4 Mart 2016 Cuma

ÇAĞLAR BOYUNCA UÇAN DAİRELER




Çağlar Boyunca Uçan Daireler


Günümüz dünya insanı için dünya dışı uygarlıklar ve oralardan gelen araçlar (UFO'lar) ve insanlar (UFONOT'lar), her ne kadar yeni gibi görünen bir konuysa da, bunun tarihçesi hemen hemen dünya insanının ortaya çıkışından önceki zamanlara dayanmaktadır. Atlantis efsaneleriyle ve öteki kayıp kıta efsaneleri bunlarla doludur. Bazı bilim insanları, bu efsanelere biraz daha değişik açıdan bakmanın yararlı olacağını öne sürmektedirler.

1966'da ünlü astronom ve egzobiyolog Prof. Carl Sagan, Amerikan Astronomi Derneği'nde yaptığı konuşmanın bir yerinde "...Başka gezegenlerde ya da galaksilerdeki teknik uygarlıkların delillerini burada dünya üzerinde aramanın daha kestirme bir yol..." olacağını söylemiştir.

Şimdi bu ifadenin ışığı altında Kuzey Britanya'da (Kingoodie Quarry) bir jeolojik katmanda bulunan bir "demir çivi"yi düşünelim. Yapılan hesaplamalara göre çivinin içinde bulunduğu jeolojik katmanın (kaya kütlesi) tarihi, insanlığın Dünya'da ortaya çıkışından 50.000.000 yıl öncesine rastlamaktadır. Oysa bugünkü arkeoloji biliminin ısrarla ifade ettiğine göre, M.Ö. 7000'den önce dünyada insan izine rastlanmaz. Ve yine bu bilimin ifadesine göre, dünya, insani ilk ilkel aletlerini M.Ö. 4000'den itibaren yapmaya başlamıştı.

Şimdi soruyoruz: 50.000.000 yıllık jeoloji katmanları arasında bu çiviyi kim bırakmıştı? Konuya bugüne kadar alışılagelen açının dışında bir açıdan bakmadıkça, bu ve benzeri soruların kolay kolay yanıtlanabileceğini sanmıyoruz.

Dünya dışı ziyaretlerle ilgili kayıtların en eskileri, belki de M.Ö. 45.000'lere kadar inmektedir. Çin'in Huan eyaletinde granit üzerine oyulmuş figürlerde silindir biçimli objelerin üzerinde büyük insan gövdeleri görülmektedir.

Belki bunlardan daha da ilginç mağara resimleri, atalarımız tarafından Fransa ve İspanya mağaralarına çizilmiş olanlardır. Bu mağaralarda saptanmış olan o zamanın hayvanlarına (bizon, at, geyik, mamut) ait resimler, 15.000 yıl öncesinin gözlemlerini yansıtmaktadır. 2000 kadar olan bu hayvan resimlerinin yanında ziyaretçilerin dikkatini ısrarla çeken şekiller, bugünkü bilgilerimizin ışığında bize UFO'ları hatırlatmaktadır.

Bu konuda araştırmalarıyla tanınmış Prof. Andre Leroi Gourhan, Franco-Carirabrian mağaralarında bulunan gerek hayvan ve gerekse UFO şekillerinin tamamen o zamanın realitesine bağlı olarak çizildiğini belirtmektedir. Yine Paleolitik devreye ait olan İspanya'daki Altamira mağarası ise başlı başına bir sanat galerisi durumundadır. "S" biçiminde ve 200 metre uzunluğunda olan bu mağarada hayvan resimleri duvarları, UFO resimleri ise tavana çizilmiş durumdadır.

Amerikan hükümeti, 1969'da 500.000 dolar harcayarak Dr. E. Condor'un başkanlığını yaptığı komiteye UFO'ların meteoroloji balonları, uçaklar ya da çeşitli gök cisimleri olduğunu ispat ettirmişti. Bu sözde bilimsel raporu göz önüne alırsak, mağara duvarlarındaki şekiller de o zamanlar dünyamızın atmosferinde dolaşan meteoroloji balonları, uçaklar ya da çeşitli gök cisimlerinin resimleriydi. Yani bu resimlere Condor gözüyle bakmak bile işin önemini apaçık ortaya koymaktadır. 30.000 yıl önce şimdiki Fransa ile İspanya topraklarının bulunduğu bölgelerde dolaşan bu uçaklar ya da meteoroloji balonları (!) kimindi? Dünyalıların mı dünya dışındakilerin mi?Batı medeniyetlerinin doğuşunda UFO'ların etkisi düşünülemez mi?

Mexico City'nin 60 mil kadar kuzeyinde bulunana Tula heykelleri, Çin'in Huan eyaletinde bulunan 45.000 yıllık astronot heykelleri kadar eski değilse bile en az onlar kadar ilginçtir. Heykeller üzerinde araştırma yapan  Gerardo Levet, bu konuda şunları söylemektedir:

"Söz konusu yapıtlar ve heykeller, 10.000 yıl önce bölgeye gelen Atlantalıların eserleridir. Heykeller, zamanımız teknolojisinden çok ileri düzeylere ulaşmış bulunan Atlantalıların 4 metrelik dev heykellerine çok benzemektedir. O teknolojiyle onlar, dünya dışı uygarlıklarla daha o zamanlar bağlantı halinde bulunmaktaydılar."

Tula heykelinin özelliklerini şöylece sayabiliriz:

1. Ya bir Atlantalı ya da dünya dışı bir astronotun heykelidir.

2. Başlık, aynı zamanda Güneş enerjisiyle çalışan ve enerji üretmeye yarayan foto-elektrik hücrelerinden meydana gelmiş bir cihazdır. Başlıca iki tip hücre görülmektedir: a) Haberleşme ve korunmak için enerji teminine yarayan hekzogonal hücreler, b)başlığın üst kısmındaki tablet şeklindeki hücreler, çalışırken kullanılan ve cihazlara enerji sağlayan hücre takımı, c) Uzun kulaklar, dahili ve harici haberleşmede kullanılan kulaklık cihazları, d) saçlara benzemektedir.

3. Göğüsteki "kelebek" görünüşlü kısım, aslında enerjisini başlıktaki (b-kısmı) tablet şeklindeki hücrelerden alan yüksek frekanslı enerji alanı yayınlayan bir tür korunma cihazıdır. Hatta aynı zamanda üst kısmında haberleşme için küçük bir mikrofonu da vardır.

4. Sağ elindeki cihaz, bir korunma ya da savunma silahı olabilir. Fakat daha da önemlisi, başlıktaki tablet tipi (b) hücreler tarafından enerjisi sağlanan ve çeşitli işlerde kullanılan bir laser silahı ya da aracı olabilir.

5. Heykelin sırtındaki disk görünüşlü kısım, aslında sahibini koruyucu bir elektronik cihazdır. Bu cihaz, arkadan yaklaşan bir tehlikeyi çok uzaklardan sahibine bildirebilir. Başındaki başlığa göre böyle bir koruma ya da uyarı düzeneğine kuşkusuz gereksinme var.

6. Sol elindeki cihaz, astronotun, içinde özel yiyeceklerini taşıdığı bir çeşit erzak çantasıdır.

15 Haziran 1952 günü, Yukatan'da Palenque kalıntılarında araştırmalar yapan arkeolog Albert Ruz Lhuillier ve arkadaşları, gizli bir mezar buldular. 1.70 metre boyunda bir iskeleti saklayan bu mezar, 3.80 metre uzunluğunda, 2.20 metre genişliğinde ve 2 cm kalınlığında oymalı bir taşla örtülmüştü.

