2 Ocak 2016 Cumartesi

YERALTI EVRENİ



Yeraltı Evreni 

 Kapadokya bölgesinde açıkçası sayısını bilemediğimiz kadar irili ufaklı bir sürü yeraltı şehri mevcut. Bunların bazıları gezilebiliyor, bazılarıysa ağzına kadar taş toprak dolu. Bölgedeki yeraltı şehirlerinin yapısını en iyi şekilde şu benzetme ile tarif edebiliriz. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerimizi düşünün. Büyük binalar ve aralarında serpiştirilmiş gecekondular var. Örneğin İstanbul'daki bir Akmerkez binasının bir iki kilometre uzağında derme çatma gecekondular görünür. Kapadokya'daki her yeraltı şehri bir bina olarak kabul edersek, yeraltı şehirlerinin bazıları İstanbul'daki Akmerkez ya da Galleria gibi, bazıları da bizim gecekondularımız gibi derme çatma sayılabilecek yerlerdir. Bölgedeki son derece büyük, tanınmış ama bugünkü teknolojik imkanların üzerinde olması gereken bir teknoloji ile açılmış yeraltı şehirlerinin yanı sıra daha mütevazi yeraltı şehirleri de var. Burada akla gelen şey bir iki, hatta sadece bir özgün örneğin çevresinde daha sonraki dönemlerde ve daha ilkel kimselerce bazı taklit kazılar yapıldığıdır. Kapadokya'daki yeraltı şehirlerinin en fazla tanınanları Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı şehirleridir. Bu iki şehir birbirinden yaklaşık olarak 9,10 Km kadar uzaktadır. Gerek konuyla ilgili arkeologlar, gerekse yöre halkı tarafından bu iki yeraltı şehrini birbirine bağlayan bir tünelin varlığı bilinmektedir. Yeraltı şehirlerindeki tüneller tabii ki, Kaymaklı ve Derinkuyu arasındaki ile de sınırlı değildir. Mesela Kaymaklı'nın 12-15 Km doğusunda kalan Mazı Köyü yeraltı şehrinin Kaymaklı ve Derinkuyu'ya bağlayan tünellerin oluğu da bilinmektedir.

Bilinmeyenin Boyutu Nedir

Bölge haklı mevcut bütün yeraltı şehirlerinin birbirine tünellerle bağlı olduğunu iddia ederler. Bu durumda bölgenin altı bir örümcek ağı gibi tünel şebekeleri ile örtülü oluyor. Bu tünellerin hemen hemen hepsi bugün ya duvar örülerek ya da göçükler yüzünden kullanılmaz durumdadır. Yakın gelecekte de bunların açılması için herhangi bir çalışma yapılmasını beklemek mümkün değildir. Yeraltı şehirlerinin yeniden keşfedilmeleri ve ziyarete açılmaları o kadar eski değil. Mesela, yetkili kimseler Derinkuyu diye bir yer olduğunu ancak 1963'te keşfedebilmişler. Bu şehirleri ilk defa gezen bir kimseyseniz hayretler içinde kalmamanız, hayran olmamanız mümkün değil fakat bilmelisiniz ki, gezdiğiniz yerler yeraltı şehirlerinin bugün bilinen kısımlarının ancak onda biridir. Geziye açık olan ve aydınlatılmış kısımların haricinde çok geniş bir alan ve bir sürü çıkış kapısı daha vardır. Tabii bunlar bilinenler. Bilinemeyen kısımların ne nitelikte olduğu konusu ise doğal olarak meçhul. Ancak, örneğin Derinkuyu'nun altında en 3 ile 8 kat kadar bir derinlik olduğu arkeologlar tarafından tahmin ediliyor. Aslında Kapadokya ve yeraltı hakkında bazıları arkeolojik, bazıları turizm amacıyla yazılmış olan Türkçe ve hemen her dilde yayınlanmış olan yüzlerce kitap mevcuttur. Konuyu bu açıdan merak edenler söz konusu kitapları turistlik eşya satışı yapan her dükkandan alabilirler ve gerek kaya kiliselerinin, gerek yeraltı şehirlerinin bilinen her ayrıntısını, derinliklerini, ölçülerini kısaca her şeyi öğrenebilirler.

İnkalar Hazinelerini Yeraltına Sakladılar

Bu yazıda ise, kendi ekolümüz icabı bu bölgenin ve yeraltı şehirlerinin okült incelemelerini yapıyoruz. Kaymaklı ve Derinkuyu konularında daha ileri gitmeden önce dünyanın değişik yerlerindeki benzeri yerleri ve bu yer hakkındaki araştırma ve iddiaları kısaca hatırlamamız yerinde olur. Bizdeki gibi yeraltı şehri ismi verilmemiş de olsa dünyanın değişik yerlerinde bir sürü tünel şebekesi mevcuttur. Bu tünellerini birçoğu günümüzde bilinmektedir fakat hepsi de belli yerden sonra tıpkı bizim yeraltı şehirlerimiz gibi taş, toprakla dolmuş ya da doldurulmuştur. Güney Amerika'da, Ekvador, Peru, Bolivya civarında Eski İnka uygarlığından kalma bir çok tünel olduğu söylenir. İspanyol yağmacılarının en önemlisi olan Pizarro'nun ordusundaki bir asker rahip olan Cieza de Leon, son İnka imparatoru olan Atahualpa'nın, Pizarro tarafından öldürülmesinden 4-5 yıl sonra yazdığı notlarda, İnkalar'ın, İspanyol soygununda korkarak hazinelerini bugün dahi bulunamamış olan gizli yerlere taşıdıklarını yazar. Bu gizli yerler dağların altında oyulmuş olan tünel sistemleriydi. Bu fikri aslında İngiliz Arkeologu Harold Wilkins'in de bulunduğu birçok bilim insanı desteklemektedir. Başka bir görüşe göre ise, söz konusu tünel sistemleri son derece ileri bir uygarlık tarafından binlerce yıl boyunca oyulmuştur. Güney Amerika'daki tünel sistemleri çok fazladır ve sadece İnka ülkesinde değildirler. En fazla bilineni, Lima'yı, Peru'nun eski başkenti olan Cuzco'ya bağlayan ve sonra da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel şebekesidir. Eski belgelere göre bu tünellerde çok zengin Kralın mezarı vardır. Ama bugün kimse tünellerde hazine aramayı düşünmüyor, çünkü tüneller hemen hemen tamamen toprak doludur, temizlenmeleri, içlerinden çıkması olası olan hazinelerden çok daha pahalıya mal olacaktır. Tünelleri araştırmış olan bilim insanlarının çoğunluğu da, bunları İnka tarafından kazılmayacağı konusunda hemfikirler.

