25 Temmuz 2016 Pazartesi

HER BİR KİŞİ BİRBİRİYLE YALNIZCA EMPATİK BİR ŞEKİLDE DEĞİL ; ' BİRBİRİNE KARIŞIKTIR '


Şubat 2006 yılında, araştırmacılar ilk kez bir damla su içinde biyofotonları (x 30.000 büyütme ile bir karanlık alan mikroskobu, bir Somatoscope kullanarak) gözlemlediler.Özellikle 4.fotodaki altıgen geometrik şekil,6. fotoda Merkaba formu,9. fotoda ise Yaşam Çiçeği formuna benzerliğe ile dikkati çekmekteler...



BİYOFOTONLAR ; var olan her şeyin eksiksiz bağlantısının bir başka ispatıdır...


Biyofotonlar ilk kez 1920’li yıllarda Rus embriyolog Alexander Gurwitsch tarafından ifade edilen yaşayan organizmalardan yayılan UV özellikli ışık demetleri ( fotonlar ) tanımlaması ile gündeme gelmiştir.

1970’li yıllarda Fritz-Albert Popp adlı bir alman biyofizikçi hücrelerin haberleşme amaçlı fotonlar yaydıklarını saptayıp-ölçtükten sonra, bunlarla güvenilir ve sağlam haberleşme yapılabilmesi için biyofoton adını verdiği bu ışınların “coherent = uyumlu+tutarlı” özellikli olmaları gerektiğini düşünüp, biyofotonların “coherent” özellikli olup olmadıklarını araştırır.

Ve gerçekten de canlıların kendi aralarında haberleşmek için kullandıkları bu sinyal sisteminin “coherent” özellikli olduğunu görür.

“Coherent” sinyaller, laser ışını gibidirler, aynı dalga boyu ve aynı fazda salınım yapan sinyallerden oluşurlar ve hiç dağılmadan çok uzak mesafelere gidebilirler. Bu nedenle sağlam bir bilgi taşıyıcı özelliğe sahiptirler (Bischof 2001, Popp 2002).

Sovyet biyofizikçisi Viktor Inyushin biyofoton sinyallerinin hücre çekirdeğindeki DNA-sarmalları tarafından oluşturulduğunu öne sürmüştü.

Popp biyofotonların DNA-sarmallarının açılması-kapanması gibi faktörlerle oluştuğunu göstererek, bu görüşün doğruluğunu deneysel olarak ıspatlar (Bischof 2001, Popp 2002).

Canlıların çevreleriyle ilişkilerini özel sinyaller (biyofotonlar) yayarak düzenlediklerini saptanması çok farklı konularda uygulama alanı bulur.

►- Akupunktur tedavisinin bedenden yayılan sinyallerin belli meridiyenler boyunca olmasıyla ilişkisi,

►- kanser tedavisinde biofotonlardan yararlanma,

►- reiki tedavisinin biyoenerjiyle ilişkisi gibi bir çok konunun anlaşılmasını sağlar.

►-Biyofoton algılayıcı detektörlerin geliştirilmesi gıda maddeleri kontrolünde büyük kolaylık sağlar ve besinlerin tazeliğinin saptanması çok kolaylaşır.

Şöyle ki: Bir meyvenin dalından koparılması veya bir balığın denizden çıkarılmasıyla, ölüm olayı başlar, ancak tüm hücreler aynı anda ölmezler.

Bu nedenle biyofoton yayınlanmasının şiddeti azalır, ama yine de devam eder. Bu nedenle yiyeceğimizi oluşturan hayvansal ve bitkisel besinlerin tazelik durumları, biyofoton ölçümleriyle saptanabilmektedir.

Meyve, sebze, balık gibi ürünlerin yaydıkları biyofotonlar ölçülerek, ne kadar taze (veya bayat) oldukları anında saptanabilinmektedir. (Popp in: http://www.guteswasser.at/download/LMQ_biophotonen.pdf)

►- Ama biyofoton denilen hücreler arası haberleşme ve etkileşim sisteminin keşfi, en çok evrimin rastgele mutasyon oluşumlarına bağlı olarak değil de, DOM-sisteminin ön-gördüğü “bilgi oluşturmaya dayalı yapısallaşmalarla” gerçekleştiğini göstermesidir.