Taşta esrarengiz bir aracın içinde bir insan görünüyor. Bu aracın alt kısmından ateş fışkırıyor ve aracın içi, birçok aletlerle dolu. Palenque taşı konusunda ayrıntılı bir araştırma yapan "Bilinmeyen Uygarlık Unsurlarını Araştırma Merkezi"nden Guy Tarade ve André Millou, mezar taşındaki oymayı şöyle açıklamışlardır:

"Taşın ortasında görünen 'pilot' adını verdiğimiz kişi, bir başlık takmış ve aracın ön kısmına doğru bakmaktadır. İki eli kaldıracın üstünde. Sağ eliyle Citroen arabalarınınkine benzer bir vites kolunu tutmaktadır. Başı bir desteğe dayanmakta ve de burun deliklerine bir soluk alma aygıtı yerleştirilmiş durumdadır.

Füzeleri andıran araç, Güneş enerjisini kullanan bir uzay gemisi duygusunu vermektedir. Aracın ön tarafında Mayaların simgesel işaretlerinden 'Uçan Tanrı'yı simgeleyen bir papağan görülmektedir. Füzenin arka kısmına 10 akümülatör yerleştirilmiş. Bunlardan başka enerji çekmeye yarayan düzenlemeler de görülmektedir.

Önde dört bölümlü bir motor, arka kısmında da ateş fışkıran bir boruya bağlanmış hücreler, karmaşık uzuvlar var."

Bu satırlar, Palenque taşını değerlendiren bilimsel rapordan alınmıştır.

Merihli, Büyük SahraZamanımıza daha yakın yıllara doğru Büyük Sahra'nın kuzey bölümünde çok ilginç kaya resimleri ortaya çıkarıldı. Bu resimlerde dalgı. ya da uzay giysileri giymiş, ağızları olmayan iri insanlar görülmektedir. 6. metre büyüklüğündeki duvar resmine araştırmacılar, "Merihli" adını vermişlerdir.

Bazı bilim insanları, bu resimlerdeki giysilerin kum fırtınalarından korunmaya yarayan tulumlar olduğunu ileri sürdüler. Fakat resimlerin 9000 yıllık olmaları, bu tezi çürütüyor. Çünkü şimdiki çöl olan o yerler, 9000 yıl önce yemyeşil bitkilerle kaplı verimli alanlardı.

Gelelim kutsal metinlere, efsanelere ve folklora. Birbirinden uzak, bütünüyle farklı topluluklarda benzer mitoslara, destanlara, inançlara ve ayrıntılara rastlıyoruz. Çok eski, unutulan bir çağda bu olaylar zinciri çeşitli toplumları etkilemiş, inançlarına, mitoslara ve kutsal kitaplarına geçmiştir.

Bu tür kaynaklarda gökten inen insanların örneklerini daha çok buluyoruz. Eski Mısır, Hint, Japon ve Çin metinlerinde gökten gelen dünya dışı varlıklara "tanrılar" denilmiştir. Hemen hemen en eski Sanskrit metinlerde bu tanrıların araçlarına "Vimanalar" denir.

Arizona'nın Hopi yerlileri, kendilerinin "Kachina" ismini verdikleri insanlar tarafından parlak uzay araçları içinde güneyden buraya getirildiklerine ya da havadan kendilerine yol gösterildiğine inanırlar. California'daki Palutésler'in arasında yaygın bir inanca göre ise, toprakları bir zamanlar havada yolculuk edebilen Hav-Musuvslar'ın vatanıydı.

Kanada Kızılderililerinin folklorunda sık sık tekrarlanan bir inanç vardır: "Yeryüzünde yaşayan insanlar, önceden başka gezegenlerde yaşıyordu. Bütün insanlar, uzak gezegenlerden gelen halkın torunlarıdır."

Kraliçe Charlotte Adası sakinleri, ateş saçan dairelerle yıldızlardan nen Yüce Bilgeler'den, Navajoslar da uzaydan gelen, uzun süre yeryüzünde kalan, sonradan uzak dünyalara dönen yaratıklardan bahseder.

Eski İnka geleneklerine göre tanrıça Orjana, Venüs gezegeninden gelmedir. Bu tanrıça, 70 çocuk doğurup yeni bir ırk meydana getirmiş, sonra geldiği gezegene geri dönmüştür. Aynı şekilde yaratıcı tanrı Virakoşa da uzaydan gelmedir.

İlk önceleri, efsanelerin çoğunda tanrıların (aslında dünya dışı astronotlar) Ülker Takımyıldızı'ndan gelme oldukları belirtilir. Meksika kaynakları, 2000 yıl önce Alban Dağı'na yerleşen, dev heykeller ve kalıntılar bırakan, geçmişleri bulunmayan Olmekler'den söz eder. Genellikle destanlara göre, gökyüzünden gelen bu uygarlık yaratıcıları, işlerini tamamladıktan sonra iz bırakmadan ortadan kaybolmuşlardır.

Mısır kökenli kaynaklarda dünya dışı astronotlar sorunu, daha da belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. Menfis'te firavunu ziyaret eden tanrı Ptah, uçan bir gemi kullanıyordu. Güneş tanrısı RA için eski bir yazıt şöyle der:

"Yıldızlarla Ay arasında dolaşırsın. Gökyüzü ile yeryüzü arasında Aton'un gemisini yönetirsin."

Yakutların cenazelerinde okunan bir duada ise "Işıldayan arabalarıyla yıldızlardan inen ruhlar"dan söz edilir.

Çok eski bir geçmişte Nil ülkesine üstün bir varlığın geldiği ve oradaki insanlara uygarlık aşıladığı Mısır'da hâlâ söylenir. Bu üstün varlık, Mısırlılara seslerle fikirleri kaydedebilmeleri için simgeler gösterdi. Müzik çalabilsinler diye ellerine arp verdi. Yıldızları gözleyip krokilerini çıkarmasını, rakamlarla sayı saymasını, şifalı otlar ve ilaçlarla hastaları iyi etmelerini öğretti. Mısırlılar, bütün bunları öğrenince, yabancı, onlara veda ederek göklere uçtu gitti. Bu yabancının adı Thot'tu.


Meksika'ya gökteki bir "delik"ten indiği ya da kendi yönettiği "kanatlı bir gemi"yle geldiği söylenen sorguçlu yılan QUETZAICOATL, Orta Amerika'daki yerlilere tarım, gökbilim, mimarlık ve ahlâk konularında dersler verirdi. Bu uygarlık elçisi, Orta Amerika kültürü üzerinde öyle silinmez bir iz bıraktı ki, Meksika'da adı hâlâ saygıyla anılır. Birçok resmî yapıların duvar resimlerinde hâlâ "Sorguçlu Yılan"ı görmek mümkündür.

Sümer Uygarlığı doğduğu sıralarda İran Körfezi yakınlarında son derece garip bir yaratık belirdi. Kocaman bir balığı andırıyordu. Ama ayakları ve yüzü insan gibiydi. Denizden çıkıp gelen bu yaratık, Mezopotamya'nın ilkel halkına onların kendi dilleriyle hitap etti. Onlara buğday ekmesini, akıllarından geçenleri yazmalarını, sayı saymasını, kentler kurarak bunları yönetmek için kurallar meydana getirmesini, gökteki yıldızları gözlemlemelerini öğretti.

