu bakımdan onu parçalara bölmek ve tahlil etmek mümkün değildir; çünkü o, varoluşun bütünlüğünü “ben”in dışında mevcut olan hakikatle temasa getirmektedir. Burada süje ve obje, müşahede edenle edilen arasındaki fark ortadan kalkmaktadır. Mistik hâl içerisinde, ne derece canlı ve zengin olursa olsun fikir en düşük seviyeye inmekte ve bu hali yaşayan kişi onu ifade edecek bir vasıta bulamamaktadır; o sadece bu hâli yaşamakta ve onun serbestçe geçişine imkân vermektedir. Bununla birlikte mistik hâl içerisinde kişi tabiî şuurdan kopmuş değildir; o andaki çevreye uyum sağlamak zarureti dolayısıyla, bütün uyarıcılar birbirleriyle imtizaç ederek, tahlil ve bölünme kabul etmeyen bir birlik oluştururlar. İç ve dış tek bir tecrübe konusu hâline gelir. [546]
c- Aşkınhk :
Hemen hemen bütün mistik tecrübelerde zaman ve uzayın aşılmış olduğu izlenimine rastlanır. Mistik, “sonsuz bir varlık” içerisinde yaşar. Süje-obje ilişkilerinin monoton ve günlük varoluşundan ve ferdî benlikten kurtulmuş olduğunu hisseden mistik, kendisini, ferdî benliğini aşan ve onu bütünüyle kuşatan bir “Başka” varlıkla mahrem bir ilişki içerisinde bulur. Bu aşkın şuuru bütün şuur alanını kaplar ve bu yeni hayata uygun şekilde bütün ruhî fonksiyonların yeni baştan düzenlenmesine yol açar. İkbâl'e göre [547], süfînin kendisine müteselsil zamanın yokluğu hissini veren sonsuzlukla içten ilişkisi, onun zamanın ötesine geçtiğini ifade etmez. Mistik hâl emsalsiz olmakla birlikte, sıradan tecrübeye şu veya bu şekilde bağlı kalır. Nitekim mistik hâl geçtikten sonra derin bir iz bırakmasına rağmen, kısa bir zaman içerisinde geçip gider ve sûfî tecrübenin tabiî derecelerine geri döner. [548]
d- Sözle Anlatılamamazhk :
Mistisizm herşeyden önce yaşanan bir “hâl”dir; bunun başkalarına aktarılması, nakledilmesi adeta imkansızdır. Mistik tecrübe ânında yaşanan ilişki, günlük ilişki çerçevelerinin ötesinde, aşkın bir özellik gösterir. Bundan dolayı onu kelimelere dökmek ve bu hâli yaşamayan kimselere onun hakkında bilgi vermek pek mümkün görünmemektedir. Mistik hâller fikirlerden çok duygulara benzerler. Bir senfoninin değerini anyabilmek için müzikal bir kulağa sahip olmak, aşkı anlayabilmek için aşık olmak gerektiği gibi, bir mistiği anlamak için de, onun yaşadığı ruh hâllerini yaşamak gerekmektedir. Bir sûfî ya da peygamberin kendi dinî tecrübesine atfettiği yorum ve açıklama, başkalarına ancak mantıkî önermelerle nakledilebilir; bizzat muhteva ise nakledilemez [549]. Sûfîlerin, “tatmayan bilmez” sözü de bu duruma işaret eder. Onun için sûfîler yaşadıkları hâlleri anlatırken daha çok teşbihlere, istiarelere, sembollere ve bazı mübhem ifadelere başvururlar. Dışarıdan kişiler için bunların pek fazla anlamı da olmayabilir. [550]
e- Değişkenlik :
Mistik hâller çoğu zaman kararsızlıklar ve değişiklikler gösteren geçici hâllerdir; bunlar uzun bir zaman sürmezler. Bir defa kaybolunca, onun gerçek mahiyetinin hafıza tarafından yeniden canlandırılması zordur. Fakat onlar yeniden döndükleri zaman tanınırlar. Her tecrübe, arkasından ruhu daha zengin, daha gelişmiş bırakır. Tabiatüstü keşiflere hazırlanan sûfînin ruhunda zıt duygu ve heyecanlar arasında gel-gitler yaşanır. Neşe-hüzün, rahatlık-sıkıntı, şevk-dert, heybet-huzur.. gibi teessürî hâller yoğun bir şekilde kendilerini hissettirirler. Mistikler bu ikizli duyguların etkisi altında, mutluluğun olduğu kadar, acı ve sıkıntının da doruğuna ulaştıklarını hissederler. Tasavvuf ıstılahları bu çift yönlü ve değişken ruh hâllerini anlamamızı sağlayan çok zengin bir malzeme ihtiva etmektedir. Bununla birlikte, mistik tecrübenin ileri safhalarında aynı değişikliğe rastlanmaz. Son durumda temkin, sükûnet ve kararlılık hâlleri hâkim duruma geçer. [551]