Nitekim biyofotonik adlı yeni bir biyofizik araştırma kolu oluşumuna öncülük eden Popp şu makaleyi yazmıştır:

Ho, M.W. & Popp, F.A.: The evolution of biological form and organization without natural selection. Proceedings of the AAAS symposium on nonrandom evolution: "Matter, life, mind". Washington, DC, 14.-19. February 1991.

Milyarlarca hücrenin bir midye gibi çok hücreli yapı içinde birleşmeleri de biyofoton gibi karşılıklı haberleşme yöntemleriyle anlaşıp-uzlaşarak, hırçın deniz dalgalarının egemen olduğu bir ortamda tutunarak oradaki besin kaynaklarından yararlanabilmelerini sağlayacak bir ortak yaşam içindir.

Bedenimizin her santimetre karesinden saniyede 100 civarında biyofoton çevreye yayılmakta ve çevredeki diğer varlıklarla etkileşime geçilmektedir (Popp 2002).

Ayrıca bedenimizde 60 trilyonu aşkın hücre bulunmakta ve her bir hücre saniyede 100.000 kimyasal işlem yapmaktadır (McTaggart 2008).

Yani bedenimizde her saniye 60.000.000.000.000 x 100.000= 6.000.000.000.000.000.000 farklı işlem olmaktadır!

Her bir işlem kimyasal elementlerce yapılmakta ve tüm kimyasal işlemlerde elektron-proton-nötronlar arası alış-veriş olmaktadır.

Her bir elektron bir işleme girmeden önce, çevresindeki milyarlarca başka elektron, proton ve nötronun enerji durumlarını dikkate alıp, bir olasılık hesabı yaparak en ekonomik işleme karar vermektedir.

Ve bizlerin bir düşünce veya eylemde bulunmamız sırasında, tüm bu zilyonlarca olay gerçekleşmekte ve doğada biz bir şey yapmış olmaktayız.

Biz bir şey yaparken, içlerimizdeki hücrelerde ve atomlarda bu kadar değişim-dönüşüm gerçekleşmektedir.

Bu şekilde doğa ve dünyamızın sahipleri olan atom-altı-öğeleri doğadaki işlemleri yapmakta- yürütmekte ve evrensel ölçekte de karşılıklı haberleşerek en ekonomik sistem oluşumlarını teşvik edici davranışlarını sürdürmektedirler.



Biofiziker Popp a göre vücudumuzda var olan hücrelerde ışık mevcuttur.

Hücreler hasar gördüğünde ışığın yoğunluğu azalır. Zayıf hücreler foton biçimindeki ışınların etkisiyle yenilenir. Işık cilt tarafından emilir.

Biofotonlar hücre aktivitesini düzenler ve organizmanın biyokimyasal fonksiyonlarını belirlerler.

Biofotonların bedende ve hücre üzerindeki yayılması ise infrared ve ultraviole yayılımla gerçekleşir. İnfrared ışığının hücreler ve organlar arası iletişimin gerçekleşmesinde rol aldığı pek çok bilimsel çalışmada gösterilmiştir.

Dolayısıyla ışık bedenimizde bulunan tüm hücrelere yayılım gösterme eğilimindedir.

Biofoton hücreleri etkilemek için ışığın gücünü kullanır. Işık fotonları cilt tarafından emilir, vücutta çoğalır ve tüm dokulara hızla dağılırlar. Sinir sisteminden yararlanarak omurilikten beyne ulaşır ve çeşitli hormonlar üzerinde düzenleyici rol alırlar. Bunların başında endorfin ve serotonin gelmektedi

Terapide kullanılan Biofoton ışını hasta hücrelere çarpar, zayıf kapasitede olan hücre içindeki ışınları diğer bir adıyla fotonları güçlendirir ve hücreleri onarır.