OANNES adıyla anılan balık tanrı, üstün bir öğretmen olsa gerek. Çünkü Dicle-Fırat bölgesini dünyanın en ileri uygarlıklarından birini doğurarak parlak matematikçiler ve gökbilimcileri yetiştirdi. Bu bilgileri sizlere aktardığımız "We Are Not The First" isimli kitabın yazarı Andew Tomas, şöyle soruyor:

"Oannes, gök gemisiyle önce denize inip sonra karaya çıkan, uzay giysileri içinde balığa benzeyen bir kozmonot muydu?"

Romalı Tarihçi Livu, Constantin'in ordularına bir defasında  bütün askerler tarafından görülen ve kendilerine yol göstermiş olan dairesel, parlak, âdeta alev alev yanan gümüş renkli disklerden bahseder.

Jacques Valleé'nin "Passport to Magonia" adlı eserinde ilk resmî UFO araştırma heyetini kurduran bir Japon generalinden bahsedilir. UFO'larla ilgili ilk askerî ve resmî araştırmayı bu heyet yapmıştır. Şöyle anlatılır:

"Tarih, 24 Eylül 1235 idi. Zamanımızdan 7 yüzyıl önce. General Yoritsume, ordusuyla birlikte konaklamıştı. Aniden ilginç bir olay dikkatlerini çekti. Gece yarısından sabaha kadar esrârengiz ışık kaynakları, güneybatı yönünde sağa ve sola dairesel hareketler yaptılar. General Yoritsume, olayla ilgili olarak bugünkü terimlerle tam bir bilimsel araştırma emretti.

Orduda aklı başında olan kimseler, kolları sıvayıp çalışmaya koyuldu. Çok geçmeden de raporlarını generale takdim ettiler:

«Olay, tamamen tabii bir hadisedir generalim. Kuvvetli rüzgâr, yıldızları yerlerinden oynattı.»

Bu, bize komik gelmesin. UFO'larla ilgili en az bunun kadar komik raporlar, zamanında Amerikan Hava Kuvvetleri'nin ağzından da verilmişti."

Dinî metinlere bugünkü bilgilerimizin ışığı altında bir göz atacak olursak, uzaylılara ve uçan dairelere o kaynaklarda da atıflar bulunduğunu görürüz. Mayaların kutsal kitabı "Popol Vuh"ta ilk insanların her şeyi bildikleri, gök kubbesiyle yeryüzünün her köşesini inceledikleri yazılıdır. Bu ilk insanlar, hem gökte, hem de yerdeki küçük ve büyük her şeyi görebilirlermiş.


Tibet'in kutsal kitapları olarak bilinen "Kandshur" ve "Tandshur" ile Hintlilerin "Mahabbarata Destanı"nın "Ramayana" bölümünde "Vimana" adı verilen daire biçiminde olan uzay araçları uzun uzun anlatılır. Bu kitaplarda tanrıların içi görünen (saydam) kürelerde oturdukları, bazı uçan gemilerin 100 kadar yolcu taşıdıkları anlatılır. Bu konuda Mysore'deki Sanskrit Araştırmaları Uluslararası Akademisi'nin görüşü şöyledir:

"Sanskritçeden çevirdiğimiz el yazmaları, havada, karada, denizde, gezegenden gezegene yolculuk edebilecek nitelikte otomatik gemilerin çeşitlerini açıklıyor. Yazılara göre bunlar, havada hareketsiz durabiliyorlar. Hatta görünmez hale gelebiliyor ve uzaktaki düşman araçlarını sezebilecek güçte cihazlara sahip bulunuyorlardı."

Buna benzer gök gemilerinin kayıtlarına eski Çin ve Japon efsanelerinde de rastlıyoruz.




Hezekiel'in Göksel Ziyaretçileri

"30. yılda, 4. ayın 5. günü Kevar Irmağı kıyısında sürgünde yaşayanlar arasındayken gökler açıldı, Tanrı'dan gelen görümler gördüm. Kral Yehoyakin'in sürgünlüğünün beşinci yılında, ayın beşinci günü, Kildan ülkesinde, Kevar Irmağı kıyısında RAB Buzi oğlu Kâhin Hezekiel'e seslendi. RAB'bin eli orada onun üzerindeydi. Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu; her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı. Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç gibi parlıyordu."

Yukarıdaki satırlar, evrende hayat ve uçan daireler konusunda hiç düşünmemiş ve hiçbir şey işitmemiş bir insan için saçma bir masaldan başka bir şey değildir. Dinsel metinlerde buna benzer satırlara sık sık rastlanır. Bunları "hepsi ne oldukları belirsiz dinsel masallar" diye bir kenara atarsak, biz zararlı çıkarız.

Tevrat'ta Tanrı'nın ve meleklerinin gökten korkunç gürültülerle ve dumanlar saçarak indiği birçok bölümde, değişik kişilerin ağızlarından etkileyici bir biçimde anlatılır. Bunlardan en ilginçlerinden birini Hezekiel, yukarıda naklettiğimiz şekilde anlatmıştır.



NASA'nın eski uzay mühendislerinden Josef F. Blumrich, Hezekiel'in anlattıklarını kendi mühendislik bilgisinin ışığı altında okuduğu zaman, anlatılmaya çalışılanların hiç de birçoklarının sandığı gibi masal olmadığını ve uygulamaya değer şeyler olduğunu anlamıştır. Blumrich'in uygulamasını nakletmeden önce Hezekiel'i biraz daha okuyalım ve anlamaya çalışalım:

"Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken, her birinin yanında, yere değen bir tekerlek gördüm. Tekerleklerin görünüşü ve yapısı şöyleydi: Sarı yakut gibi parlıyorlardı ve dördü de birbirine benziyordu. Görünüşleri ve yapılışları iç içe girmiş bir tekerlek gibiydi. Hareket edince yaratıkların baktıkları dört yönden birine doğru sağa sola sapmadan ilerliyordu. Tekerleklerin kenarı yüksek ve korkunçtu; hepsi çepeçevre gözlerle doluydu. Canlı yaratıklar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyordu; yaratıklar yerden yükseldikçe, tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu. Ruhları onları nereye yönlendirirse oraya gidiyorlardı. Tekerlekler de onlarla birlikte yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi."

"Ve bana dedi ki: Ademoğlu, ayak üzerine dikil ve seninle görüşelim. Ve arkamdan Rab'bin izzeti kendi yerinden mübarek olsun diye büyük bir gürleme sesi işittim. Ve canlı yaratıkların kanatları birbirine dokundukça onların sesini ve yanlarındaki tekerleklerin gürültüsünü, büyük gürleme sesini işittim."



Hezekiel'le kimler konuşmuştu ve bunlar nasıl yaratıklardı? Araçları nasıl bir şeydi? Bu soruların cevaplarını ve konuyla ilgili çalışmalarını Blumrich'in kendi ağzından dinleyelim:

Josef BlumrichHezekiel'in anlatmaya çalıştığını iyice kavrayabilmek için, değişik tarihlerde yazılmış 6 İncil'i araştırdım. Bunların çevirmenleri de Protestan ve Katolikler olmak üzere değişik mezheptendiler. Bunlardan başka, iki tanınmış tefsir kitabına da başvurdum. Hezekiel'in anlattıklarını hava ve uzay aracı mühendisliği prensiplerine uyguladığım zaman, üstteki resimde görüldüğü gibi bir araçla karşılaştım.