f- Edilgenlik :
Dikkati bir noktaya toplamak veya bazı ritmik hareketler yapmak ya da daha başka usûllerle gelişen iradeli bir çabaya bağlı olarak mistik hâllerin oluşması için bir zemin sağlanabilir. Bununla birlikte, şuurun hâli kendi karakteristik biçimini aldığı zaman kişi, iradesinin donup kaldığını hisseder; hatta bazen kendisini üst bir güç tarafından kuşatılmış olarak hisseder. Herşeye rağmen, mistik hâl içerisinde düşünce akımı tamamen durmaz, bundan daima bazı izler kalır ve sonuçta mistiğin iç dünyası tam bir değişime uğrar. [552]
5- Mistik Gelişmede Merhaleler
Mistik hayat, birbiri üzerine katlanan iç tecrübelerden oluşur. Bu tecrübeler sonucu şuur ve kişiliğin yeni bir yapılanması da gerçekleşmiş olur. Çeşitli yöntem ve uygulamalara bağlı olarak elde edilen bu tecrübeler ve şuurun yeniden yapılanma süreci içerisinde, belli bir sistem dahilinde düzenlenen gelişim safhaları bulunmaktadır. Gerek sûfî yazarlar ve gerekse günümüz araştırmacıları “seyr-ü sülük” mertebelerini birbirine yakın şekilde tasvir ederler. [553]
a- Mistik Arzunun Uyanışı :
Mistik yolculuk, daha başlangıçta psikolojik bir değişimle başlar. Bu, kişiyi bütün eski alışkanlık ve davranış kalıplarından uzaklaştıran bir uygulamaya bağlı olarak yaşanır. Ya da bazı olaylarda görüldüğü gibi, kişide “duygusal şok” etkisi yapan bazı durumlar sonucu, esasen her insanda potansiyel olarak varolan mistik şuur biçimi kendiliğinden uyanmaya başlar. Tarikat hayatı, kişideki bu uyanışı daha sistemli ve devamlı hâle getirmeye yönelik düzenlemeler yapar. “Teybe” adı verilen sülûkun bu ilk basamağı, kişiyi şuurun normal yapılanışından dışarı çıkmaya yöneltir. [554]
b- Fizyolojik ve Psikolojik Süreçleri Kontrol Altına Alma :
Yüksek gerçekliklerin idrakine ulaşabilmek için mistik, şuur alanını meşgul eden her tür fizyolojik ve psikolojik iç oluşumları denetimi altında tutmaya yönelir. Az yemek, az uyumak, devamlı oruç tutmak, perhiz yapmak gibi bedenî riyazetlere başvurur. Belli bir süre insanlarla olan ilişkilerini de en alt seviyeye indirerek, ıssız bir köşede halvet ve uzlete çekilir. Burada tam bir inziva hayatı yaşamağa çalışarak, bütün duyu organlarını dış uyarıcıların etkisinden korumaya çalışır. Dış uyarıcılar kadar, içgüdüler ve geçmişe ait hatıralar ve hayallerin etkisinden de sıyrılmaya çalışır. Bu arada hayal ve düşünce akışını tamamen denetim altında tutarak, dikkatini tek bir konu üzerinde yoğunlaştırarak, bunun dışındaki herşeyle ilgisini keser. Tasavvuftaki “zikir”, yani belli bir kelime ya da ifadenin sürekli tekrarlanması, arzu edilen bu yoğunlaşmayı sağlar. Sûfî, şuur alanını her tür iç ve dış uyarıcıların etkisinden arındırdıktan sonra, sadece “Allah” ya da benzerî bir kelimeyi sürekli tekrarlayarak, tek yönlü bir düşünce akışı elde eder. Böylece dünyevî ilgi ve zevklerden uzaklaşma, beşerî arzuların şuur üzerindeki bozucu etkilerini ortadan kaldırma ve ilâhî hakikatları tam alıcı duruma geçmeye yardımcı olur. [555]
c- Vecd ve Aydınlanma :