Bifoton ışının diğer önemli bir etkisi cerrahi sonrası veya enflamasyon sonrası meydana gelen aşırı üretilen bağ dokusunun anlamlı şekilde durdurulmasıdır. Bifoton benzeri olan infrared ışınlarının başta akyuvarlar , lenfatik sistem, çeşitli enzimler, prostaglandin üretimi ve bağ doku hücreleri üzerinde pozitif etkisi olduğu ispat edilmiştir.

Biyorezonans teknolojisi ile hücrelerin elektriksel ölçümlerini yapmak, risk faktörlerini saptamak ve dengelemek mümkündür.

Almanya, Fransa ve İngiltere de sigara bağımlıları üzerinde yapılan noterce onaylı başarı oranı % 90 ın üzerindedir.

Anti Aging tedavisinde hormon dengesizliğini olumlu yönde etkilediği için vazgeçilmeyenler arasında yerini almıştır.

BİOPHOTON ışın terapisinin başarılı kullanım alanları şunlardır:

Anti Aging
Ağrı tedavisi
Hormonsal dengesizliği düzenlenmek
Migren
Bağımlılık hastalıkları
Sigara bırakma
Şişmanlık tedavisi
Boyun, sırt ve bel ağrısı
Tendon rahatsızlıklarında
Topuk dikeni
Ekzema
Sedef
Akne
Enfeksiyonlarda
Hormonsal disfonksiyonlarda
Siyatik ağrı
Uyku bozukluğu
Nevralji
Osteoartrit
Tinnitus
Spor yaralanmaları
İyileşmeyen yaralar
Keloid tedavisi
Aşırı bağ dokusu gelişiminde
Vücudumuzun polorite kadar biyofotonlara da ihtiyacı vardır.

Biyofotonlar hayvansal gıdalarda da zayıf olarak bulunsa da en zengin kaynaklar bitkilerdir.

Yani bol doğal ve canlı bitkiler yediğimiz zaman hem vücudumuzun ihtiyacı olan polariteyi hem de biyofoton dediğimiz bitki hücrelerindeki ışığı almış oluruz.

Bu da hücresel enerjimizi sağlamlaştırır.


HER BİR KİŞİ BİRBİRİYLE YALNIZCA EMPATİK BİR ŞEKİLDE DEĞİL ;

' BİRBİRİNE KARIŞIKTIR '

Eğer her bir hücre bu alanı yayıp dışarı veriyorsa, o zaman tüm yaşayan sistem; yankılanan bir alanla, heryerde birden bulunan yerel olmayan (non-local) bir alanla etkidedir.

Ve o, yaşayan sistemin iletişim kurduğu biyofotonlar vasıtasıyla olduğu için;

o halde baştanbaşa yakın enstantane haberleşme vardır.

Ve bu, Popp’un iddia ettiği gibi; ‘’Kuantum uyum’’ diye bahsedilen uyumlu biyolojik organizasyonun da temelidir.

Biyofizikçi Mae-Wan Ho; insan bedeni dahil, yaşayan organizmanın ‘’en çılgın rüyalarımızın ötesinde’’ nasıl uyumlu olduğunu, bedenlerimizin iletişim, rezonans ve uyumun kusursuz vericisi olan likit kristal formu tarafından nasıl oluşturulduğunu anlatmıştır.

Tüm yaşayan biyolojik organizmalar sürekli olarak bir uyum ve iletişim alanını oluşturan ışık radyasyonlarını yayarlar.

Dahası biyofizikçiler, yaşayan organizmaların kuantum dalga formları tarafından yayıldıklarını keşfetmişlerdir.

1998 yılı kitabı ‘’Gökkuşağı ve Solucan: Organizmaların Fiziği’’nde Ho, gözle görülebilir bedenin sadece organizmanın dalga fonksiyonunun en yoğun olduğu yerde olduğunun bilgisini vermektedir.

Görünmez kuantum dalgalar herbirimizden yayılmakta ve tüm diğer organizmaların içine sızmaktadır.

Aynı zamanda her birimiz, kendi oluşumumuzun içerisine karışmış her diğer organizmanın dalgasına da sahiptir…

Bu olağanüstü keşif, aslında dalga etkileşimlerinden (bedenlerin buluştuğu yerde) oluşan yerel olmayan (non-local) kuantum alan içerisindeki her bir yaşayan varlığı pozisyonlandırmaktadır.