Araç, esas olarak taban tabana tespit edilmiş iki koniden oluşan bir gövde ile bu gövdeye vağlı dört helikopter takımından meydana geliyordu. Anlatılanlara bakılırsa Hezekiel,  aracı ilk gördüğü zaman ondan 1 km kadar uzakta bulunuyordu. O sırada nükleer motor ateşlenmişti. Bu sebeple aracın etrafında bulut birikimi olmuş olabilir. Bu dehşet verici manzaraya rağmen Hezekiel, makinenin sabit kısmı içinde dönen parçaların hareketlerini, yere konma ayaklarını ve helikopter takımlarına bağlı mekanik kolları fark edebilmiştir. Onun ilk tepkisi, helikopterleri insan biçimli yaratıklara benzetmek şeklinde olmuştur. Fakat sonradan "canlı yaratıklar" sözcüklerini kullanarak onların pek de o zamana kadar alışık olduğu insanlara benzemediğini belirtmek istemişti.

Aracın iyice alçalıp da yere konuşu sırasında Hezekiel,  helikopterin koruyucu kaplamalarını anlatabilmek için insan suratına benzetme yapmaktan kendini alamamıştır. Ortadaki gövdenin alt kısmına rastlayan kızgın radyatörü fark etmiştir. Fakat o daha çok tekerleklerden etkilenmiştir.

Bu tekerleklerin göze çarpan görünüşü, birçok resim ve metinlerde hatalı olarak gösterilmiştir. Bu tekerleklerin ne yöne döndüğü de anlatılmış değildir. Bu garip dönüş şekli, beni tüm mühendislik bilgimi kullanmama ve bir patent kazanmaya zorlamıştır. Bu tekerlek şekli, bugün felçli hastalar için yapılan tekerlekli iskemlelerde başarıyla uygulanabilmektedir.



Hezekiel, aracı tarif ettikten sonra, havalandığında bıraktığı etkiden de söz ediyor. Tekerlek ve kanatların büyük bir gürültüyle hareket ettiğinden bahsediyor. Yani Hezekiel, olayların şahidi. Yaratıklar, onunla konuşup ülkedeki kanunları düzenlemesini istiyor. Onu araçlarına bindirerek yanlarına alıyor ve telaşlanmamasını, ülkeyi henüz gözden çıkarmadıklarını söylüyorlar. Bu olaydan çok etkilenen Hezekiel, araçtan bahsetmeyi sürdürüyor.

Üç bölümde daha dört tarafa gidebilen iç içe ve dönmeyen tekerleklerden bahsediyor. Onu en çok etkileyen, aracı saran gözler. Yaratıklar, ona gözleri olan fakat görmeyen, kulakları olan ama işitmeyen bir isyankarlar evinde bulunduğunu söylüyor. Hezekiel'i vatandaşlar hakkında bilgilendirip kanunlarla ilgili emir ve öğüt verdikten sonra gidiyorlar. Hezekiel, görevini ciddiye alarak yaratıkların verdiği bilgileri yayıyor.

KAYNAKLAR :

[1] Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel 1:1-7.
[2] Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel, 1:15-20.
[3] "Çağlar Boyu Uçan Daireler", Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul 1999, s.36-40
[4] Josef F. Blumrich, "The Spaceships of Ezekiel", 1974, Paperback.
[5] Erich Von Daniken, "Tanrıların Arabaları", Artemis Yayınları, İstanbul 2014, s.49.
[6] Gizli İlimler Kütüphanesi
Devamını Oku »

DROPA VE DİSKLER


Dropa ve Diskler

Galaksimizdeki uzak bir yerden geldiler. Uzay gemileri Dünya’ya düştü. İnsanlar tarafından avlandılar ve öldürüldüler. Yabancı bir gezegende zor durumda kalarak umutsuzca evlerine dönmeye çalıştılar. Varlıklarının sona ereceğini biliyorlardı ve bu nedenle başkalarının okuması için hikayelerini yazdılar. Bize kim olduklarını ve onları buraya neyin getirdiğini anlatmak istediler. Gelecek nesiller için bir mesaj bıraktılar, ama arkalarında bıraktıkları kendi eserleri halktan gizli tutuldu!
Bu hikaye bir çok isimle biliniyor ve hangisini seçmeye karar vermemiz önemli değil … Uzaylı ve insanlık tarihindeki en gizlenen hikayelerden biridir.
Keşif 1938’de Çin ve Tibet arasındaki sınırda gerçekleşti.
Çinli profesör Chi Phu Tei tarafından rehberlik edilen bir arkeoloji keşif yolculuğunda, Baian Kara Ula’nın dağ mağaralarında mezar hücreleri keşfedildi.
İskeletler farklı türde insan varlıklarının kalıntıları idi.
İskeletler çok kırılgandı sadece 1,30 metre boyunda idi. Kafatasları genişti ve fazla gelişmişti, ama bunlar maymunların kalıntıları değildi. İlave olarak, bilim adamları mağara duvarlarında ilginç kaya çizimleri keşfettiler.
Güneş, ay, dünya ve yıldızların çizimlerine eşlik eden yuvarlak miğferli varlıkları resmettiler.
Tarih öncesi mağarada bulunacak daha çok şey vardı. Tozlu zemine yarı gömülü olarak, arkeologlar büyük yuvarlak taş bir disk buldular, Taş Çağı gramofon plağa benziyordu. Diskin merkezinde bir delik vardı ve merkezden kenara spirallenen ince çizgiler vardı.
Bu diskin yaşının 10,000 – 12,000 yıl olduğu belirlendi!
Toplam, 716 taş disk bulundu. Her diskin çapı 22,7 cm ve kalınlığı 2 cm idi. Her diskin merkezinde tam olarak dairesel 2 cm lik bir delik vardı. Daha ileri analizler ince çizgi benzeri işaretleri ortaya çıkardı, bunların garip oyulmuş hiyerogliflerin sürekli çizgisi olduğu ortaya çıktı. Nesne daha önce asla karşılaşılmamış bir lisanda mikroskobik karakterlerden oluşan uzaylı yazısı ‘kaydı’ idi.
20 yıldan daha fazla süredir, bir çok uzman uzaylı yazılarını tercüme etmeye çalıştı, ama başarı elde edilemedi.


1962’de Çinli bilim adamı Dr. Tsum Um Nui sonunda gizemli nesnelerin mesajını çözebildi.
Sonuç o kadar garipti ki, Pekin Akademisi Tarih Öncesi Departmanı Tsum Um Nui’nin bulgularını yayınlamayı reddetti ve hatta bunlarla ilgili konuşmayı da yasakladı. Ancak Dr. Tsum Um Nui araştırmalarına devam etti ve sonunda çalışmasının yayınlanmasına izin verildi. Raporun başlığı “12,000 Yıl Önce Dünyaya İnen Uzay Gemisi ile İlgili Disklere Kaydedilen Yazılar” idi.
Dropa taşlarının şok edici mesajı kendilerine Dropa diyen varlıklar tarafından yazılmıştı. Taş diskler uzak bir gezegenden gelen uzay yolcuları olan Dropa insanının hikayesini anlatıyordu. Uzay gemileri Baian – Kara – Ula dağlarının erişilmez bölgesine çarpmıştı. Uzay gemisinin mürettebatı dağların mağaralarına sığınmıştı. Harap olan uzay gemilerini tamir etme veya yenisini inşa etme olanağı olmadığı için, Dropa’lar kendi gezegenlerine dönemediler. Dünyada zor durumda sıkışıp kaldılar.
Barışcıl niyetlerine rağmen, Dropalar komşu mağaralarda oturan Ham kabilesinin üyeleri tarafından yanlış anlaşıldılar, Ham kabilesi yabancıları yakaladı ve hatta bazılarını öldürdü.