Vecd, mistikte beşerî vasıfların tamamen silindiği bir durumda ortaya çıkan kendinden geçiş, kendinden dışarı çıkmadır. Bu, dünya ile ilginin tamamen kesilmiş olduğu bir hâldir. Dış dünya hakkındaki şuurun yok olduğu bir âna kadar uzanır. Bu hâl içerisinde, dış dünya ile açık bir bağlantısı ve benzerliği olmayan görme, işitme, temas, zevk vs. şeklinde içe doğuşlar olur. Mistik bunları, yüce bir âleme ait işaretler ve gerçekler olarak değerlendirir. Vecd esnasında bedene yansıyan birçok etkiler müşahede edilir ki, bunların bazılarının histeri ve sara hastalarının nöbetlerinde görülen belirtilerle dışdan benzerlikleri sözkonusudur. Vecd ânında mistikte duyu organları işlemez bir hâle gelir; hassasiyet, acı ve ağrı duyumları kaybolur. Bazan çok soğuk bir havada terden sırılsıklam olduğu görülür. Vücutta kasılmalar, kısmî felçler, titremeler ve kaskatı kesilme, donma gibi hâller görülür. Buna karşılık mistik kendi iç dünyasında da olağanüstü tecrübeler yaşar. Duyu ve düşünce organlarının kısmî veya tam boşlukta kalması ile ortaya çıkan psişik fenomenleri de şu şekilde sıralamak mümkündür: Mistikte, zamanla mesafe kavramı değişikliğe uğrar; olaylar çok hızlı geçiyormuş gibi gelebilir veya sonu gelmez bir süre uzayabilir, uzaklıklar ve duruşlar değişir. Beden, pek genişleyip kocamanlaşır gibi olur veya küçülüp, hemen hemen bütünüyle yok olur gibi gelir, ağırlığını kaybeder. Mistik, ayaklarının yerden kesildiğini, boşlukta yüzdüğünü hisseder. Farklı biçimlerde ve durumlarda suretler, şekiller, hayâller, renkler ve acaib şahısların görüntüleri ile karşılaşır. Bunlara zaman zaman “nur” görüntüleri de katılır. Mistik bazen üstten kendine doğru inen, bazen de kendinden yukarılara doğru yükselen nurlar müşahede eder; bazan da vücudunun her yerinden nurlar fışkırdığını hisseder. Yazılan, anlaşılan ve idrak edilen kitaplar görür. Arı vızıltısına, rüzgar ve kuş seslerine benzeyen sesler işitir. Güneş ve yıldızları olan semâlar ve bu semâlarda kutsal yazıların görüntüleri ile karşılaşır. Bunları okuyup anladığını hisseder. Bu hayâl ve görüntüler karşısında mistik bazen büyük bir korku ve ürperti ile sarsıldığını, şiddetli kuvvet ve sıkıntılarla göğüs göğüse geldiğini hisseder. Bazen ise büyük bir sevinç, rahatlık ve tatmin duyar; manevî güç ve kudretinin çok fazla artmış olduğundan kesinlikle emin olur [556]. Vecd ânında mistik tamamen Allah'ın varlığı tarafından kendisini kuşatılmış hisseder. Vecdinden uyandığı zaman, yaşadığı bu tecrübelerden birçoğunu unutur. Fakat kalbinde onların bıraktığı izlerin tatlılığı devam eder. Gördüklerinin doğruluğuna kesin olarak inanır. Bu durum rağbet, aşk, şevk ve muhabbet duygularının uyanmasına yol açar. [557]
d- Birlik Hayatı :
Vecd hâli, onu yaşayan mistikte psikolojik bir boşluk meydana getirir. Sûfîlerin “fena”, Budistlerin “nirvana”, Hıristiyanların “ruhun karanlık gecesi” dedikleri şey, kişinin dünya ile olan ilgilerden olduğu kadar, kendi ferdî benliğinden de bütünüyle vazgeçme durumudur. Şahsî irade ve benliğin bu erimesi mistiği, arzu ettiği asıl gayeye ulaştıran bir merhaledir. Bu gaye şüphesiz ki, Allah'a ulaşma ve Allah'ın birliği ve sıfatları içerisinde erimedir. Kendi benliğinden bütünüyle sıyrılma sonucunda, Allah'tan başka hiçbir varlık hissinin duyulmadığı, herşeyin Allah'da, Allah'la birlikte ve Allah vasıtasıyla bir ve tek olarak algılandığı bir hâl olarak yaşanmaktadır. Sûfi yazarların “vahdet, tevhid, cem, fena” gibi kavramlarla dile getirdikleri şey bu tecrübe basamağından başkası değildir. Bu hâl içerisinde sûfî, bütün varlık âlemine Allah'ın hâkim olduğu, O'nun dışında hiçbirşeyin mevcut olmadığı duygu ve izlenimine sahiptir; bilinen ne varsa bunların hepsinin Allah'tan olduğuna inanır.