Bu nedenle her bir kişi birbiriyle yalnızca empatik bir ilişkide değil; birbine karışıktır.

Nörobilim, kuantum biyoloji ve kuantum fizik şimdi bedenlerimizin yalnızca biyokimyasal sistemler değil;

sofistike yankı yapan sistemler olduğunu gözler önüne sermek için yakınlaşmaya başlıyorlar.

Bu yeni keşifler zamansız bağlantılı bilincin bir formunun fiziksel-bilimsel temele sahip olduğunu gösteriyor. O daha da fazlası, belirli ruhani veya ortak TEK’liğin transandantal hallerinin yeni bilimsel paradigma içinde mantıklı bir temele sahip olduğunu ispatlıyor.

Eğer eşekten inmeyi arzu ediyorsak, ilerdeki yeni yolumuzun bilim ve maneviyatı bağdaştırmak için bir yere sahip olduğunu keşfedeceğiz.

Çekişme ve rekabete değil, dayanışmaya bağlanmalıyız...
Devamını Oku »

19 Temmuz 2016 Salı

DNA ’YA VERİ DEPOLAMADA YENİ REKOR 200 MB




Microsoft ve Washington Üniversitesi’nden  bilim insanları DNA dizinlerine 200 mb kaydetmeyi başararak yeni bir rekora imza attı. DNA benliğimizin temel yapıtaşlarını taşıyan ana birimdir. Vücudumuz ve genel özelliklerimize dair pek bilgi DNA’da depolanır. DNA’mızın inanılmaz bir veri depolama kapasitesi var. DNA’mız o kadar büyük bir veri depolama kapasitesine sahiptir ki, 1 mm DNA’ya 5,5 petabit(125,000 GB) veri depolayabiliriz. Gün geçtikçe veri depolama aygıtları küçülse de her yıl o kadar veri üretilmektedir ki, 2020’ye kadar tüm dünyada 44 trilyon GB veriye ulaşılması öngörülmektedir. Fakat günümüzdeki veri depolama araçları bu hacimdeki bilgiye ancak kısa süreli çözümler getirebilmektedir. DVD ve Blu-Ray’ler ancak birkaç on yıl ömre sahiptir. DNA o kadar iyi bir depolama aracıdır ki, bugünün ulaşılabilir internet hacmi 700 exabayt ayakkabı kutusu kadar bir alana sığabilir. Ayrıca bu ayakkabı kutusu onbinlerce bozulmadan veriyi saklayabilir. Bugün elde edilen mamut fosillerinde , onbinlerce yıl geçmesine rağmen halen genetik kod izleri mevcuttur ve uygun koşullarda bin yıllık bir saklama süresine veya daha fazlasına sahip olabilir. Yakın bir gelecekte DNA tabanlı depolama yerleri kullanamayacak olsak da büyük miktarda veriyle başa çıkmak için arşive teknolojilerinin bir sonraki adımında geçmektedir. Microsoft ve Washington Üniversitesi yeni çalışma sayesinde İnsan Hakları Bildirgesi’ni 100’den fazla dilde, Crop Trust veri tabanını ve OK Go’s This Too Shall Pass HD müzik videosunu yani toplamda 200 mb veriyi kurşun kalemin ucundan daha küçük bir noktaya depolamayı başardı.