Malta - Fas - İspanya Bağlantısı

İnkalar, bu tünelleri biliyorlar ve kullanıyorlardı fakat ilk inşaatçıların kimler olduğunu onlar da bilmiyorlardı. Güney Amerika'dan sonra Kuzey Amerika, California ve Virginia'da tünel sistemleri vardır. En ilginç sistemlerden birisi de Hawaii'de olduğu söylenendir. Buradaki tünel sistemlerinin bazı adaları birbirine bağladığı da iddia edilir. Bundan 4, 5 yıl kadar önce televizyonda yayınlanan ve gerek müziği, gerekse içeriği ile yurdumuzda da büyük bir beğeni kazanan İpek Yolu belgeselinin bir bölümünde gösterdiği gibi Asya'nın altı sonradan sulama kanalı haline getirilmiş tünel sistemleri ile örümcek ağı gibi oyulmuştur. Tünellere Akdeniz bölgesinde de rastlanır. Mesela Malta'da böyle sistem vardır, Elli metrelik bir bölümüne girilmiş olan bir Malta tünelinin Cebelitarık boğazını altından geçip, İberik Yarımadası ile Fas'ı birleştirdiği söylenir. Avrupa'da sadece bu tünelin girişi olan bölgede maymun yaşar ve bu maymunların Afrika'dan, bu tünel vasıtası ile Avrupa'ya geçtikleri söylenir, Ayrıca İsveç'te ve Çekoslovakya'da da bilinen tünel sistemleri vardır. Bazı iddialara göre dünyanın altındaki tüneller burada anlatıldığından da uzundurlar. Mesela Tibet Lamaları, Tibet'ten, Güney Amerika'ya kadar giden tüneller olduğunu ısrarla iddia ederler.

Daniken'in gördükleri

1994'de Bir Amerikan dergisinin Ekvador muhabiri olan John Sheppard, Kolombiya sınırında elinde dua değirmeni ile meditasyon yapan tipik bir Tibet rahibi gördüğünü yazar. İddiaya göre bu adam 13. Dalay Lama'dır. 1933'te ölmüş olduğu iddia edilen bu kişinin mezarı boştur ve Tibet rahipler onun ölmeyip, Budizm'i benimsemeden önceki vatanı olan Güney Amerika'ya döndüğünü ve bu iş için tünelleri kullandığını söylerler. Gene de bu hikaye pek güvenilir değildir. Güney Amerika'daki tünel sistemlerini bildiğimiz kadarı ile en son inceleyen kimse Erich Von Daniken'dir. Daniken "Ausstat und Kosmos" isimli kitabının hemen hemen tamamında Güney Amerika mağaralarından bahseder. Ekvador Cumhuriyeti'ndeki mağaralar Arjantin uyruklu ve Macaristan doğumlu Juan Moricz tarafından keşfedilmiş ve kendi adına tapusu alınmıştır. Daniken bu mağaraları 1972'de gezer. Mağaralara, dağdaki bir oyuktan girilir. İlk önce 80 metre kadar, ipten yapılmış bir asansörle diklemesine inildikten sonra sonsuz bir tünel sistemine girilir. Bazıları dar, bazıları geniş olan tünellerden, Daniken'in gördüklerinin hepsi köşelidir. Duvarları dümdüz ve her yan cam gibi bir madde ile kaplıdır. İçerde manyetik etki çok güçlüdür ve pusulalar çalışmaz. Daniken girdiği dev bir salondan bahseder. Bu salonun içinde masa, sandalye benzeri olan ve hangi maddeden yapıldığı belli olmayan eşyalar vardır. Salonun taban ölçüsü 110 x 130 metredir ve bu ölçü Teotihuacan'daki piramidin taban ölçüsü ile aynıdır. İçerideki bazı buluntular burasının M.Ö. 9000 ile 4000 yıllarında bile mevcut olduğunu göstermektedir. Bazı duvarlarda da, şüphesiz ki, inşaatçılardan binlerce yıl sonra gelen ilkel insanlarca yapılmış olan dinozor benzeri hayvan çizimleri vardır. Tünellerden bir çok altın eşya da çıkarılmıştır. Bazı altın levhalarda deşifre edilememiş olan bir alfabe ile yazılmış yazılar vardır. Daniken burada gördüğü bir altın küre üzerinde çok fazla durmakta ve kürenin Uzaylılarla ilgili olduğunu iddia etmektedir ve işin en ilginç yanı da, Daniken'in aynı kürenin gerek boyut gerekse üzerindeki garip yazı ve resimlerle tıpatıp benzeri olan bir taş küreyi de İstanbul Arkeoloji müzesinde gördüğünü ve bu kürenin tasnif edilememiş eşyalar arasında olduğunu yazmaktadır.

Binlerce Yıl Önceki Isı Matkabı

Tünellerin açılışları konusunda Daniken öyle binlerce yıl süren şartlar düşünmüyor. Ona göre bu tüneller bir uzay uygarlığı tarafından nükleer enerji ya da benzeri bir şey kullanılarak çok kısa zamanda açılmıştır. Bu iddiası için kanıt olarak da "Der Spiegel" dergisinin 3 Nisan 1972 tarihli sayısındaki bir yazıyı göstermektedir. Bu yazıda ısı matkaplarından bahsedilmektedir. Yazıda anlatıldığına göre Los Alamos'taki Nükleer Araştırma Merkezi'ndeki bilim adamları tarafından 1,5 yıllık bir çalışma sonrasında bir ısı matkabı yapılmıştır. Aracın ucu volfram çelliğidir ve grafitle ısıtılmaktadır. Delme işlemi sırasında, delinen yerden dışarıya hiçbir şey çıkmamaktadır, delici, taşları eritip, delinen yerlerin iç yüzeylerine preslenmekte, preslenen yerler de bir süre sonra öylece donmaktadırlar. Derginin verdiği bilgilere göre ilk denemesinde dört metre kalınlığında bir taş blok hiç bir ses ve atık madde çıkartılmadan delinmiştir. Los Alamos bilim adamalarının bir askeri tanka benzeyen, köstebek gibi çalışacak olan büyük bir delicinin planlarını hazırladığı ve bununla Magma tabakasına inip, örnek almanın düşünüldüğü de belirtiliyor. Bu ısı matkabı konusunu aşağıdaki, Derinkuyu ve Kaymaklı'nın kazılmasıyla ilgili bölümde tekrar hatırlamak yerinde olur.