Paragraflardan birinin tercümesi şöyle diyor: “Dropa kendi gemileriyle bulutlardan indiler. Erkeklerimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız güneşin doğuşundan önce mağaralarda saklandı. Sonunda Dropa’nın işaret dilini anladıkları zaman, yeni gelenlerin barışçı niyetleri olduğunu kavradılar…”
1968’de Rus dil uzmanı Dr. Viatcheslav Zaitsev, Sputnik Dergisinde taş – plak hikayesinden alıntılar yayınladı. Zaitsev daha fazla araştırma yaptı ve gerçekten ilginç sonuçlara ulaştı.

Fiziksel olarak, granit taşlar yüksek konsantrasyonda kobalt ve diğer metalleri içeriyordu, gerçekten çok sert bir taştı. İlkel insanların, özellikle o kadar minik karakterler ile harfleri oymaları çok zordu.
Osilograf (salınım çizer) ile diski test ettiğinde, şaşırtıcı bir salınım ritmi kaydedildi, sanki bir zamanlar elektrik yüklüymüş gibi veya elektrik iletkeni olarak fonksiyon yapmış gibi.
Dropa insanlarından herhangi biri hayatta kaldı mı? Keşfin yapıldığı zamanda, mağara alanında hala iki kabile yaşıyordu; bunlar görünüşleri çok eski olan Kham’lar ve Dropalar olarak biliniyordu.
Antropologlar her iki kabileyi diğer bilinen ırklara kategorize edemediler; onlar ne Çinli idi, ne Moğol ne de Tibetli.

Onlar, 1938’de Baian Kara Ula mağaralarında bulunan iskelet kalıntıları ile ilişkili, ince bedenli sarı – tenli ve olağan olmayan şekilde geniş kafalıdır. Bedenlerinde seyrek kıl (saç), büyük gözleri var ve ortalama boyları 1, 21 mt.dir.

Çok eski bir Çin masalı bulutlardan Dünyaya inen ve çirkinlikleri nedeniyle herkes tarafından avlanan küçük, sarı – derili insanların hikayesini anlatır.

1995’te, Çin’den dikkate değer bir haber bildirildi:
“Baian-Kara-Ula dağlarının doğu sınırında uzanan Sichuan eyaletinde, daha önce etnolojik olarak sınıflandırılmamış olan bir kabilenin 120 insanı keşfedildi. Bu yeni kabilenin en önemli özelliği insanlarının boyudur: 1,15 mt.den uzun değil, en küçüğü sadece 63 santim!
Bu keşif ataları gerçekten bir zamanlar uzaydan gelmiş olan Dropa insanlarının varlığının ilk sağlam kanıtı olabilir.

Bu gizemli taşlara daha sonra olanlar şunlardı:
1974’te, Avusturyalı mühendis Ernst Wegerer Xian’daki Banpo Müzesine bu disklerden ikisini getirdi. Onların fotoğrafını çekti, tam olarak dört fotoğraf çekti. Ancak, sonra müze ziyaretçileri taş diskleri göremediler. Müzeden elde edilen açıklamaya göre, Baian Kara Ula’dan gelen nesneler tahrip olmuştu. İlave olarak, Çin hükümeti Dropa denen kabilenin herhangi resmi kayıtlarına sahip değildi, ne Qinghai bölgesinde, ne de Çin’in başka bir yerinde.

Çalınan diskler bugün nerde?

Şüphesiz, Dropa’nın hikayesi en büyük arkeolojik ört baslardan biridir.

Ellen Lloyd
Devamını Oku »

DOGONLAR




Dogon Kabilesi ve Dinleri 

Dogon kabilesi Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü Batı'ya tanıtmış etnolog Marcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyatik bir örgütlenmesi olan bu kabile, tradisyonlarını sözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Sirius sistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.

Afrika kabilelerinin çoğunda olduğu gibi Dogonların geçmişi de oldukça karanlıktır. Dogonların şu anda yaşadıkları Bandiagara Platosu’na 13. ve 16. yüzyıllar arasında yerleştikleri tahmin edilmektedir. İnsanbilimcilerin çoğu Dogonları “ilkel” olarak tanımlasalar da Dogonlar batı teknolojisine karşı olan ilgisizlikleri bir yana zengin ve bir o kadar da karmaşık bir dine ve yaşam felsefesine sahiptirler.

Dogonlar’ın ünü ortaya attıkları ilginç ve şaşırtıcı iddiadan ileri gelmektedir. Bu Batı Afrika kabilesi atalarının dünyadan 86 ışık yılı uzaklıktaki Sirius yıldız sisteminden gelen uzaylılar tarafından eğitildiklerine inanmaktadır. Bu kadar ilkel ve her şeyden uzak bir biçimde yaşadıkları halde gökbilim alanında olağanüstü ayrıntılı bilgiye sahip olmaları da bu iddialarını desteklemektedir. 1931 yılında Fransız insanbilimcileri Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen Dogonlar’ı geniş çapta incelemeye karar vermiş ve 21 yıl boyunca Dogonlar’la yaşamışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır.




Dogon’ların Gizemi 

Orion yıldız kuşağının hemen yanında bulunan ve Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius yıldızı ve onun çevresinde döndüğüne inanılan yıldız ve gezegenler Dogon mitolojisinin temelini oluşturmaktadır. Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu Sirius’un yanında çıplak gözle görülmeyen küçük yoğun ve sönük bir yıldızın daha bulunduğunu ve bu yıldızın tam konumunu biliyorlardı. Potolo olarak adlandırdıkları bu yıldızın dünyada bilinen tüm maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğuna ve Sirius’un çevresini 50 yılda döndüğüne inanmaktaydılar. Oysa ki batılı gök bilimciler 19. yüzyılın ortalarına kadar Dogonlar’ın bahsettiği bu soluk yıldızın varlığından bile habersizdiler. 1862 yılında Amerikalı gök bilimci Alvan Graham Clark yeni bir teleskopu denerken bu yıldızı keşfetmiş ve Sirius B ismini vermiştir. Ayrıca 1920’lerde ortaya çıkmıştır ki Sirius B bir “cüce yıldız”dır. Cüce yıldızlar oldukça soluk ışıklı küçük fakat yoğun yıldızlardır. Sirius B gerçekte Dünyadan daha küçük olmasına rağmen tıpkı Dogonlar’ın belirttiği gibi o kadar yoğundur ki kendisinden alınan bir çay kaşığı dolusu madde 5 ton ağırlığına gelir.

Daha da ilginci Dogonlar’ın bilgilerinin sadece bununla kalmayıp aynı zamanda modern dünyamızda ilk kez Galileo tarafından gözlemlenen Jüpiter’in dört uydusundan ve Satürn’ün yalnızca teleskopla görülebilen halkalarından da haberdar olmalarıdır. Dogonlar ayrıca sayısız yıldızın varlığına ve Dünyanın da içinde yer aldığı Samayolu’nun sarmal bir gücü olduğuna inanıyorlardı.

Dogonlar sahip oldukları bilgilerin çoğunu sembollerle anlatmışlardır ve bu sembollerinin temelinde Nommo'lar diye adlandırılan ve dünyayı uygarlaştırmak için uzaydan geldiğine inanılan hem karada hem de suda yaşayabilen varlıklardır. Dogon rahiplerine göre eski zamanlarda Sirius sistemindeki bir gezegenden dünyaya inen Nommolar sahip oldukları bilgileri o zamanki rahiplere öğretmiş onlar da bunları yeni kuşaklara anlatmışlardı. Nommolar dünyanın yaratıcıları olduğu kadar insanoğlunun ataları ve ruhsal ilkelerin koruyucuları “yağmuru yağdıran güçlerin ve suların mutlak sahipleri” idi.