200 mb size çok gelmeyebilir , fakat daha önceki araştırmada sadece birkaç kb depolandığı düşünülürse, bu gerçekten büyük bir başarı. DNA ‘ya Veri Depolama İşlemi Microsoft ve Washington Üniversitesi ekibi ile Twist Bioscience işbirliği yaparak DNA’nın doğal kodu ve ikili bilgisayar kodundaki benzerlikleri avantaja çevirdi. “Enteresan biçimde DNA’nın dijital bir aroması var, dört baz ve molekül birbirine kolaylıkla programlanacak şekilde tutunuyor. İlk adım olarak 1 ve 0 lar , A,C,G,T zincirleri şeklinde haritalanarak depolanıyor,” diyor Luis Ceze. “Polimer Zincir Reaksiyon” tekniğini kullanarak ekip istenilen veriyi doğru adreslere atadı. DNA dizinleri , silikon bazlı DNA sentez substratı kullanılarak kimyasal olarak üretiliyor. Böylece birkaç sekansı eş zamanlı üretmek mümkün oluyor. Tamamlandığında DNA test tübüne konuyor ve dehidre (susuzlaştırma) ediliyor. Eğer ışık ve sıcaktan korunursa onbinlerce yıl korumak mümkün. Veriyi okumak için DNA dizileştirici(sequencer) gerekiyor. Böylece A,C,G ve T dizileri ve algoritmaları orijinal dijital veriye geri çevriliyor. Çevrim esnasında bazı veriler kaybolsa da, araştırmacılar hata düzeltme şemaları kullanarak , bilgisayarla düzeltme uyguluyor. “Her ne kadar güvenli olsa da aynı hardisklerde olduğu gibi , DNA okuma ve yazmada da bazı hatalar oluşuyor. Bu nedenle hata düzeltme kodları geliştirilmesine ihtiyaç duyduk,” diyor,” Ceze DNA depolamada okuma ve yazma hızlarının halen arttırılması gerekiyor. Ayrıca maliyeti düşürmek için çalışmalar başlatıldı.

Kaynak : http://www.gizmag.com/dna-data-storage-record/44273/
http://www.gercekbilim.com/windowsdan-dnaya-veri-depolamada-yeni-rekor-200-mb/
Devamını Oku »

SONUNDA ATOMA VERİ KAYDETMEYİ BAŞARDILAR





Delft Üniversitesi Kavli Nanobilim Enstitüsü’nden bilim insanları , 8000 bitlik veriyi(1kb), tek tek klor atomlarına kodlayarak veri depolamayı başardı. “Teorik olarak bu derece depolama yoğunluğuyla dünyada yazılmış bütün kitaplar posta pulu kadar alana depolanabilir”, diyor baş bilim adamı Sander Otte. Bu sayede bir inç kareye ( 6,4 cm2) 500 terabit depolanabilir. Yani piyasada mevcut harddisklerden 500 kat daha fazla depolama mümkün. Araştırma 18 Temmuz Nature Nanotechnology ‘de yayınlandı .

Richard Feynman 1959 yılında fizikçi  Richard Feynman olabilecek en küçük ölçekteki dünyayı tasarlamak için uğraştı. Feynman’ın ünlü Plenty of Room at the Bottom (aşağıda daha çok oda var) adlı dersinde eğer her bir atomu düzgün bir şekilde hizalayabilecek bir düzleme sahip olursak, her bir atoma bilgi depolamanın mümkün olabileceğini anlatmıştı. İşte Feynman, Otte ve ekibinin bu vizyonunu onurlandırmak için, Feynman’ın bu ünlü dersi 100 nm’lik alana kodlandı.




Kaydırmalı Yapboz

Ekip taramalı tünelleme mikroskopunun (STM) keskin iğnesi her bir atomun yüzeyinde gezdirebiliyor. Bilim insanları bu proplarla sadece atomları görüntülemekle kalmayıp, aynı zamanda onları itebiliyor. “Bunu kaydırmalı yapboza benzetebilirsiniz. Her bit bakır atomlarının yüzeyinde ve klor atomunda iki pozisyon yaratarak, bu iki pozisyon arasında kaydırma imkanı sağlıyor. Eğer klor atomu yukarı pozisyondaysa deliğin altındadır ve 1 konumundadır. Eğer delik yukarı pozisyondaysa klor atomu aşağıdadır ve bu bit 0 olarak okunur,” Otte. Çünkü klor atomları  diğer klor atomları tarafından sarılır ve deliklerin yakını ihmal edilir ve her biri diğerinin konumunu korur. İşte bu nedenle delikli methot diğer veri depolama metotlarına göre çok daha stabil ve uygundur.

Atomik manipülasyonun adımları

QR Koddan İlham Aldılar Delft’ten araştırmacılar belleği 8 baytlık bloklar halinde (64bit) organize ettiler. Her blok bir işaretçiye sahip ve klor atomlarından oluşan delikli bir örüntü oluşturuyor. QR kodlardan ilham alan araştırmacılar bakır tabakaya hassas bir konumlama yaptılar. Ayrıca bu kod , blok hasara uğradığında bunu gösterecek. Bu sayede bellek  bakır yüzeyi mükemmel olmasa da , daha büyük boyutlarda üretilebiliyor . Veri Merkezleri(Datacenters) Bu yeni yaklaşım stabilite ve ölçeklenebilirliğe mükemmel yaklaşımlar getirebilir. Fakat bu tipte bir belleğin datacenterlarda kullanılması için halen çok zaman var. Otte : “Oluşturulan bu hafıza için çok temiz vakum koşulları ve sıvı azot gerekiyor ki, gerçek atomik boyutta depolama için halen geliştirilmesi gereken çok şey var. Yine bu gelişme bizim büyük bir adım teşkil ediyor.”


Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2016/07/160718133000.htm F. E. Kalff, M. P. Rebergen, E. Fahrenfort, J. Girovsky, R. Toskovic, J. L. Lado, J. Fernández-Rossier, A. F. Otte. A kilobyte rewritable atomic memory. Nature Nanotechnology, 2016; DOI: 10.1038/nnano.2016.131

http://www.gercekbilim.com/atoma-veri-depolama-klor/


Devamını Oku »

BAZI ŞEMPANZELER VE MAYMUNLAR TAŞ ÇAĞINA GİRDİ




Üç kıtadaki bilim insanları, insanlar tarafından yapılmamış el araçları buldular ve bunu bazı şempanzelerin ve maymunların taş çağına girdiklerine dair delil olduğunu söylüyorlar.

Birkaç on yıl önceye kadar bilim insanları el aletleri kullanabilen tek türün insanlar olduğuna inanıyorlardı. Bunun artık doğru olmadığı, primatlar dahil birçok hayvanın el aletleri kullandığı, araştırmacıların sayısız örneğiyle belgelendi. Ancak genellikle primatların ve maymunların henüz taş aletleri kullanabilme kapasitelerinin olmadığı düşünülüyordu. Son on beş yılda bu iddia da çürütüldü.

Üç kıta boyunca araştırmacılar emsalsiz taş aletler keşfettiler. Bu el aletlerinin birçoğu Keops piramitiyle aynı dönemde şekillendirilmiş. Bu taş aletlerinin eksik yönleri ilkel adamınkilerle karşılaştırıldığında, bunların şempanzeler, kapuçin ve makak maymunları tarafından şekillendirildiği ortaya çıkıyor.

Max Planck Institute for Evolutionary Anthropology’deki Christophe Boesch tarafından yürütülen araştırmalarda Ivory Coast ormanından kazılan taş aletleri incelendi ve 4300 yıl önce yapılmış oldukları bulundu. Araştırmacılar, bazı taş aletlerinde şempanzelerle ilişkilendirilen önemli karakteristik özellikler belirledi. Örneğin, bazı el araçları 1 ila 9 kilogram arasındaydı, bu aralık normalde şempanzeler tarafından tercih ediliyor (antik insanlar 1kilogramdan hafif taş aletleri tercih ediyordu.). Aynı zamanda şempanzeler taş aletleri insanların yemediği türde çerezleri de açmak için kullanmış. Bu bulgular şempanzelerin en az 4300 yıldır Ivory Coast ormanında taş aletler kullandığını gösteriyor.

Bu el aletleri kaba, ayrıca bir şempanzenin veya bir maymunun taş çekicini güzellik açısından ilkel adamın el baltasıyla karşılaştırmak oldukça güç. Ama esas önemli nokta bu değil. Bu primatlar rutin olarak taşa dayalı teknoloji kullanılan bir kültür geliştirmişler. Bu da taş çağına girdiklerini gösteriyor.

İlk taş aletleri ortak atalarımız mı kullandı?

Şempanzeler yaşayan en yakın akrabalarımız. Bizim gibi olmaları ve taş aletleri kullanmaları şempanze ve insan atalarının ilk taşa dayalı teknolojiyi geliştirdikleri anlamına gelebilir. University of Oxford’dan Primate Archaeology (Primarch) projesinin yöneticisi olan Michael Haslam bunun olasılık dışı olduğunu söylüyor. Eğer böyle olsaydı bütün şempanzelerin taş aletler kullanmaları gerekirdi, ancak sadece Batı Afrika’daki küçük topluluklar bunu yapıyor. Batı Afrika’daki şempanzelerin merkezdeki ve doğudaki şempanze topluluklarından ayrıldıktan sonra bu beceriyi geliştirdiklerini düşünmek daha mantıklı. Öyle görünüyor ki insan taş çağı ve Batı Afrika şempanzelerinin taş çağı birbirinden bağımsız.

Birkaç yüzyıl geriye gidildiğinde Brezilya’daki sakallı kapuçin maymunlarının taş aletler kullandığına dair raporlar olduğu görülüyor. 2004’te (1) yapılan bir araştırma da bu raporları doğrular nitelikte.

2015 yılında yayımlanan bir çalışma ise uzun kuyruklu makak maymunlarının da taş aletler kullandığını gösteriyor.

“Kapuçinler Yeni Dünya maymunları, bizden 35 milyon yıllık evrimle ayrıldılar.” diyor Haslam. “Makaklar bile 25 milyon yıl civarında.” Başka bir deyişle, Taş Çağı primatları evrim ağacında geniş bir alana dağılmış durumda, bu da teknolojiyi her birinin bağımsız olarak geliştirdiğini gösteriyor.

Mayıs 2015’te (2) Kenya’da çalışan arkeologlar atalarımızın en erken taş aletleri hakkında detaylar yayımladılar. Bu “Lomekwian”* taş aletleri 3,3 milyon yıllık birikintilerden ortaya çıkarılmış. Takımın bulduklarına göre taş işlemede şempanzeler ve maymunlarla benzer yöntemleri kullanıyorlardı. Bu, taş alet kullanan primatları çalışmanın ilkel insan davranışının doğası hakkında fikir verebileceğini gösteriyor. Ama yine de ilkel insan ile şempanzeler ve maymunlar çok farklı olduğundan sonuca varmak oldukça zor olacak.

Diğer primatlar insanlar gibi gelişebilecek mi?

Şempanzeler ve maymunlar Lomekwian taş aletlerinin ötesine geçemezken insanlar sofistike el aletleri yapmayı nasıl öğrendi? Bunun el anotomimizin daha ince ayrıntıları işlemesine olanak sağlayan evrimsel avantajı olduğunu düşünebilirsiniz. Gerçekte, 2015 (3) Temmuzunda  of George Washington University’deki Sergio Almécija tarafından yayımlanan çalışmaya göre, aksine, son birkaç milyon yılda insan elleri şempanze ellerinden daha az değişti. Şempanzeleri ve maymunları geride bırakan elleri değilse, problem beyinlerinde yatıyor olabilir diyor Almécija.

Yine de Haslam, şempanzelerin, makakların ve kapuçinlerin teknolojik limitlerine ulaşmamış olmaları olası olduğunu söylüyor. Ama kendi taş çağlarını geliştirme avantajı yakalayıp yakalayamayacakları henüz belirsiz.

“Onların popülasyonlarını dramatik şekilde daraltıyor, yaşam alanlarını imha ediyor ve onları avlıyoruz” diyor Haslam. “Küçük gruplar, büyük gruplar gibi yayılıp teknolojilerini güçlendiremezler.” Diğer bir ifadeyle şempanzelerin ve maymunların sofistike el aletleri geliştirecek becerileri olabilir ancak farklı bir grup primatın usta taş alet üreticileri olması nedeniyle potansiyellerine erişme imkanı bulamayabilirler.”

Kaynak:
1) http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/ajp.20085/abstract;jsessionid=ED2C6D432790B25E69AFE10562C7EFA2.f02t02

2) http://www.nature.com/nature/journal/v521/n7552/full/nature14464.html

3) http://www.nature.com/ncomms/2015/150714/ncomms8717/full/ncomms8717.html
http://bilimfili.com/bazi-sempanzeler-ve-maymunlar-tas-cagina-girdi/

Devamını Oku »

Yukarı Git