Agarta-Şamballah ve Hitler Uzantısı

Konunun Kapadokya ile ilgili kısmına tekrar dönmeden önce dünyanın her yanında hemen hemen nehirler kadar çok rastlanan bu tünel sistemlerinin kimler tarafından yapıldığına dair iddiaları da görmemiz yerinde olur. Bazı ciddi araştırmacılar ve Okültistler binlerce yıl önce dünyada yaşamış ona ve günümüzün masal ve efsanelerinde bahsedilen bir devler ırkından bahsederler. Tünellerin kaynağı Daniken gibi araştırmacılar uzay uygarlıkları olarak gösterirken, bazıları devler ırkı, bir kısmı da çok çok eski çağlarda mevcut olan Atlantis ve Mu kıtalarının batışlarından sonra kurtulan kimseler olarak gösterirler. Söz konusu kıtalar batıp, yeryüzü şekil değiştirdiği zaman kurtulan kimselerin uzay çağı teknolojisine ve insanüstü psişik güçlere sahip olduklarına inanılır, o zamanlardaki en yüksek kara parçalarına sığınırlar ve bu bölge, bugünkü Himalaya dağları ve çevresidir. İki kıtadan gelenler iki ayrı yeraltı şehri kurarlar. Bunlardan biri Agartha diğeri Şamballah ismiyle bilinirler. Bazı iddialara göre de söz konusu yeraltı şehirlerinin biri sağ-el yolunu izleyen majisyenler ait, diğeri karanlık yolu izleyicilerine aittir. Agartha ve Şamballah sakinleri daha sonraki dönemlerde insanlarla çok az iletişim kurarak günümüze kadar yaşarlar. Bazı inançlara göre bu şehirler dünyanın aydınlık ve karanlık psişik merkezleridirler. Yeraltı uygarlıklarının sakinleri hem psişik yeteneklerini hem de nükleer enerjiyi kullanarak dünyanın her yanına açılan tüneller yaparlar. Gerçek veya fantezi, dünyanın birçok bölgesinde yeraltında yaşayan üstün varlıklara ait efsaneler vardır. Bunlar üç aşağı, beş yukarı birbirine benzemektedirler. Bazı kimseler Himalayalar'ın atlındaki yeraltı şehirlerini Atlantis ve Mu uygarlıklarına bağlarken bazı kaynaklar onların çok eski dönemlerde dünyamızı ziyaret eden uzaylılardan kalma ikmal merkezleri olduğunu söylerler. Kapadokya, Derinkuyu ve Kaymaklı gibi yeraltı şehirleri ile bu efsanelerin ilişkili olup, olmadıklarını incelemeden önce özellikle Hitler Almanya'sı dönemindeki okült inanışları, gizli majikal örgütleri ve bazı kimseleri tanımamızda, fikirlerini bilmemizde fayda vardır. Bazı iddialara göre de Adolf Hitler, Şamballah rahipleri tarafından yönlendirilmiş olan bir medyumdu. Bu yüzden eski uygarlıklar, Okült ekoller ve yeraltı şehirleri ile ilgili olarak yapılan araştırma ve yorumlara Hitler Almanyası ile başlamak daha çarpıcı olabilir.

Vril ve "Bizi Ezecek Olan Irk"

Roketler konusunda dünyanın büyük uzmanlarından birisi olan Dr. Willy Ley 1933'de Almanya'dan kaçar. Ley, Vril örgütünün ilk açıklayanlardan biridir. Örgüt Berlin'de kurulmuş olan küçük bir Order'dı. Vril, günlük hayatımız sırasında çok az bir parçasını kullanabildiğimiz sonsuz enerjidir. Vril'e hakim olan kimse kendisine de, başka dünyalara da hakim olur. İnsanlar bütün gayretlerini buna yöneltmelidirler. Dünya değişecektir. Efendiler, yeraltından yeryüzüne çıkacaklardır. Onlarla anlaşırsak bizi de efendi, anlaşamazsak köle olacağız. Vril fikri aslında, gene bir Golden Dawn üyesi olan Bulwer Lytton'un "Bizi Ezecek Olan Irk" isimli romanından alınmıştır. Aynı zamanda "Pompei'nin Son Günleri" isimli eserin de yazarı olan Lytton bu kitapta, Ruh alemi bizden çok daha yüksek olan insanları anlatır. Bunlar şimdilik gizlenme durumundadırlar. Dünyanın merkezinde bulunan mağaralarda yaşarlar ve her şeyin üzerinde güç sahibidirler.

İlk bakışta, bir romandan yola çıkan herhangi bir örgütün bu kadar ciddiye alınması saçma gibi görünebilir fakat şunu da düşünmek gerekir; Dünyada meydana gelmiş olan bir çok oluşum tarihlerinden çok önce romanlarda oluşmuşlardır. Mesela, 1896'da Peter Shiel bir roman yayımlar. Kitap Avrupa çapında bir örgütten bahsetmektedir. Örgütün üyeleri zararlı buldukları aileleri öldürüp, cesetleri yakarlar ve kitabın ismi S.S'lerdir. Aynı şekilde Titanik, batışından çok önce bir romana konu olmuş ve romanda geminin büyük ölçüleri, batış şekli ve hatta romandaki "Titan" ismi gerçeği ile tutarlı olmuştur.

"Ben Onu Gördüm"

Jules Verne, nükleer denizaltıdan, uzaya atılan füzelere kadar bir çok şeyi romanlarında anlatmıştır. Bunlara benzer daha bir çok örnek saymak mümkündür. Ayrıca S.S.'lerin yazarı olan Lytton'un da bir majikal örgütün üyesi olduğu ve aldığı bazı bilgileri roman haline getirdiği de düşünülebilir. Dr. Ley'e göre Vril örgütünün üyeleri ırk değiştirmek ve dünyanın merkezinde saklanan adamlara benzemek için gereken bazı sırları bildiklerine inanmaktadırlar. Bazı özel kültür fizik yöntemleri vardır. Lyton, romanında özellikle cehennem dünyasının gerçeklerine parmak basmaya çalıştığını söyler. İnsan üstü güçlere sahip olan varlıkların varlığından emin olduğunu belirtir. Bu yaratıklar insanları ezecek ve aralarından seçtiklerini pek büyük değişimlere uğratacaklardır. Golden Dawn'ın başkanlarından biri olan Samuel Mathes 1896'da Gizli Şefler konusunda şunları yazar: "Bana kalırsa onlar dünyada yaşayan fakat insanüstü güçlere sahip yaratıklardır. Şahsi tecrübelerim bana, bir ölümlü için onların karşısında dayanabilmenin ne kadar zor olduğunu gösterdi. Öylesi dehşet verici bir gücün karşısında olduğumu hissediyordum ki, soluğum kesiliyor, ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan kan geliyordu." Hitler de üstün yaratıklarla kontak kurduğunu söylüyordu. Danzig, hükümet başkanı olan Rauschning'e insan ırkının değişimi konusunda şöyle der; "Yeni insan aramızda yaşıyor. Size bir sır vereyim. Ben onu gördüm." Bunları anlatırken titrediğini söyleyen Rauschning, ayrıca şu olayı anlatır; Yakınlarında birisinin anlattığına göre Hitler, geceleri çığlıklar atarak uyanırmış. Karyolayı dallayacak kadar şiddetli titremeler yaşar ve odanın köşesine bakıp, "İşte o, işte o, buraya gelmiş" diye inlermiş. Bundan sonra da anlaşılmaz bir dilde konuşurmuş.

Horbiger, "Korkunun Kralı"nı anlatıyordu

Nazi Almanyası'nda üzerinde durulan iki temel kuram vardı. Bunlar dünyanın ve insanın açıklaması sayılırlardı; Oyuk Dünya (Hollow Earth) ve Donmuş Dünya Kuramları. Ebedi Buz Öğretisi (Well Welt is lehre)'nin kurucusu olan Hans Horbiger 1860'da Triol bölgesinde doğdu. Hitler ve Himmler ona inanıyorlardı. Hitler; "Bir Kuzey Nasyonal sosyalist bilimi vardır ki, Yahudi liberal bilime karşı çıkar. Batıda benimsenmiş olan bilim bozulması gereken bir tılsımdır." diyordu. öğretinin taraftarları tarafından üç yıl içinde üç kalın kitap, halka yönelik kırk kadar daha basit kitap ve yüzlerce broşür yayınlanmıştır. "Dünya Olaylarının Anahtarı" isimli bir de yüksek tirajlı, aylık dergileri vardı. Bir broşürlerinde şöyle diyorlardı; "Hitler Yahudi politikacıları kovdu. İkinci bir Avusturyalı olan Horbiger de Yahudi bilim adamlarını kovacaktır." Horbiger'in fikirleri Nietzsche'nin felsefesi ve W,agner'in mitolojik görüşleri ile uyumluydu. Bu dönemde, Ari ırkın kökeninin başka bir devirde dünyaya ve yıldızlara hakim olan üstün insanların yaşadığı döneme dayandığı inancı iyice yerleşmişti. Horbiger öğretisinin cevaplamaya çalıştığı üç temel sorun vardı; Neyzi, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Horbiger'in teorileri özet olarak şu şekildedir; "Yıldızlar buz yığınlarıdır. Bu güne kadar bir kaç tane Ay, Dünya'ya çarpmıştır. Şimdiki Ay'da Dünya'ya düşecektir. İnsanlığın bütün geçmişi buz ve ateş arasındaki savaşla açıklanabilir. İnsan büyük bir değişimin eşiğindedir ve tanrısal nitelikler kazanmak üzeredir. Bu yeni insanın birkaç örneği dünyada yaşamaktadır. Bunlar zaman ve mekan sınırlarının ötelerinden gelmiş olabilirler. Dünyanın sahibi ya da korkunun kralı doğuda, gizli bir şehirde hüküm sürmektedir. Onunla kontaklar kurmak mümkündür. Onunla anlaşmaya varanlar Dünya'nın görünümünü değiştirecektir ve insanlığa anlam kazandıracaklardır."

Devlerin Yaşadığı Çağlar

Horbiger'e göre, günümüzdeki Ay, Dünya'nın dördüncü uydusudur. Tarih boyunca üç Ay daha vardır. Bunlar sırasıyla Dünya'ya düşmüşlerdir. Ama bu seferki, öncekilerinden çok daha büyük olduğu için çok daha büyük felaketlere yol açacaktır. Dünya'da dört büyük jeolojik dönem yaşanmıştır. Çünkü geçmişte dört uydu vardı. Bugün dördüncü zamandayız. Bir Ay Dünya'ya düştüğünde ilk parçalanmadan oluşan halka Dünya'ya düşüp, yer kabuğunu örter. Bu da her şeyi fosilleştirir. Normal dönemlerde gömülen organizmalar fosilleşemezler, sadece çürürler. Ancak bir Ay'ın düştüğü zamanlarda fosilleşme olabilir. İşte bu yüzden jeolojik zamanları ayırt edebiliriz. Bir uydu yaklaştığı zaman birkaç bin yıl boyunca Dünya'ya çok yakı bir yörüngede olur ve yerçekimi çok azalır. Yaratıkların büyüklüğünü belirleyen şey çekim gücüdür. Bu yüzden, uydunun yakın olduğu dönemler, devleşme dönemleridir. Birinci jeolojik dönemde büyük bitkiler ve böcekler, ikinci dönemin sonunda Dinozorlar oluşmuştur. Ani değişimler olmamaktadır, çünkü kozmik ışınlar çok güçlüdür. Daha sonra ise dev insanlar oluşur. Tevrat'ın Tekvin bölümü devlerin 900 yıl yaşadıklarını anlatır. Bunun sebebi, ağırlığın olmamasından dolayı organizmanın geç yaşlanmasıdır. İkinci dönemin sonundaki felaketten ancak birkaç tür hayatta kalır ve bunlar giderek küçülürler. Üçüncü zaman Ay'ı yörüngeye girdiği zaman daha akıllı bize göre normal insanlar türerler. Gerçek atalarımız bunlardır. Bununla beraber atalarımızla beraber eski devler de hala yaşamaktaydılar. Atalarımıza uygarlığı öğretenler bunlar. Devler insanlara tarım, madencilik, sanat, bilim, metafizik bilgileri öğrettiler. Bu dönem Altın Çağ olarak bilinen dönemdir. Bu dönem çeşitli mitolojilerdeki devler ve tanrıları, Mezopotamya'nın dev krallıklarını açıklar.

Tiahuanaco Kapısı

Ve sonra üçüncü dönem Ay'ı da yaklaşır, çekime kapılan sular yükselir. İnsanlar ve devler en yüksek tepelere çekilirler ve bazı merkezler oluştururlar. Horbiger ve takipçileri buraları Atlantis olarak nitelendirirler. Horbiger'in İngiliz taraftarı Bellamy, Güney Amerika'da, And Dağları'nda 4000 metre yükseklikle, 700 kilometre uzunlukta bir bölgede deniz tortuları bulunur. Bunlardan da üçüncü zamanın sonunda ortaya kadar yükseldiği sonucu çıkartılır. O dönemin uygarlık merkezlerinden biri Titicaca gölü yakınlarındaki Tiahuanaco'yu. Bu kentin kalıntıları yüz binlerce yıl öncesinden kalmadır. Daha sonraki uygarlıkların hiç birine benzemez. Horbigercilere göre orada devlerin izleri açıkça bellidir. Yine Horbiger'in taraftarlarından olan Alman arkeolog Kiss, 1928 ile 1937 yılları arasında Tiahuanaco'da bit kapı incelemiştir. Kapının en az 100.000 yıl öncesine ait olması gerekiyordu. 10 ton ağırlığındaki kapının süslemelerinin üçüncü zaman astronomları tarafından yapılmış bir takvim olduğu ileri sürülmektedir. Bu süslemelerde Ay'ın görünür ve gerçek hareketleri, Dünya'nın da dönüşü göz önüne alınarak işlenmiştir. Bundan çıkan sonuç ta Tiahuanaco'nun üçüncü zaman sonunda devler tarafından kurulan bir deniz uygarlığı olduğudur. Tiahuanaco, aynı tipteki beş merkezden biridir. Orada aynı zamanda da büyük bir liman ve rıhtım kalıntıları da bulunmuştur. Diğer merkezlerin Yeni Gine, Meksika, Habeşistan ve Tibet'te olduğu anlatılır. Devler, üçüncü Ay'ın da yörüngesinin daraldığını ve zamanı gelince düşeceğini biliyorlardı. Sular alçalacak ve beş büyük merkez ortada kalacaktı. Meksika'da Toltekler, Dünya'nın geçmişini, Horbiger'in görüşüne göre açıklayan yazıtlar bırakmışlardır. Günümüzden 150.000 yıl sonra devler de uygarlıklarını kaybederler. Yönettikleri insanlar eski vahşi hallerine dönerler. Horbiger, Dünya'nın 138.000 yıl boyunca Ay'sız kaldığını hesaplar. Ay'sız dönemlerde cüceler v bazı önemsiz, küçük hayvanlar türer ve son kalan devler bir krallık kurarlar. Bu krallık 10' K ile 60' K enlemleri arasındaki bir düzlüğe yerleşir ve İkinci Atlantis kurulur. And Dağları'ndaki Atlantis ve çok sonra kurulan Kuzey Atlantik'teki ikinci Atlantis'tir ve Platon'un bahsettiği Atlantis ikinci Atlantis'tir. 12.000 yıl önce günümüzün Ay'ı, Dünya'nın yörüngesine girer. Yeni felaketler olur, denizler kabarır, Buzul Çağı başlar ve Atlantis batar. Bu da kutsal kitaplarda anlatılan Tufan ve kıyamet olayıdır.

Rampa Kimdi? Crowley, Dee ve Kelly Üçgeni

1957'de İngiltere'de Horbigercilerin destekleyen bir kitap yayınladı: "Üçüncü Göz". Kitabı yazan bir Avrupalıydı fakat kendisinin Tibetli bir Lama ve isminin Lobsang Rampa olduğunu iddia ediyordu. Rampa "İkinci Beden" isimli kitabında da çok detaylı bir şekilde anlattığı gibi hayattan bezmiş bir Avrupalı ile Astral planda beden değiştirdiğini iddia ediyordu. Bir çok kişi Rampa'nın Hitler tarafından Tibet'e gönderilen Almanlardan biri olduğunu ve savaştan sonra orada kalıp, uzun süre sonra geri döndüğünü düşündü. İngiliz gazeteleri Rampa'nın kimliğini araştırdılar fakat resmi istihbarat servisleri bile hiçbir şey bulamadılar. Rampa ya iddia etiği gibi gerçek bir Lama idi ya da kendisine aktarılmış olan bazı şeyleri anlatıyor ve bu şekilde Horbigerci veya Nasyonal tezleri dile getiriyordu. Şurası kesindir ki, Rampaa'nın açıklamaları Tibet konusunda uzman olan kimseler tarafından hiç bir zaman yalanlanmamıştır. Rampa, "Üçüncü Göz"de yeraltındaki derin mahzenlerde gördüğü bazı şeyleri anlatır. Üç tane tabut ve içlerinde altınla kaplı üç ceset. Cesetlerin boyları üç ve beş metre arasında değişmekte, kafaları tepeye doğru konikleşmektedir. Yani geniş tarafı yukarıda olan bir koni gibidir. Beyinleri geniş, cesetlerin ağızları ince ve küçük, çeneleri sivridir. Tabutlardan birisinin kapağına garip bir yıldız haritası çizilmiştir. Rampa'nın tarifi Aleister Crowley tarafından kontak kurulan ve resmi çizilen ruhsal varlık Lama'ya benzediği kadar Elizabeth devrinin saray majisyeni Dr. John Dee ve asistanı Edward Kelly tarafından kontak kurulan varlıklara da benzemektedir. Bu varlıklar Dee'ye Enochian dilini ve alfabesini öğretirler. Bu dil Golden Dawn tarafından geniş ölçüde kullanılmıştır ve hala da majikal orderler arasında geçerlidir. Son yıllarda bir de Enochian sözlük yayınlanmıştır. Rampa tarafından anlatılan cesetler yapı olarak bizim kat çalışmalarımız sırasında karşılaştığımız Işık Varlıkları'na da benzemektedir. Rampa'nın anlattığı haritanın bir benzeri Himalayalar'ın eteklerindeki bir mağarada bulunmuştur. Bu haritanın 13.000 yıl önce yapıldığı uzmanlar tarafından tespit edilmiştir ve harita 1925'te National Geographic Dergisi'nde yayınlanmıştır. Rampa mahzende gördükleri hakkında şunları söyler: "Binlerce yıl önce günler daha kısa ve sıcaktı. İnsanlar daha fazla bilgiye sahiptiler. Dış uzaydan gelen bir gök cismi Dünya'ya çarptı ve her yeri sular basınca Tibet sıcak bir deniz ülkesi olmaktan çıktı." 1953'te yapılan bir araştırmaya göre Horbiger'in Almanya ve İngiltere'de çok fazla izleyicisi vardır. Sadece ABD'de bir milyondan fazla Horbigerci vardır. Londra'da ise H. S. Bellamy önemli sayıda taraftara sahiptir.

Yine Kapadokya

Şimdi gene Kapadokya ve yeraltı şehirlerine dönersek, buradaki şehirlerin aslında birbirinden farklı şehirler değil de tek bir şehrin farklı çıkışları olduklarını da düşünebiliriz. Kapadokya bölgesinde Hıristiyanlığın ilk çağlarında, Bizans ve Roma dönemlerinde yapıldıklarına şüphe duyulmayacak birçok kaya mezarı ve kilisesi de vardır fakat yeraltı şehirleri bir başkadır. Bazı Arkeolog ve tarihçiler yeraltı şehirlerinin ilk Hıristiyanlar tarafından korunma amacıyla kazıldığını iddia ederlerken, bazı uzmanlar bu şehirlerin çok daha eski dönemlerden kalma olduklarını, ilk Hıristiyanların bunlara sonradan yerleştiklerini ya da buralarda yaşayan kimselerin Hıristiyanlığı benimsediklerini ileri sürerler. Bizce bu ikinci tez çok daha geçerlidir. Her şeyden önce Büyük İskender dönemi tarihçileri bu bölgende bulunan devasa yeraltı şehirlerinden bahsederler ki, o dönemde İsa henüz doğmamıştır. Bu noktada, Mazıköy yeraltı şehirlerinden de biraz bahsetmek gerekir. Yukarıda da bahsedildiği gibi Kaymaklı ile 12-15 kilometrelik bir tünelle bağlanmış olan Mazıköy yeraltı şehri, diğer yeraltı şehirlerine göre daha değişik bir yapıdadır. Diğer şehirler aşağıya doğru ilerleyip, genişlerken Mazıköy yeraltı şehri hem aşağıya, hem yukarıya giden bir şehirdir. Büyük bir kayanın ya da dağın altında kazılmıştır. Şehir zeminden aşağıya toprak altına ve yukarıya kayanın içine doğru ilerler. Üzerindeki koca kaya parçası adeta dev bir apartman gibidir. Mazıköy yeraltı şehri birçok açıdan Kaymaklı ve Derinkuyu'dan daha modern bir yerdir. Daha çağdaş yaşam şartlarına sahiptir. Roma döneminden kaldığı iddia edilir. Şehir ilk defa köylüler tarafından imece usulü ile çalışılarak açılmıştır. Esas girişinin neresi olduğu göçükler yüzünden belli değildir. Bugün, köylüler tarafından açılmış olan girişlerden girilerek açılmış ve aydınlatılmış olan kısımlar gezilebilir. Köylüler zemini ve iki üst katı açtıktan sonra, aşağıya doğru kazarken bazı tarihi eşyalar bulurlar ve bunun üzerine ilgili bakanlık köylülerin kazılarını durdurur. Bir, iki arkeolog gelir, şöyle bir bakarlar ve uygun bir zamanda devam etmek üzere kazılar durdurulur.

Tarih Öncesi Kalan Fosil

Mazıköy yeraltı şehirlerinin sadece kazıların durdurulduğu güne kadar açılabilen kısımları ziyarete açıktır. Geri kalan aşağı ve yukarı doğru olan katlar toprakla doludur. Mazıköy'den bu kadar bahsetmemizin sebebi ise Bizans dönemline ait olduğu söylenen bu yeraltı şehrinde, zeminin altındaki kısımlarda bulunan bir ilk çağ hayvanı fosilidir. Ne olduğu anlaşılamayan, sadece prehistorik dönemlere ait olduğu anlaşılan, büyük ve yırtıcı bir hayvana ait olan bu fosil de incelenmek üzere Ankara'ya götürülmüştür. Bugün ise, fosilin akıbeti bilinmemektedir. Roma dönemine ait olduğu iddia edilen bir yerde de böyle bir fosilin bulunması oldukça anlamsızdır. Bu durumda Mazıköy yeraltı şehrinin de Kaymaklı ve Derinkuyu gibi, çok çok eski çağlardan kalarak sonraki dönemlerde Bizanslılar tarafından kullanılmış olması akla yakındır. Bizanslılar olsa olsa yukarıya doğru olan kayanın içindeki kısımları kazmış olabilirler. Derinkuyu, Kaymaklı ve Mazıköy gibi yeraltı şehirlerinin Hıristiyanlıktan çok daha eski olduklarını hatta Atlantis ve Mu dönemlerinin kalıntıları ya da Agartha ve Şamballah'ın devamı olup, olmadıklarını düşünürken bu şehirde daha sonraki dönemlerde, iddia edildiği gibi ilkel kazma araçları ile açılan bir sürü odanın da olduğunu unutmamız gerekir fakat esas ileri bir teknoloji ile çok daha eski dönemlerde yapılmış olabilir. Bu şehirlerin hepsinin etrafındaki toprağın son derece verimli bir arazi olması da dikkat çekicidir. Sadece ziyarete açık olan bölümlerin kazılmasında bile binlerce metreküp kaya parçası çıkar. Ziyarete açık olan bölümlerin de bugünkü arkeologlar tarafından bilinen yerlerin yaklaşık olarak onda biri kadar olduğunu düşünürsek, buraların kazılmasından çıkacak olan kaya parçalarının miktarı yapay bir dağ oluşturmaya yeteceğini kolayca görebiliriz. Bölgede ise yığma kaya ve topraktan oluşan değil böyle bir dağ, küçük bir tepe bile yoktur. Arazinin verimli toprak olması, döküntünün çevreye dağıtılmış olması fikrini de çürütmektedir.

Onların Etkileri Hala Aramızda

Şimdi akla şu soru gelmektedir. Buralardan çıkan atık kayalara ne oldu? Bunun en akılcı cevabı tünellerin, günümüzdekinden çok daha ileri bir teknoloji ile açılmış olmasıdır. Burada, yazımızın Daniken'le ilgili bölümünde söz edilen ısı matkaplarını düşünelim. Bize göre Derinkuyu, Kaymaklı, Mazıköy ve çevredeki diğer yeraltı şehirleri bir bütünün parçaları olabilirler. Agartha, Şamballah ve Himalayalar'daki efsanevi yeraltı uygarlıkları ile bağlantılar var mıdır yok mudur bilemeyiz? Fakat göründüklerinden çok daha derine inenler ve çok daha büyük bir bölgeyi kaplarlar. Zannedilenden çok daha eski dönemlere aittirler ve ileri bir teknoloji ile açılmışlardır. Bazı iddialara göre bu yeraltı tesisleri dünya yakınlarından geçen uzay araçları için yapılmış olan ikmal merkezleri, konaklama noktalarıdır ve artık kullanılmadıkları için de bilerek toprak ve kaya ile doldurulmuşlardır. Kapadokya'nın bazı noktalarında ve özellikle Derinkuyu'da günümüze kadar gelen yoğun psişik etkiler de vardır.



KAYNAKLAR :
Gizli ilimler Kütüphanesi
Fenomen Dergisi, Ekim 1998, Sayı:31
Devamını Oku »

YERALTI DÜNYASI : AGARTA




Yeraltı Dünyası: Agarta

"Agarta", kelime olarak Budist kökenlidir. Bütün imanlı Budistler, yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar. Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır. Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi, Doğu'da “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.

“Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi, Tibetli Dalay Lama'dır. Doğuda Tibet ve batıda Brezilya dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir. Mısır'daki Gize Piramit'inin altında bulunan gizli odaların da yer altı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunlar bu tüneller vasıtası ile yeraltında tanrılar veya süper,insanlarla temas kurabiliyorlardı.
Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan yer altı Süpermenleri ırkını temsil ettiği ileri sürülür. Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, yeraltındaki ütopik bir cenneti temsil etmekteydiler.

İddialara göre, Hz. Nuh, gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis, sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre, Atlantislilerin çıkardığı NÜKLEER SAVAŞ sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya'nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı şehirlerine yerleşmişlerdi.

Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi. Agarta medeniyeti binlerce yıllıktı. (Atlantis 11.500 yıl önce sulara gömülmüştü)

Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı.

Ossendowski, Agarta İmparatorluğu'nun birbirine tünellerle bağlı yer altı şehirleri ağına sahip olduğunu ve bu tünellerde (Karada veya denizde) harekete edebilen olağanüstü süratli araçlardan söz eder.

Agarta'daki halk, “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı.

Tarihin birçok döneminde Agartalı Süpermenler ve tanrılar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı.

Hiroşima'ya ayılan ilk Atom bombasından sonra, ortaya çıkan uçandaireler işte böyle bir nedenle gelmişlerdi. Ancak tanrılar kendileri yerine temsilcilerini göndermişlerdi.

Hint destanlarından “Ramayana”da Rama'nın Agarta'dan uçan bir araçla –muhtemelen bir uçan daire ile- geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka hanedanlığının kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla gelmişti.

Amerika'daki Agartalı öğretmenlerin en büyüklerinden biri, Maya'ların, Aztek'lerin ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika'daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl'dır. Başka bir ırktan (Atlantis'ten) gelen bu beyaz adam, Mexico, Yukatan ve Guatemela'daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler, ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi. Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anlamına geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti. Muhtemelen o, yer altı dünyasından geliyordu. Quetzalcoatl, geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayboldu. İnanışa göre, geldiği yer altı dünyasına dönmüştü.

Mısır inançlarındaki Osiris, başka bir yer altı tanrısıdır. Donely, “Atlantis the Antediluvian World” (Atlantis, Tufan Sonrası Dünya) adlı kitabında Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer.
Devamını Oku »

THULE ÖRGÜTÜ,AGARTA VE NAZİZM




Thule Örgütü, Agharta ve Nazizm

Alman Gizlici örgütlerinin birçok temel öğretiyi İngiltere'deki Hermetik gruplardan ve Kıta Avrupası'ndaki Teofizik örgütlerden aldıkları bir gerçektir. Özellikle, Ari ırkın gizemci güçlerine verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari ırkının yozlaşmaya başladığı düşüncesi daha önce görülmemiş birer yaklaşımdır. "Töton"lara olan düşkünlükleri (Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine inanıyorlardı), Kuzey mitlerine, "Rune" yazılarına ve "Svastika"ya olan ilgileri yeni Pan-Cermen ulusçuluğunun yarattığı atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa'daki tüm dillerin tek bir Hint-Avrupa kökeni bulunduğu ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari kaynaklı olduğu düşüncesi saygı duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi. Diğer taraftan 1905 yılından beri Ruslar, "Protocols of the Elder of Sion" (Zion Bilgelerinin Protokolleri) adlı broşür sayesinde, aşağılık Sami ırkların Bolşevizm'i yayarak Avrupa uygarlığının sonunu hazırladıklarını kanıtlamak çabasındaydılar.

Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı arasında yaklaşmakta olan bir savaşı beklemekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştirdiği katliamın kökleri işte burada yatıyordu.

Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri gelenleriyle birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iplerini ellerinde tutan Tibetli gizemci din adamları (Lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere eklenmiştir. Henüz 1840'larda bile, "Agartha" efsanesi Almanya'da ilgi çekmeye başlamıştı. Agarta efsanesi, yer altında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı denetim altında tutan ve "Dünyanın Efendisi" olan Agarta kralının çok yakında dünyayı kesin olarak işgal edeceği anlatılmaktaydı. Napolyon kendini tüm Avrupa'nın efendisi olarak düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler'in elinde Amerika'nın işgali ile hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika'yı, Japonlar ise Asya'yı yöneteceklerdi)

Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların, uluslararası bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını biliyorlardı. Zaten tüm bu planlar "Zion Bilginlerinin Protokolleri"nde mevcuttu.

Hitler döneminde "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş; devler, cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmaya başlamıştır. 1930'lu yıllarda tümüyle "Atlantis" ve diğer kayıp kıtalarla ilgili araştırmalara başlanmış ve Kuzey halklarının kökenlerini Atlantis'te aramaya adanmış dergiler revaçta olmaya başlamıştır.

Hitler, kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tapınakçılar ve diğer Haçlı örgütlerinin modellerine uygun biçimde örgütlediği aşikardır. 1937'den kalma ünlü bir poster Hitler'i bir Tapınak şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken göstermektedir. Otto Rahn, 1938 yılında Güney Fransa'da "Holy Grail"i (Kutysal Kase) aramaya koyulmuştur. Ne vardır ki, Hz. İsa'nın soyundan gelenleri veya "son yemek"te kullanılan bir şarap kadehini aradığını unutmuş görünmektedir ki, zira Kahn'a göre Grail, "tanımlanması olanaksız büyüklükte bir güç kaynağıdır". Nazilerin gerçekte "Ahit Sandığı"nı arayıp aramadıkları bilinmemekte lakin Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey Afrika ve Mısır'da araştırmalar yapmak üzere oldukları hakkında kanıtlar mevcuttur.

İşte tüm bilimsel yasalara karşı amansız bir savaş açan Hitler, gücünü bir sonraki yazımda belirteceğim esrarangiz bir örgüt olan "Thule Örgütü"nden almaktaydı. Bu örgütün kurucularından, şair ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920'lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birlikte, Hitler'e mistik Doğu'nun gizemlerini öğretmiş ve Hitler'in, o yıllarda bu örgüte katılmasını sağlamıştır. 1923'te kurulan Milliyetçi Sosyalist Parti'nin yedi kurucu üyesinden biri olan Eckart, aynı yıl içinde ölmüştür. Ondan kalan bilgi birikimi ise Karl Haushofer'e vasiyet olarak kalmıştır. Vasiyetinde ise, şöyle demektedir: "Hitler'i izleyiniz. Dans edecektir; ancak müziği ben yazdım. Onlarla temasa geçmesi için gerekli araçları kendisine verdik. Bana da sakın acımayın. Tarihi herhangi bir Alman'dan daha fazla etkilemiş olacağım."

Devamını Oku »

AGARTA EFSANESİ




Agarta Efsanesi

Ehil olmayan ellerin açamadığı Agarta ülkesinin kapılarını Tibetliler, kendini bu yolun yolcusu sayan Hitler'in adamlarına bile göstermemiş, yanlış yerlerde oyalamışlar. İşte size Tibet'te, Nepal'de, hatta Rusya'da bile okulları olan Agarta mitinden efsanevi satırlar:

Cennetin basamağı

Lama ezoteriklerine (belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan batıni bilgi, öğreti) göre Agarta (Agarti veya Agartha) cennetin ilk basamağı anlamına geliyor. Bazı kaynaklarda Agarta, Tibet veya Himalayalar'da, bazı kaynaklarda ise Moğolistan'da.

Beyaz Ada, Şambala...

Beyaz Ada, Agarta, Şambala... Bu üç mit adından Avrupa daha çok Şambala Efsanesi'ni biliyor. Bu ad Tibet elyazmalarında geçiyor. Agarta miti Şambala'ya göre daha az biliniyor. Agarta mitini Fransız Aleksandr Sent-İv d'Alveydr ortaya çıkarmış. Ferdinand Ossendovski ise "Vahşiler, İnsanlar ve Tanrılar" kitabında anlatıyor Agarta'yı. Kitap, Moğol lamalarının anlattıkları efsanelerden oluşuyor.

Hükümdarı Brahitma

Moğol lamalarına göre insanların hayatını yöneten bir yeraltı ülkesi var. Bu ülke Agarta diye adlandırılıyor. Agarta'da yaşayan bilge insanlar gizli yollarla dünya işlerini idare ediyorlar. Agarta hükümdarının adı Brahitma'dır. Onun iki yardımcısı var: Gelecekten sorumlu Mahitma ve olmuş olaylardan sorumlu Mahinga.

İnsanlık bankası

F. Ossendovski'ye göre "Yeryüzünde insanlık mahvolduğu, ölüm ve karanlık hüküm sürdüğü zaman" bu ülkenin insanları, yani Agarta'nın insanları yeryüzüne çıkacak. Ve Agartalıların sayesinde insanoğlu yeryüzünde yaşamını devam ettirebilecek.

İki asır uyuyabiliyorlar

Seyyah Ernest Muldaşev, Tibet mağaralarında yaşadığını öne sürdüğü bu uygarlık mensuplarının 200 yıl boyunca uyuduğunu ve uyudukları zaman vücut ısılarının sıfırın altında olduğunu yazıyor. "Bu bilge insanlar çok farkı uygarlığı ve kültürü taşıyorlar. Onların beyni tam çalışıyor. Bunun dışında üçüncü gözleri açık. Müthiş bir beyin gücüne sahipler."

Kun-Lun'un altında

Ossendovski'nin anlattığı Moğol efsanesine göre Cengiz Han, Kun-Lun Dağı'nı (Çin'in batısında, Doğu Türkistan'ın güneyinde) geçerken mağaralarda yaşayan insanlara rastlamış. Bu olayı Orta Asya'yı gezen Marko Polo da günlüklerinde anlatıyor: "Cengiz Han'ın ordusu, Kun-Lun Dağı'na varmak için bir ay kadar yol giderek büyük sahrayı geçiyor. Ve karşılarına bir patika yol çıkıyor. Ama etrafta hiç insan gözükmüyor. Israrlı arayışlardan sonra yol kenarında bir erkeğe rastlanıyor. Cengiz Han'ın huzuruna getirilen adama kim olduğu, ne olduğu soruluyor. O da, 'Ülkemin insanları dağın altındaki derin mağaralarda yaşıyor' yanıtını veriyor."

Yerin gerçek sahipleri

Agarta'da yerin gerçek sahipleri yaşıyor. Onlar bütün bilgilere sahip bilge insanlar. Yüksek bilgisi olmayan kimse Agarta'ya gidemez. Bugüne kadar da kimse Agarta'nın kapılarını bulamamış. Bu gizemli ülkeyi bulmak için Orta Asya'ya birkaç seyyah grup çıkmış. XIX. yüzyıldan itibaren biri gitmiş, biri gelmiş. N.M. Prjevalski, G.N. Potanin, P.K. Kozlova ve N.K. Rerih'in önderlik ettiği keşif grupları Orta Asya'yı Agarta arayışları için boydan boya gezmiş. Ve aşağı yukarı hepsinin günlüğünde yerli halkın anlattığı ziyarete yasak olan sırlı yerler not edilmiş. Yerli halk buradaki bilgelerin Gobi ve Hangay bozkırlarında saklı olduğunu anlatıyor ve ekipleri onlara götürmekten sürekli kaçıyor.

Meğer o da onlardanmış

Agarta gerektiği zaman insanlığı doğru yönlendirmeleri için yeryüzüne kendi bilgelerinden bazılarını göndermiş. Onlardan biri de Apollon'muş. Yunan mitolojisinde müziğin, sanatların ve şiirin tanrısı... Kehanetlerde bulunan bilici tanrı. Zeus ve Leto'nun oğlu, Artemis'in kardeşi.

Yerin anası

N.K. Rerih, Hindistan'da yaşadığı sıralar Agarta'nın sırları için Himalaya Dağları'nı sık sık aşındırmış ve bu resim 1924 senesinde onun tarafından yapılmış. Rerih'in, "Yerin anası" adını verdiği bu tablonun dışında Himalaya Dağları'nı, Tibet'i andıran sıra dışı resimleri var.

Agartalılar Sovyetler'e hayranmış

Agarta yöneticileri, N.K. Rerih'le, 1926 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yöneticilerine haber yollamış: "Biz Himalayalar'dan sizin yaptıklarınızı biliyoruz. Siz dindeki cehaleti yıktınız ve ona yeni anlam getirdiniz. Siz yanlış inançları kaldırdınız. Siz yalanı mahvettiniz ve insanları aklın yoluna getirdiniz. Siz gece canavarlarına, karanlığın sahiplerine kapıları kapattınız. Yeryüzünü para için satılmışlardan kurtardınız. Siz örümcekleri diri diri ezdiniz. Siz çocuklara Kozmos'un gücünü getirdiniz. Devriminizi kabul ediyoruz ve Asya'nın bütünlüğü için size yardım gönderiyoruz. Biliyoruz kurduğunuz yeni sistem 1928-36 senelerinde tamamlanacak. Topluma yarar sağlamak isteyen sizlere selamlar!"

Sol kol Şambala kötüyü barındırıyor

Rene Genon'a göre de, "Gobi felaketinden sonra yüksek bilgi sahipleri olan bu uygarlık Himalaya Dağları'nın altındaki mağaralara yerleşiyor. Bu mağaraların merkezinde onlar iki "yola" ayrılıyorlar: Sağ ve sol kola. "Birinci yol" kendini "Agarta" olarak adlandırıyor (iyiliğin saklandığı yer) ve dünya işlerine karışmıyor. Bu sağ kol. "İkinci yol" Şambala'yı yaratıyor. Rene Genon'a göre bu kötülüğü kendinde barındıran ve dünya işlerini idare eden sol koldur. Ve yerüstündeki maglar, káhinler yalnız Şambala'yla ilişkiye girebiliyor, bilgi alıyor ve işbirliği yapıyorlar. Bunun için ona yeminler ediliyor ve kurbanlar kesiliyor. Agarta ise bütün kapılarını şimdilik yerüstü insanlarına kapalı tutuyor. Zamanı geldiğinde o kötüyle savaşmak için yerüstü insanına kendi askerlerini gönderecek.
Devamını Oku »

Yukarı Git