Dogonlar üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı Robert Temple bir Nommo uzay gemisinin gelişini ve dönerek yere inişini simgeleyen resimler bulmuştur. Geminin Dogon ülkesinin güneydoğusuna indiği söyleniyordu. Dogon rahipleri geminin inişini tanımlarken onun kuru toprağa indiğini ve oluşturduğu girdap dolayısıyla bol miktarda toz kaldırdığını anlatmaktadırlar.

Dogonlar da Sirius’lu gezginlerin bir gün geri döneceğine inanmaktadırlar: “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak.” der bir yazıt .

Dogonlar ve Sirius yıldızıyla aralarında kurdukları bağ UFO araştırmacılarının olduğu kadar yaratılış teorisyenlerinin astronomların ve bilim adamlarının da ilgisini çekmiş bu kabilenin kökenleri ve sahip oldukları derin astronomi bilgisine nasıl ulaştıkları hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Arkeolog-yazar Erich Von Daniken Dogon inançlarını kabullenmiş ve bu bilgileri geçmişte dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret ettiğinin kesin bir kanıtı olarak yorumlamıştır. Gerçekten de “ilkel” Dogonlar’ın yüzyıllardır sahip olduğu bilgileri bilim henüz yeni yeni keşfetmektedir. Bunun son örneği Dogonlar’ın Sirius siteminde Emme Ya adını verdikleri ve Nommoların gezegeni olduğunu söyledikleri üçüncü bir yıldızın varlığından bahsetmeleridir. Bunun Popola (Sirius B)’dan dört kez daha hafif olduğunu yine Sirius B gibi 50 yıllık bir zamanda daha geniş bir yörünge çizdiğini ve her ikisinin çapları arasında bir dik açı oluştuğunu belirtiyorlar ve Emme Ya’nın bir de uydusu olduğunu söylüyorlar. Hakikaten de Dogonlar’ın Emme Ya’sı vardır ve o astronomlar tarafından ancak 1995 yılında keşfedilmiş olan Sirius C yıldızıdır! İşte bu Nommoların yaşadığı yıldızın keşfidir..



Nommo'nun gemisi 

Nommo’nun Gemisi, Mali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir.

Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır.

Kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş Dogon tradisyonuna göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, yirmiiki kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir.

Dogon İnanışları 

Dogon tradisyonunda Nommo’nun gemisiyle ilgili olarak belirtilen inanışlar şöyle özetlenebilir:

*  Tanrı Amma dört erkek insanı dört unsurdan oluşturdu.
* Amma bu dört erkek insanın dişi ikizlerini de yaptı. En yüksek gök katında imal edilen, yeryüzüne nakledilecek olan atalar dört çift idi. Bu dört çift insanlığın “Oğullar” denilen sekiz atası oldular. Onlar O-nommo’nun oğulları olarak kabul edilirler. O-nommo’nun plasentasının temsilcisi Sirius-A yıldızıdır.
* Bu “Oğullar” gemiye tohum halinde koyuldular.
* İniş hareketine geçmeden önce gemiye Sirius-B yıldızından po tohumu yüklendi. Amma’nın po’ya yerleştirdiği ve po’nun gemiye boşalttığı yaratılış unsurlarının oluşturduğu bütün 22 kategoriden oluşur.
* Amma, zamanı geldiğinde, tüm yaratmış olduklarıyla dolu gemiyi rahminden çıkarttı ve yeryüzüne indirtti.
* Gemi yeryüzüne sekiz dönemde (aşamada) indi.
* İniş hareketi sırasında “parlayan Sirius-A yol gösterdi”. Yıldızların ilki, başlangıcı, en yüksek ‘Gök katı’nın merkezini kaplayan, “yıldızların direği” olan Sirius-B yıldızıdır; Amma’nın rahminden çıkan yıldızların sonuncusu ise, “alemin göbeği” ve “O-nommo’nun göbek kordonunu temsil eden” Sirius-A yıldızıdır.
* Geminin iniş yolculuğu sırasında insanlar Sirius-A’nın parladığına tanık oldular.
* Gemi, inişi sırasında bir ufuktan ötekine kadar tüm göğü kaplayan bir yay oluşturmuştu.
* Gemi yere konduğunda ise insanlar ilk kez Güneş’in doğuşuna tanık oldular.
* “Güneş doğduktan sonra Sirius yol gösterdi.” Güneş sistemimiz Sirius sistemi ile evlendi.
* Oğullar en yüksek gök katından O-nommo ile çıktılar, iniş yolculuğunda anagonno-bile oldular, yeryüzüne konarken anagonno-sala oldular, yürümek için gemiden ayrıldıklarında ise “kişiler” haline geldiler. Gemi yere konduğunda dünyasal kirli toprak ile Nommo’nun saf toprağı karşılaşmış bulunuyordu.
* Geminin asılı olduğu zincirin ucu Amma’nın elinde bulunuyordu. Bu zincir, Amma’nın “Oğullar” ve soylarından gelenler arasına yerleştirdiği çözülmez bir bağdır.
* O-nommo aldığı kelâmı bağırarak bildirmesinden sonra, kelâmı insanlara aktarmakla da görevliydi.
* Geminin 60 bölmeli içeriğinden şimdiye dek insanlara ancak 22 kategorisi açıklanmış, verilmiştir. Kelâmın insanlığa gelecekte aktarılacak kısmı Dünya’yı değişikliğe uğratacaktır. Nommo “kelâm” günü yine ortaya çıkacaktır. Bir zaman gelecek, Sirius-B yıldızı vaktiyle po tohumunun parıldamış olduğu gibi parıldayacak ve belirli bir dönem boyunca görünür olacaktır.

Devamını Oku »

ARKEOLOJİDE DÜNYA DIŞI ZİYARETÇİLERİN İZLERİ




Arkeolojide dünya dışı Ziyaretçilerin İzleri

Gezegenimizde çözülemeyen sırlar bizleri hep insanlığın henüz aydınlatılamamış o karanlık geçmişine götürüyor.Biz insanlık olarak aya gittik, atom bombasını (ne faydası varsa) yaptık, genetik olarak canlıları değiştirebiliyoruz, DNA'nın şifresini çözüyoruz, yakında Mars'a gitmeyi planlıyoruz ancak tarihimizin büyük bir bölümünü açıklayamıyoruz. Açıklayabildiğimizin ne kadarı gerçek tarihimiz orasını da ancak Allah bilir.

20 yüzyıldan itibaren materyalist akımın etkisinde iyice kalan klasik bilim başka başka insanlık tarihi yazıyor olabilir mi?Karşımıza çıkan heykeller, resimler, yapılar, yazılı eserler bu doğrultuda bizlerdeki kafa karışıklığını iyice arttırıyor. Duyguları, düşünceleri, gördüklerini anlatmanın en güzel ve kalıcı şekli sanattır. Eğer uzak geçmişimizde yazılan mitler gerçek olayları yansıtıyorsa (Mahabbarata destanı gibi atom savaşlarından ve uçan araçlardan detaylarıyla bahsedenler mesela ) at gözlüklerimizden sıyrılıp gördüklerimiz hakkında cesaretle ve açık görüşlülükle düşünmeliyiz.Dünya dışı bir zekanın etkileri yalnızca geçmişimizde gömülü kalmamıştır. Geleceğimizde de onlara rastlamayacağımız ne malum? Eğer bu gerçekleşirse dünya insanı olarak buna hazırlıklı olmamız gerekmez mi?
Bu düşünceden yola çıkarak sizlere orijinal bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdik.Bu dizimizde gezegenimizdeki dünya dışı bir kültürün mirasını taşıyan günümüzde görebileceğimiz eserleri bilgiler ve resimler eşliğinde sizlere sunacağız. Eminiz her konu sonunda kafanızda bir soru işareti belirecektir.Gerçeği de ancak bu soruları cesaretle sorarak ve cevaplarını arayarak bulabiliriz.

Yazı dizimiz 5 farklı bölümden oluşuyor.Her bölümde, bu bölümle ilgili olarak bir çok esrarengiz buluntuya yer veriyoruz. Mümkün olduğu kadar çok resimle konuları destekliyoruz.

Bölümler

YERDEKİ VE KAYALARDAKİ ŞEKİLLER

TOPRAKTAKİ GİZEMLİ OLUŞUMLAR VE ÇİZİMLER

HEYKELLER VE SANAT ESERLERİ

DİKİTLER VE DÜNYA DIŞI İZLER

YAPI SANATINDA DÜNYA DIŞI İZLER


Yerküre sadece milyonlarca yıl süren erezyonlarla değil ,göz kamaştıran yerlere ve taşlara yapılan çizimlerlede şekillenmiştir.Bazen bu kaba sanateselerinin ne anlama geldiğini açıklayamıyoruz: Görünüşe göre turistleri kendilerine çeken ,bazen büyüklükleriyle onları ağzı açık baktıran ve turist rehberinin hakkında yaptığı klasikleşmiş açıklamalarından başka bir şeye hizmet etmez gibilerdir.

İngilteredeki ünlü Cerne Abbas’ın yaratığı gibi bir çok kaya çizimleri insanı şaşırtmaktadır.Hakkında bir çok süpekülasyon yapılmasına rağmen kaynağı ve anlamı hakkında neredeyse hiç bir doyurucu bir bilgi yoktur.Mısır piramitlerindeki gibi diğer çizimler ve kabartmalar büyük bir titizlikle yapılmışlardır.Ancak hiyorogliflerin ne kadarını okuyabiliyoruz? Dahası genellikle bize vermek istedikleri mesajları anlayamıyoruz.

Daha kafa karıştırıcı olanı ise Nazka (Nazca)’ daki devasa taş şekilleridir.Yakın zamanda batılılar tarafından keşfedilmiştir.Kimse şekillerdeki çizgilerin,hayvanların,spirallerin ve diğer geometrin şekillerin anlamını çözemiyor.Hatta orada yaşayan yerli halk bile bir fikir sahibi değil.Sadece havadan görülebilecek bir şekilde yapılmışlardır.Peki ama kimin görmesi için ?

Bu devasa yapılar ile onları yaparken küçük bir kaya resmiyle yetinmeyen sanatçıların anlatmak istedikleri arasındaki bağ nedir?Bir çok çizim büyük plan,ölçüm tekniği bilgisi ve hatta gelişmiş teknoloji gerektirmektedir.

Eğer bunları yapan sanatçılar eselerinin sonsuza dek yaşamalarını istemişlerse , o zaman turistik değerlerine ve taihimiz içinde hangi yere sahip olduğuna bakmamız gerekir.

Ne kadar fazla kanıt toplanırsa klasik tarihlemenin ne kadar daha az kesin olduğuna şahit oluyoruz.Teknolojimizin şu anki konumu itibariyle ,başka gezegenlerde hayat olabileceği fikri bize artık çok garip gelmiyor.Sanki tarih tekerrür eder gibi.Geçmiş atalarımız hakkında çok az bir bilgiye sahibiz ve kendimizi onlardan “daha insanca” görüyoruz.Ama belkide bu devasa çizimlerim bizlere söylemek istedikleri şeyler var.Eski efsanelerde dünyadışından gelen ziyaretçilerden bahsedilmekle kalınmıyor, onların tekrar geri gelecekleride belirtiliyor.Şimdi gelin atalarımızın o ziyaretçilerin gelecekte geri döneceklerini umdukları veya ölesiye korktukları zamana geri gidelim.


Yüzyıllar boyunca yeryüzü, kimliği belli olmayan gizemli sanatçılar tarafından yapılan ,bir çok ilginç sanat eserlerine malzeme teşkil etmektedir.Bu konu klasik bilim içinde bir çok taetışmaya sebep olmuştur.Tartışma konusu bunların bir kişimi yoksa bir topluluğun işimi olduğudur.Bizimle bir şeylermi paylaşmak istiyorlar yoksa çok farklı bir yöntemle bizlere geçmişimizi mi hatırlatmaya çalışıyorlar.

Bilinen en eski resimler tarih öncesi insanların yaşadığı mağaralarda kendini gösteriyorlar.Bu resimler genelde onların günlük yaşamlarını anlatsada, aralarında bir kategoriye sokmanın çok zor olduğu ve ancak bugün bir anlam verebildiğimiz, ilginç ve bir o kadarda esrarengiz resimler bulunmaktadır.Mesela ufologlara göre İtalya- Val Cremona ‘daki kasklarından ışıklar saçan esrarengiz beyaz figürler, dünyadışı ziyaretçileri anlatmaktadır.


Klasik bilim, tarihin karanlık dönemlerinden gelen bu garip eserleri ,fantazi dolu mitler ve efsaneler olarak kabul etmektedir.Mesela Anasazi yerlilerinin kaya şekilleri onlara göre “yıldızlardan gelen insanları ve onların gökten getirdiklerini” tasvir ediyor.Fakat klasik bilimin o bencil ve küçümseyici yapısı ,durmadan o toplumu “ilkel” olarak adlandırıyor.Eğer geleneksel tarih ,klasik zamanlamasını gözden geçirse ve yıldız insanlarının resimlerini,bir çok kere gök tanrıları olarak adlandırılan dünyadışı ziyaretçileri ciddiye alsaydı şu andaki tarih bilgimiz çok daha derin olurdu.


Yeryüzündeki diğer figürler çok daha belirgin ve daha çabuk göze çarpıyor.Güncel olarak, mesela ekin çemberleri (crop circles) alev alev tartışmalar yaratıyor zaman zaman.1686 yılında Oxford üniversitesi kimya yüksek öğretim görevlisi Robert Plot, bunlara geyiklerin yada büyük ve küçük baş hayvanların neden olduğunu belirtti.Tokyo’daki Waseda üniversitesinden profösör Yoshihiko Ohsuki ateş topları ve plazmalarla ilgili deneyler yaptı.Ve şöyle bir sonuca vardı; elastik yapıdaki plazma veya iyonlaşmış hava ekin çemberlerine neden olabilir.Diğerleri,Robert Bauval,Graham Hancock ve John West, ekin çemberlerinin, Eski Mısır matematik ve ölçüm bilimi ile çok benzerlikler taşıdığı konusunda hemfikirdirler.



Maalesef eski kültürlerden kalanlar, sıklıkla zenginlik düşkünü modern insanlar tarafından yağmalandı.Mısır piramitlerinde, Maya tapınaklarında ve diğer yapılarda çok önemli ve tahmin edilemez hazineler vardı.Dünyanın her yanında efsanevi mezarlar, değerli kitabeler veya altın şehir Eldorado gibi yerler bu yağmalardan nasibini aldı.

Piramitlerde araştırma yapmak isteyen ( yoksa yağmalamamı? ) ilk batılılar dinamit kullandılar.Şimdi insanlar daha dikkatli çalışıyor.Fakat bir zamanlar eski yapılarda iyi korunan harika heykel işleri ve diğer sanat eserleri, şu anda kişisel koleksiyonların bir parçasıdırlar yada ağır tahribe uğramışlardır.

Geriye kalan eserler, sanatçılarının alın terini halen üzerinde taşımakta ve orjinalliklerini korumaktadırlar.Fakat bir çoğu müzelerin depolarında öylece yatmakta ve şimdiye kadar incelenmemişlerdir.Dikkati çeken bir şeyde, Kahire müzesindeki ağaçtan yapılmış uçak maketi gibi sanat eserleri, yanlış saklama sisteminden dolayı yıllarca gözden uzakta öylece kalmış ve bir tesadüf eseri tekrar bulunmuşlardır.

Bir çok araştırmacı yukarıdaki örnek eser hakkında günümüzün değerleriyle yorum yapılmamalı görüşünde.Yani o bir uçak değil, bir kuş olarak algılanmalıdır.

Deliller degerli.Ve saygı duyulmalı.Dünya dışı ziyaretçiler tarafından geçmişte ziyaret edildiğimizi kabul etmek için belki biraz erken olabilir ancak, şunu kabul etmeliyizki, geçmişimizden bazı parçaları anlayamıyoruz.

Bu eserler, büyük sanat değerlerinin yanında bize istediği bir çok detayı barındırıyor. Bahsettikleri şeyler, arasında intikamcı tanrılar, ateş saçan gök hayvanları ve insanlığın hayatta kalma mücadelesi gibi konularda var.Ayrıca, sağlık, ilaç, bilimsel ve belkide uçak yapımcılığı hakkında deliller sunuyorlar bizlere.Buizlenimler, bu eserlerin müzeden alınıp derin bir incelemeye tabi tutulmayı gerektiriyor.Eğer insanoğlu geçmişte uçak ve matkaplar imal edebiliyorsa, o bilimsel bilgi nereden geliyor? Ve dahada önemlisi bu bilgi tekrar nasıl kayboldu?


Gezegenimiz atalarımızdan kalan eserlerle doludur.Mısır’daki piramitler harika bir görsellikle 21. yüzyılda bile varlıklarını sürdürmektedirler.Şu anki kalıntılara mesela piramitlere veya Stonehenge’e gözümüz o kadar alışmıştırki, artık yaşları,yapı stilleri,ve anlamları hakkında sorular sormamaktayız.

Bu kalıntıların bir çoğunun amacı aslında apaçıktır.Mesela Stonehenge mevsimlerin ve yılların kayıt tutulduğu hassas bir takvimdir.Bulunduğu yer özenle seçilmiş ve hassasiyetle planlanmıştır.

Diğer dikitlerden paskalya adası heykelleri bizim için hala bir gizem.Bu heykellerden yüzlercesi denize dğru bakıyor ve sanki birilerini bekler gibiler.Dikildikleri yerler düzenli değil.Ancak bazı heykeller bir guruplaşma gösteriyor.

Bütün bu dikitlerin ortak bir yönü var; kimlerin yaptığını bilmiyoruz.Bir çok eser, henüz kültürlerin oluşmadığını kabul ettiğimiz devirlerde, büyük bir teknik bilgiyle inşa edilmişlerdir.Bunları yapan sanatçılar büyük granit blokları büyük bir incelikle işlemişlerdir.Onlar şekilsiz kayaları bir küre haline getirmişler, metal menteşeler yapmışlar, hatta belkide levitasyon teknikleri uygulamışlardı.Yoksa bu onlarca ton ağırlıktaki kayaları nasıl kaldırdıklarını açıklayamıyoruz.

Nasıl olurda insanoğlu birden bire bu kadar büyük güç kaynakları keşfedebilir?
Zaman zaman bu eski eserlere bakıpta hayran kalmamak mümkün değil.
Bütün bu eserlerin anlamlarını yeni yeni anlamaya başlıyoruz.Sadece anlamları ile değil, yapılışları ve yerleştirilmeside bizlere bir şeyler anlatmaya çalışıyor.Bir çoğu gökyüzü ile ilgilendirilmiş; yıldızlar, gezegenler ve bilinmeyen “tanrılar”. Onlar çok büyük eserler olup büyük bir gücün izlerini taşıyorlar.Fakat neden onların yapılarını bu kadar az anlayabiliyoruz?

Hala keşfedilmeyi bekleyen bir uygarlıkmı var? Başka gezegenlerden gelen ziyaretçilermi vardı? Bu eserler sandığımızdan çok dahamı eskiler?


En gözalıcı ve teknik incelikler içeren yapılardan bazıları binlerce yıllıktır. Klasik bilim büyük Maya tapınaklarını, piramitleri ve Angkor Wat ‘ı araştırmış ve yapım tarihleri hakkında bilgiler sunmaya çalışmıştır.Fakat diğer bir çok önemli soruları yanıtlayamamaktadır.Yapıların formatları ve harika görünüşleri kafaları karıştırmaktadır. Birde buna, bunları yapanların ilkel topluluklar olduğu bilgisi eklenince soru işaretleri dahada artıyor.Bunun yanısıra yapım teknikleri dışında yıldızlara ve güneş sistemlerine atfen yapılmış olamalarıda buna tuz biber ekiyor.Hatta bazıları dünyadışı ziyaretçiler için bir fener niteliği taşıyor olabilir.

Anlayamadığımız diğer bir nokta ise, bu kadar gelişmiş bir teknik bilgi neden insanlık tarihinde  bu kadar erken dönemlerde ortaya çıkıyor.Mezopotamya’da yani bugünkü Irak’ ta , ilk yerleşim merkezleri olarak Sümerliler 5000 yıl önce birden bire büyük ve karmaşık şehirler olarak ortaya çıkmaktadır.Hemde kütüphaneleriyle, iyileştirme merkezleriyle, detaylı ve karışık takvimleriyle ve yıldız gözlem evleriyle birlikte.İnsanlık birden bire tekerleği icat ediyor, yazıyı bululuyor, çok ağır cisimleri taşıyabiliyor ve madenleri eritebiliyor.

Erich von Daniken, insanlığın bir çok kez “dışarıdan” yardım aldığı iddiasını ortaya atan ilk kişidir.Bu iddiasıbasında yer aldıktan sonra bir çok kişi geçmişimizin bu karanlık devirlerini araştırmaya koyuldu.Tabiki araştırmacıların bir bölümü insanlığın dışarıdan yardım aldığı sonucuna ulaşmadılar.Bazılarına göre ise klasik tarihleme yanlışlarla doludur.

Günümüz araştırmalarında ortaya çıkan sonuca göre Machu Picchu gibi bazı yapı gurupları astronomi bilgisiyle e belirli bir uzaysal amaç için inşa edilmişlerdir.Eski uygarlıkların ayrıntılı takvimlere ihtiyacı neden olsun ki? Buna rağmen Mayalar’ın kullandığı takvim bugünkünden daha hassastı.Uzaysal zaman onlar için neden bu kadar önemliydi? Acaba gök tanrıları bir gün geri gelecekleri sözünümü vermişlerdi?Gözlem evleri bu tanrıları izlemek içinmi kullanılmışlardı?Bu tip yapılar ne zaman önyargısız bir şekilde araştırılırsa belki o zaman gerçek kendini gösterecektir.

Devamını Oku »

Yukarı Git