Birleşme, aynı zamanda nefis tasfiyesinin son durağıdır. Kendi nefsini bütün dünyevî arzulardan temizleyen sûfî, artık Allah'ın birliğinde bir varoluş duygusunu yaşar. Şüphesiz bu bir “aynîleşme”dir; ancak özde değil sıfatta bir birliktelik hâlidir. Hucvirî bu hâli, ateşin içine bırakılan bir nesnenin onun sıfatlarını kazanmasına benzetir.
“Ateşin gücü ve hakimiyeti dahilinde bulunan şey, onun kahrı ve tesiri ile onun sıfatı üzere bulunur, onun vasfını kazanır. Şüphesiz Allah'ın değiştirme gücü, ateşinkinden daha büyüktür. Bununla birlikte, ateş demir cevherini değiştirmeksizin sadece sıfatına etki eder; demirin özü ve cevheri asla ateş hâline gelmez.” [558] Yani hangi gelişme basamağında olursa olsun insan insandır, Allah'da Allah'dır; birleşme hâlinde de bu esaslı gerçek değişmez.
Bu tecrübeyi, bir sarhoşluktan sonra ayılma hâline benzetenler de vardır. Ancak bu dünyevî plânda değil, bir başka âlemde ayılmadır, Benlik yoktur, fakat açık bir idrak, bir başka şuur hâli vardır. Ben ve sen hayâlini aşan ve birliğe ulaşan cezbe hâlindeki sûfî, kendisinin herhangi birşey olduğunu inkâr edebileceği gibi, kendisinin herşey olduğunu (Ene'1-Hak) da iddia edebilir. Bu hâl içerisinde sûfî, bütün eşyayı bir olarak görür. Kendisini de, kendi nefsine dikkatini yöneltebildiği takdirde, bütünün bir parçası olarak görür. [559]
e- Normal Hayata Dönüş :
Birlik tecrübesi, insanî kişiliğin ilâhî plânda yeni bir yapılanışını tam olarak gerçekleştiren sonuca sûfîyi ulaştırır. Bundan sonra tecrübenin tabiî seviyelerine geri dönülür. Fakat artık eski benliğin izleri kalmamıştır; sûfîde sabit bir şuur hâline gelen Allah arzusu, diğer bütün insanî arzuları etkisiz ve önemsiz hâle getirmiştir. Bir başka deyişle sufî kendinde yok olmuş fakat Allah'da varolmuştur. Bu durumda onun bütün davranışlarının motivasyonunda Allah arzusu ve sevgisi tek etkin faktör olarak işlemektedir. Sûfî bu gelişmeler sonucunda kendisini tam bir ruh sükûneti, huzur ve tatmin içerisinde bulur. Bir yandan riyazet ve mücahedenin güçlüklerinden kurtulmuş, diğer yandan ise sürekli değişen ruh hâllerinin sarsıcı etkileri son bulmuştur. Bu onda, herşeyin yerli yerine oturduğu ahenkli bir dünya algısı ve “temkin” içerisinde bir kişiliği doğurur. [560]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder