EZOTERİZM & OKÜLTİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EZOTERİZM & OKÜLTİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2016 Pazartesi

İLKEL KAVİM ve DİNLERDE İKSİR




İlkel Kavim ve Dinlerde İksir

Şamanizm'in temsil ettiği ilkel kavim ve kadim dinlerinde iksirler, topluluğa psikotik maddeler şeklinde sağlanıyordu. Şaman ve takipçilerini yaşadıkları dünyadan da daha gerçek bir ruh alemiyle irtibat kurmalarını sağlayan vizyon ve vecit halleri yaratma açısında psikotikler, halüsyonojenler ve uyuşturucular çok önemlidir. Bu vizyonlar sefalet, hastalık ve ölümün içinde bulunmadığı doğaüstü bir alemin varolduğu inancını desteklemekte ve belki de üretmektedir. Ölümsüzlük vizyonundan ölümsüzlük arayışına geçiş küçük bir adımdır. Vizyonu yaratan madde şifa ritüellerinde kullanılıyordu veya da ilaç olarak veriliyordu. Bazen Vedik ritüellerde soma için ve Kuzey Amerika düzlük Kızılderililerin kullandığı psikotik madde "Baba Peyote" için yapıldığı gibi onlara bizzat tanrılaştırıp tapılıyordu. İnsanlar bu tanrıları elle tutabileceklerini ve onları yiyip güç ve ölümsüzlüklerini özümseyebileceklerine inanıyorlardı. Bunun arkasındaki inanç insan yediği şey olduğu ve hayvan, insan ve ilahi gücü sindirim sistemi ile özümseyebileceği fikri yatmaktadır. Bu inancın ciddi veya mecazi olarak alınması, değişik dini akımlarda kurbanların yenilmesi için zemin hazırlamıştır (Dionysis, Attik, Eleusis, Hıristiyan).
Rg Veda'da anlatılan Soma ritüeli bir iksirin hazırlanışını ve kullanışını anlatan en eski kayıtlı dini törendir. Soma'nın ne olduğu konusunda farklı fikirler ortaya atılmıştır. R. Gordon Wasson'un araştırmaları (1969) soma'nın sıvısı öldürücü bir zehir olan, ama sulandırıldığında psikotik bir madde olan Amanita Muscaria mantarından hazırlandığı olasılığını oldukça inandırıcı kılmaktadır. İçkinin neden olduğu ölümsüzlük vizyonları içkinin kendisiyle özdeşleşmiştir. Bu konuda şiirler de yazılmıştır:

Somayı içtik ve ölümsüzleştik
Tanrıların keşfettiği ışığa eriştik
Bize artık hangi şerlik işler ki?
Ve ölümlülerin kini bize karşı ne yarar ki ey Ölümsüz Tanrı?

Soma'nın kullanımı Vedik dönemin sonuna dek ortadan kalktı. Bazı alimler bu gelişmeyi Hint-Avrupalıların mantarın yetiştiği bölgelerden uzak yerlere göçmelerine atfetmektedirler. Belki de daha inandırıcı bir görüşe göre zamanla ruhban sınıfın daha çok hakim olduğu kurumsallaşmış ve daha az coşkulu bir din anlayışı yaygınlaşmıştı.

Devamını Oku »

İKSİR




İksir Nedir?

İksirler, yenileyici ve şifâ verici olduğu inanılan içkilerdir. Bu terim, ilk önceden simyâgerler tarafından (aynı zamanda felsefe taşı olarak bilinen) basit metalleri altına dönüştüren, hastalıkları tedâvî eden ve yaşamı uzatan maddeyi tanımlamak için kullanılırdı. Simyâgerler, her ne kadar bu kelimeyi türetmişlerse de, böyle bir madde konusundaki inanç, simyâdan önce de vardı ve sürekli olarak mitoloji ve din tarihinde rastlanır.
Kelimenin Kökeni

Bu kelime, Latince elixir kelimesinden kaynaklanır ve elixir de Arapça el-iksir kelimesinin Latinceleşmiş bir şeklidir. Grekçe'de tıp ve simya dönüşümü için kullanılan kuru bir toz olan xerion kelimesine akrabadır.

Özelliği ve Önemi

Din, mitoloji ve peri hikayelerinde bir yerlerde yaşlıyı genç kılan, hastayı iyileştiren, veya ondan bir yudum, soluk veya parça ısıracak kadar şanslı, bilge veya kurnaz olana refâh ve sonsuz yaşam veren bir ot, pınar, taş, sarhoş edici içki veya cadı kazanında hazırlanan zehirleyici bir karışım olduğu fantezisi oldukça yaygındır. Gılgamış Destanı'nda Uruk'un görkemli kralı, sonsuz yaşamın sırrını bulmak için yolculuğa çıkar ve denizin dibinde sonsuz yaşam otunu bulma şansını sahip olur. Onu yerinden söker; ama dikkatsiz bir şekilde onu ortalıkta bırakır ve bir deniz yılanı onu çalar.

Gılgamış'ın kaybettiği şeyi bulmak için sayısız insan çabalamıştır. Sağlık, refah ve sonsuz yaşamı bağışlayabilen sihirli bir maddenin varlığı konusunda inanç insanların ölüme meydan okuması kadar eski bir düşünsel dilektir. Ölümü yaşamın doğal sonucu olarak kabul etmekten uzak, her yerde insanlar ölümü cehalet ve kötü niyetin sonucu olarak görmüşlerdir. İnsanların bir zamanlar ölümsüz oldukları ve halen olmaları gerektiği inancı ölümün dünyaya nasıl girdiğini anlatan mitolojik öykülerde içerilmektedir. Gılgamış Destanı'ndaki gibi bir deniz yılanın ölümsüzlük otunu çalması motifi dünyanın her tarafında tekrarlanmaktadır. Hepsi bir yılan veya deniz canavarının kutsal bir ölümsüzlük pınarı, yaşam ağacı, gençlik pınarı, altın elma vs. koruduğu mitinin varyasyonlarıdır. Bütün bu mitlerin arkasında, "tanrıların kıskanç olduğu" ve "ölümsüzlük iksirini insanların ulaşamayacağı yerlerde sakladığı" korkusu yatar (Bknz.Tekvin 3:22). İnsanlar, öz hakkı olan ölümsüzlüğü geri kazanmak için tanrıları ayartmak veya atlatmak için gerek fiziksel, gerekse de ruhsal olarak büyük çaba harcamışlardır.

Yaşam Suları

Mısır, Hint, Grek, Babil ve İbrani yaratılış efsanelerine göre hayat, her şeyin özünü taşıyan ilkel madde olan sudan çıkar. Tufan efsanelerinde hayat sulara (şekilsiz biçim) geri döner, buradan yeni şekillerle yeniden ortaya çıkabilir. Vaftiz töreni suyun hayatın kaynağı olduğu ve dolayısıyla yeniden doğma ve ölümsüzlüğün kaynağı olduğu inancından doğmuştur. Bu şekilde su nihai büyüsel ve tıbbi madde olmaktadır. Arındırır, gençliği yeniler ve bu yaşamda ve gelecek yaşamda ölümsüzlüğü temin eder. Bu sihirli "ab-ı hayat"a (yaşam suyu) birçok isim verilmiştir - soma, haoma, ambrosya, şarap - her biri insanlara ve tanrılara bilgi, güç ve ölümsüzlük başlayabilecek kutsal bir içecektir.

Hem aylık yinelenmesinden dolayı, hem de hayatın kaynağı su üzerindeki kontrolünden dolayı ay yinelenmenin nihai sembolüdür. Ay'ı deniz suyu, yağmur, bitkisel yaşam, dişi bereket, doğum, ölüm, inisiyasyon ve yinelemeye ilişkilendiren sembolizm, Neolitik çağına dek iner. Güneş de güçlü bir yineleme ve ölümsüzlük sembolüdür. Güneş ve Ay'la ilgili mitolojik ve dini bağlantılar, insanların bu gök cisimlerine ilintili sıvı, bitki, hayvan, mineral ve metalleri kullanarak neden iksirler hazırlamak istediklerini açıklar.

Devamını Oku »

ANTİK YUNAN EZOTERİZMİ




Antik Yunan Ezoterizmi

Günümüz uygarlığının temel iki beşiği olan Mısır ile Yunan uygarlıklan arasında, uzun bir süreç içerisinde büyük bir etkileşim meydana gelmiştir. Bu etkileşim daima tek taraflı, yeninin eskiden, öğrencinin öğretmeniden alması gibi, Yunanistan'ın Mısır'dan etkilenmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Yunan uygarlığının kuruculanndan Orfe ile, uygarlık yolunda çok önemli birer taş olan Euclides, Çiçeron, Pisagor ve Eflatun gibi felsefe okulu ve din kunıculan hep Mısır'ın o ünlü mabedinde, "Osiris Mabedinde" inisiye edildiler. Günümüz uygarlığı üzerinde özellikle son ikisi son derece etkili olmalanna rağmen, Pisagor ve Eflatun okullannın temellerinde Orfeik inanç yattığı için bu ilk ünlü Yıınanlı inisiyeye değinmeden geçemeyeceğiz.

Tufandan sonra çok büyük bir gerileme yaşayan insanoğlu, yeniden başlamak zorunda kaldığı için ilkel kabileler dönemini bir kez daha yaşadı. Dönam, anaerkil bir dönemdi ve dolayısıyla bu kabilelerde hakimiyet kadınlann elindeydi. Mu dininde Tannnın dişil yönünün sembolü olan "Ay", kadınlann yönettiği bu toplumlarda baş tanrıça sıfatna yükseltildi. Dinsel yozlaşma neticesinde kimi yerlerde güneş tanrı için insanlar kurban edilirken, bu kez de ay tanrıçası için insan kurban edilmeye başlandı.

Yunanistan'da ay tanrıçasına tapınımın geçerli olduğu Baküs dini ile, güneş tanrısına tapınımın ön planda tutulduğu Apollon dini taraftarları arasında sürekli bir çatışma yaşanıyordu. Aslında savaşın gerekçesi, düzenin anaerkil mi, ataerkil mi olacağı idi.

Apolion kelimesi, Fenike dilinde "Evrensel Baba" anlamına gelen "Ap Olen" den türetilmiştir. Apollon'un ilk kez Anadolu topraklarında ortaya çıkmış olması da onun Fenike ile, dolayısıyla da diğer güneş kültlerinin bir nevi merkezi durumunda olan Babil okulu ile bağlantısını gösterrrıektedir. Ayrıca, Apollon'a ithafen yapılan "Delf' mabedinde inisiasyon töreninin ilkel bir biçiminin uygulanması da, bu bağlantının bir diğer delilidir.

Orfe, Apollon'a adanmış Delf mabedinin bakire rahibelerinden birisinin oğludur. Bu mabette görevli rahibelerin bakire olması zarureti, söz konusu rahibenenin tanrı Apoilon'dan hamile kaldığı iddiasını ortaya çıkartmıştır ki, aynı yöndeki iddia diğer birçok dini inanışta da akislerini bulmuştur.

M.Ö. 700'lerde Yunanistan'da Apollon inanırları azınlıktaydı. Çoğunluktaki Baküs taraftarlarınca yok edilmek üzereydiler. İşte bu ortamda Orfe Yunanistan'dan kaçtı ve Mısır'a geçerek, Osiris rahiplerine sığındı. Burada inisiye edilen ve Osiris rahipleri arasında 20 yıl geçirerek sırlar öğretisini alan Orfe, Apollon dinini ihya etmek ve ona yeni bir çehre vermek göreviyle ülkesine geri gönderildi.

Osiris'in Atlantis'de yaptığı gibi güçlü kişiliği ve bilgeliği sayesinde kısa sürede çevresine birçok yandaş toplayan Orfe, Baküs dini yandaşlarını yendi. Ancak, Orfe kendi dinini öğretirken Mısır'lı rahiplerin yöntemini kullandı ve öğretisini varolan inançlar üzerine, bu arada Baküs dini üzerine kurdu. Bunun sonucu olarak ortaya çok tanrılı Zeus ve Diyonizos dini çıktı.

Orfeik öğretiye göre, tüm tanrıların en büyüğü olan Zeus, tüm evrenin kendisinden var olduğu Tanrıdır. Diyonizos ise onun oğlu, yani tezahür etmiş İlahi Kelamdır. Bir diğer adı ile, Horus'dur. İnsanlar Diyonizos'dan birer parçadır. İnisiyeler ise, insanoğlunun Hermes'leri, yani ikincil tanrılarıdır. Orfe, "Tanrılar bizde ölür, bizde dirilir" der. Yeniden doğuşa inanan Orfe gerçek Tanrının tek, ancak ikincil tanrıların sonsuz sayıda ve çeşit çeşit olduklarını söyler. Orfe'ye göre yarı tanrılar, Kamil İnsan statüsüne erişerek yeniden doğuş zincirinden kurtulmuş ilahi ruhlardır.

Orfe, Menfıs'de öğrendiklerini aynen uygulamış ve yandaşlarından uygun gördüğü kişileri seçerek onları inisiye etmiş, böylece kendi okulunu kurmuştur .

"Evohe" kelimesi Orfeik inisiyelerin parolası haline gelmiştir. Mısır'dâ "İod-He Vau He" şeklinde telafuz edilen kelimenin Musa tarafından kulanılış biçimine daha Qnce değinmiştik. Burada

İod'un Osiris'i, He Vau He'nin de İsis'i temsil ettiğini hatırlatmakla yetinelim. Aynı kutsal kelimeyi Pisagor da parola olarak kullanmıştır.

Bu arada, aynı dönemlerde tıpkı Orfeik inanç gibi, mesleki kuruluşlar da Mısır yoluya Yurıanistan'a girdi. Adlan, Herınes'e atfen "Hetairies" olan bu kuruluşlar inisiyatik yöntemle üye alırlardı. Hernıes'i pirleri olarak kabul eden ve ona üç defa ulu anlamında "Trimejit" sıfatını layık gören bu kuruluşların yandaşları kendilerirıi "Diyonizos İşçileri" olarak da çağırmaktaydılar. Bugün hayranlıkla izlenen Antik Yunan eserlerinin ve İyonyen başlıklı sütunların altında bu taşçı üstadlarının imzası vardır.Bu kuruluşların üyelerine Diyonizos İşçileri denilmesi, onların Orfeik inançlarının bir göstergesidir. Birbirlerini tanımak için gizli kelime ve işaretlerden yararlanan Diyonezyen işçilere, işlerini rahat görebilmeleri için Solon Kanunları ile birçok imtiyazlar tanınmıştı. Kökeni Antik Yunan'a, belki de Mısır'a kadar inen bu imtiyaz tanınması geleneği, ortaçağda Hristiyan Avrupası'nda da devam etmiş ve Masonluğun varlığın sürdürebimmesine imkan tanımıştır.

Orfe'nin Diyonizos'u, Apollon'dan başkası değildir. Güneş tanrısı olan Apollon, Işıktır. Tanrısal Nur'dur. Apollon'a ithaf edilen Delf mabedinin kapısında "Kendini Bil" ibaresi yer almaktadır. Dört Dorik sütun üzerindeki üçgen bir çatıdan oluşan Delf mabedi, Ezoterik öğretinin temellerini bünyesinde barındırmaktadır. Mabedin üzerine inşa edildiği dört sütun Mu dinindeki dört büyük yaratıcı gücün, Mısır ve Kabala Ezoterizmlerindeki dört temel elemanın simgeleridir. Bu dört sütun aynı zamanda, insanın var olduğu fiziki ortamı, dünyayı ve Mikrokozmos'u temsil eder. Dört sütunun üzerindeki, ucu yukarı, yani Tanrıya dönük olan üçgen tavan ise, insanın ulaşmaya çalıştığı Tanrının yani Makrokozmos'un sembolüdür. Çatının üçgen olması Tanrısal üçlemeyi, eril ve dişil peresiplerle, Kutsal Kelamı yani oğulu ifade eder.

Orfe'nin ölümünden sonra, kendilerini gizlemeyi başarmış olan eski Baküs dini yanlıları ortaya çıktılar ve Orfeik inançların yok olmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. Orfe karşıtlarının bu sistemli çalışmaları meyvasını o denli verdi ki, bir süre sonra "Orfe" adı dahi efsanevi bir varlığın adı haline geldi. Günümüz Antik Yunan araştırmacıları bile Orfe'nin yaşayıp yaşamadığından emin değildirler.

Bu sistemli yok etme girişimi neticesinde Diyonizos mabedi büyük ölçüde gerilerken, Apollon'a ait olan ve zaten Orfe'den önce de varlığını sürdürmekte olan Delf mabedi ayakta kalmayı başardı. Diyonizos rahipleri, Apollon rahipleri tıüviyetine büründüler ve kendilerini çok tanrılı sistemin rahipleri gibi gösterirken, bir yandan da Orfeik inisiasyonlara gizlice devam ettiler.

İşte bu ortamda, Orfe'den iki yüzyıl sonra, M.Ö. 570'de doğan Pisagor , Delf mabedinde inisiye edilerek, Ezoterik doktrin dünyasına ilk adımını attı. Orfeik öğretiyi tamamiyle öğrenen Pisagor bununla yetinmedi ve sırlar öğretisini aynı Orfe gibi, kaynağından öğrenmeye karar verdi. Genç yaşta Menfis'e giden ve Ezoterik d~ktirin hakkında bilgisinin zaten var olduğu Mısırlı rahiplerce görülen Pisagor'un Osiris kardeşlik örgütüne kabulü de kolay oldu. Burada 22 yıl kalan ve Osiris dininin en gizli sırlarını da öğrenen Pisagor'un dikkatini özellikle sayıların Ezoterik kulianımı çekci. Pisagor, ileride oluşturacağı sistemin öğrencilerince daha iyi anlaşılması için bu yöntemi kullanmaya karar verdi.

Mısır'ın, Babil kralı Kambiz tarafından işgalinden sonra Pisagor, diber birçok Menfıs'li rahiple birlikte Babil'e götürüldü. Esir olarak getirilen bu rahipler, yozlaşmış olmasına rağmen asırlardır varlığını sürdüren Babil okulu için de taze kan oluşturdular. Diğer rahiplerle birlikte Babil okuluna kabul edilen Pisagor burada, hem bu okulun farklılaşmış öğretilerini hem de Babil'in Persler tarafından işgali sırasında resmi din olarak kabul edilmiş bulunan Zerdüşt dinini inceleme fırsatı buldu. Babil'de bulunduğu sırada bir kez Hindistan'a, bir kez de Kudüs'e seyahat eden Pisagor Hindistan'da Kadim "Rama" dininin öğretilerini savunan "Gimnosophistler"le, Kudüs'te de Kabbalacılarla temas kurdu. Mistik sayı teknikinin Kabbala'daki yoruınunu da inceleyen PisagoıBabil'de 12 yıl kaldı. Daha sonra, Babil okulundan kardeşi olan, kralın özel doktoru Demodes adlı bir inisiyenin özel girişimleri ile kraldan özgürlüğünü elde etti ve ülkesinden ayrıldıktan 34 yıl sonra Yunanistan'a döndü.

PisaQor Yunanistan'da ilk iş olarak, Mısır'a gitmek üzere ayrıldığı Delf mabedine geldi. Delf rahiplerine Mısır ve Babil'de öğrendiklerinin bir sentezini sunmaya çalışan Pisagor, Ezoterik doktrininin sadece Mısır ekolünü tanıyan Apollon rahiplerine kendi yorum ve fikirlerini kabul ettirmekte güçlük çektiği için bir yıl sonra İtalya'ya geçti ve Yunan kolonisine ait Cratona kentirıde kendi okulunu kurdu. Pisagor'un hedefi sadece inisiasyon yöntemi ile seçilmişlere Ezoterik doktrini öğretmek değil, bu doktrini kullanarak yeni bir siyasi örgütlenmeyi gerçekleştirecek ilk nüveyi, bir enstitüyü kurrrıaktı. Pisagor bu hedefine kısa sürede ulaştı. Kurduğu enstitüde inisiye edilen tüm kardeşler sadece Ezoterik doktrin ile sınırlı kalmayarak, dönemin fizik, psişik, dini ve siyasi tüm bilimlerini öğreniyorlardı. Bu tür eğitim tarzı, bilim çağının başlaması için ilk adımı oluşturdu ve yüzyıllar sonra İtalya'da Rönesans'ın doğmasını sağladı.

Pisagor, enstitüye girmek isteyen adayları çok uzun süre, bazen yıliarca gözetim altında tutduktan sonra, aralarından ancak layık olduklarına inandıklarını alırdı. Enstitünün girişinde Hermes'in bir heykeli bulunmaktaydı ve kaidesinde, "inanmayan uzak dursun" yazıyordu. Enstitüye girmeye layık olduklarına inanılanlar bazı denemelere tabi tutuluyordu. Bu sınavlar, Mısır'daki inisiasyon sınavlarını andırsa da, bunların çok daha yumuşatılmış şekilleriydi. Mesela aday tek başına gecelemek üzere bir mağaraya bırakılıyor, bunu reddedenler veya maâaradan kaçanlar enstitüye kabul edilmiyordu.

Bir sonraki sınavda adaya, hiç tanımadığı bir Pisagor sembolü gösteriliyor ve bunun hakkında yorum yapması isteniyordu. "Bir dairenin içindeki üçgen neyi anlatır" ya da, "....sayısının anlamı nedir?" gibi. Adaya, bu soruların cevarını hazırlaması için 12 saat verilir, bu arada da aç ve susuz bırakılırdı.

Üçüncü ve en zor sınav, adayın gururunun ve benliğinin, enstitüye daha önce kabul edilmiş çıraklar tarafından kırılması sınavıydı. Bu sınavda adayla alay edilir, küçültücü sözler söylenir, kızdırılırdı. Aday, kendisine hakim olmayı başarmak zorundaydı. Aksine davranır ve öflcelenir, ağlar veya terbiyesizce cevaplar vermeye başlarsa, kendisini uzaktan izleyen Pisagor tarafından derhal kovulurdu. Bu yöntem, son derece kişilikli ve olumlu insanları okul kazandırmış olmasına rağmen, enstitünün yıkılış sebebini de oluşturdu. Enstitüye kabul edilmeyen ve bu arada gururu da kırılan adaylar Pisagoı'a ve müritlerine düşman kesildiler. Enstitünün yıkılmasına ve Pisagor ile yüzlerce yandaşının öldürülmesine neden olan olayların hazırlayıcılarının başında, işte bunlardan birisi, Silon yer aldı. Bu konuya daha sonra dönmek üzere şimdi Pisagor enstitüsünü ve okulun üzerine kurulduğu dört dereceli kardeşlik sistemini inceleyelim.

Sınavlardarı geçen ve yapılan özel bir törenle kardeşliğe alınan adaya, acemi ya da çırak anlamına gelen "Novice" ünvanı verilirdi. Novice dönemi, kişinin yeteneğine bağlı olmak üzere, en az iki en çok beş yılla sınırlandırılmıştı. Novice'lerden beklenen şey hiç konuşmamaları, soru sormamaları, tartışmaya girmemeleri ve sadece derslerini sükunet içinde dinlemeleriydi. Bundan amaç, öğrencinin sezgi yeteneğini geliştirnıekti. Görünen alemin üstünde bir başka görünmez alem olduğu gibi soyut bir fikrin sadece sezgi ile algılanabileceğini söyleyen Pisagor, çıraklarından önce Tanrının varlığını sezmelerini sonra da onu sevmelerini isterdi. Tüm evrenin sevgi üzerine kurulu olduğunu belirten Pisagor, sevgiyi öğrenmenin ilk adımının aile içinde, anne-baba sevgisi ile başladığını, babanın Tanrının eril, annenin de dişil ifadeleri olduklarını öğretirdi. Pisagor'a göre, bu ikisinden doğan insan, Tanrının yer yüzündeki temsilcisiydi. Pisagor ayrıca Novice'lerden ikişerli gruplar oluşturnıalarını ve her iki Novice'in birbirlerini çok iyi tanımalarını, dost olmalarını isterdi. Dostluğun, karşılıksız sevginini en mükemmel ifadelerinden olduğunu öğrenen Novice'e, "Dost bir başka sensin. O ve sen aslında birsiniz" şeklinde özetlenebilecek Ezoterik yorum öğretilirdi. Novice'lerden ayrıca, üstadlarına sonsuz itaat ve bağlılık göstermeleri, disiplinli davranmaları, sağlık kurallarına uymaları ve devamlı temiz olmaları istenirdi. Ruhun arındırılması amacında olan Pisagor müridleri, ruhla beraber bedenin de temiz olması gereğine inanır ve bazen günde birkaç kez yıkanırlardı. Müridlerin bedenleri gibi giysileri de tertemizdi ve saflığın sembolü olan beyaz renkteydi. Ezoterik inanışlarını Pisagorculuktan alan İsmaili tarikatı müridlerinin ve onların Hristiyan dünyasındaki devamı niteliğinde olan Templier Şovalyelerinin giysileri de, aynı Pisagorcular gibi beyazdı.

Pisagor müridlerinin evlenmesi zorunluydu. Tanrının eril ve dişil ikilemini kabul eden ekol, bunun uzantısı olarak evlilik müessesesini ve aileyi kutsal kabul ediyordu. Yine aynı görüş doğrultusunda enstitüye hem erkekler, hem de kadınlar inisiye edilebiliyordu. Müridlerden evlilik konusunda uymaları beklenen yegane kural, kendisi gibi bir inisiye ile evlenmeleri idi. Çünkü, inisiye edilmemişlerde "Erdemi" bulmak çok zordu.

Novice'e öğretilen son şey, tüm tanrıları bir ve tek olarak mütalaa etmesiydi. Öğretinin bünyesinde önemli bir yer tutan hoşgörü sayesinde tüm dini inançların hoşgörülmesi gerektiğini öğrenen Novice, aslında tüm tanrıların bir ve tek olduğunu, tüm dini çabaların da bu tek Tanrıya ulaşmak için olduğunu görürdü.

İkinci derece saliklerine "Nomoteth" ünvanı verilir ve bu derecedeki inisiyelere "Kutsal Sayılar Bilimi" öğretilirdi. İkinci dereceye geçiş için özel bir tören yapılır ve Pisagoı'un da ifade ettiği gibi, gerçeklerin öğretilmesine bu törenle birlikte başlanırdı.

Matematikçiler de denilen Nomoteth'lerin ve daha yukarı derecelerdekilerin girebildikleri, Novice'lere yasak olan bir mabed vardı ve adına da "Müzler Mabedi" deniliyordu. Yuvarlak olan bu mabedin içinde dokuz Müz ve ilahi prensibin muhafızı Vesta'nın bir heykeli bulunuyordu. Müzlerin her biri, birer bilimin koruyucusuydular. Bunlardan en önemli üçü, Astronomi ve Astrolojinin koruyucusu Uraniye, öte alem bilimleri ve kehanet sanatının koruyucusu Polimniya ve hayat ve ölüm bilimi ile Yeniden Doğuş biliminin koruyucusu Melpomen'di. Ortada duran Vesta'nın bir elinde ateş vardı ve diğer eliyle de gökyüzünü göstererek, herşeyin göklerdeki ateşle başladığını anlatıyordu. Bu mabette öğreti, tüm bu Müzlerin ve Vesta'nın sembolize ettiklerinin tamamının insanın yapısında bulunduğu açıklamasıyla başlardı. Pisagor, evrenin tüm anlamının sayılar sembolizması içinde var olduğunu söyleyerek Nomoteth'i eğitmeyi sürdürürdü.

"Sayılar evrene hükmeder" diyen Pisagor, bu ifade ile, Tanrının sayıları özellikle bir prototip semboller dizisi olarak ortaya koyduğunu bu nedenle sayıların her birinin karakterleri olan birer simge durumunda bulunduğunu belirtirdi. Pisagor sayıları, bir, iki, üç, vs. şeklinde değil, kendi karakterleri ile, "Monad", "Diad", "Triad" diye ifade ederdi.

Pisagor'a göre 1 sayısı "Monad" dı, yani tekti. Hiçbir benzeri olmayan önsüz-sonsuz yaşamı, tüm varlıkların bünyesinde çıktığı eril ateşi, Tanrının kendisini simgelerdi. Sembolü bir nokta idi ve Yüce Varlığın yaııısıra, İlahi Aklın, yani Hikmetin de simgesiydi. Hikmeti sayesinde kendisinden dışarı birşeyler veren ancak bu sırada hiç değişmeyen ve değişmez niteliğiyle eril olan Monad, Tanrı ile birlikte, onun yeryüzündeki tezahürü olan insanın da sembolüydü. Diğer bir deyişle Monad, hem Makrokozmosu, hem de Mikrokozmosu bünyesinde barındırıyordu. Mikrokozmos'un yegane hedefinin Makrokozmos ile birleşmek olduğunu söyleyen Pisagor, "bu ancak inisiyatik eğitimle, kişinin kendisini olgunlaştırması ile mümkün olur. Bunun için bir ömür yetmeyebilir. Ama ruh, hedefine ulaşmak için ne kadar gerekiyorsa, o kadar yeniden bedenlenecektir" diyordu.

1'den sonra gelen 2 sayısı evrende varolan düaliteyi gösteriyordu. Bölünmez öz ile bölünebilir cevher; hayatı bahşeden aktif eril prensip ile hayatın oluşumunu sağlayan pasif dişil prensip; Osiris ile İsis. Bir çizgi ile sembolleştirilen 2 "Diyad"dı, hikmetten doğan fikirdi. Doğurgandı ve bu vastfıyla dişildi. Hayatı içinde barındıran suydu. Tanrının dişil yönünün ifadesiydi.

Monad ve Diyad'ın birleşiminden ortaya çıkan 3 sayısı, yani "Triad", hikmetten çıkan fikirle oluşan eserdi. Osiris ve İsis'in oğlu Horus'du. Sembolü bir üçgendi ve yaşam skalasının tüm yasalarını ve özellikle de Yeniden Doğuş yasasını içinde barındıran anahtardı. Triad, İlahi Kelamdı, evrenin kendisiydi ve topraktaki yaşam cevheriydi. İnsan da, Ateş, Su ve Toprak'tan meydana gelmemiş miydi? Tanrının tüm tezahürlerinde, rutı, can ve beden üçlemesi bulunmaktaydı. Ruh Ateşten, can Sudan, beden de Topraktan türetilmişti.

4 sayısı, yani "Tetrad", sonsuzluğun ve ölümsüzlüğün sembolü idi. Kare ile sembolize edilen Tetrad'ın kainatı kaosan düzene geçiren dört temel gücün ifadesi olduğu kabul edilirdi. Daha önce de değindiğimiz bu dört temel güç, yani ateş, su, toprak ve havâ yı, semavi dinler dört baş melek ya da mahşerin dört atlısı olarak isimlendirdiler.

"Pentad" olarak adlandırılan 5 sayısı, "İnsanın" ve üzerinde yaşadığı "Dünyanın" simgesiydi ve beş köşeli yıldızla sembolize edilirdi. Naacaller döneminden bu yana kullanılan ve Mısır kanalıyla Pisagor okuluna geçen beş köşeli yıldızın her bir ucu, Ateşi, Suyu, Toprağı; Havayı ve bunların toplamından oluşan Dünya'yı gösteriyordu. Diyad ile Triad'ın toplamı olan Pentad, dünyasal sevginin ve evliliğin de sembolü olarak görülürdü.

6 sayısı, evrenin altı yönünü, kuzey, güney, doğu ve batı ile yukarı ve aşağıyı sinıgeliyordu. Altı köşeli yıldızla sembolize edilen bu rakam aynı zamanda İlahi Adaletin de ifadesiydi. Günümüzde Hz. Süleyman yıldızı olarak tanınan yıldızın, Süleyman'ın adaletini remzettiği kabul edilmektedir.

7 sayısının Pisagorcular için önemi çok büyüktü. Kutsal üçlü Tı-iad ile, düzeni oluşturucu Tetrad'ın bileşiminden meydana geldi~i için, tekamül yasasının simgesiydi ve sembolü de, dörtgen üzerine kurulu üçgenlerden oluşan pramitti. Pisagor böylece, Mısır'daki piramitlerin yapılış tarzlarına da bir açıklama getirmiş oluyoı-du; "İlahi Tekamül" sembolleri... Ayrıca, evrende herşeyin sayılar üzerine kurulu olduğu ispat eden Müzik bilimi de, 7 nota üzerine kurulmuştu. Işı~ın yedi renginin bileşiminin beyazı, saflığı oluşturnıası gibi, müziğin yedi notasının da 1/2, 2/3, 3/4 veya 5/8 bibi ölçiilerle çalınması müzikteki mükemmel saflıbı, ritmi ve armoniyi meydana getiriyordu.

Ruhun akord edilmesi gereğine ve armonisine inanan Pisagorcular bu nedenle tüm törenlerinde müzik kullanırlardı. Bu inanç, klasik anlamdaki ritm ve armoni bilgisinin ve armonik müziğin de gelişmesini sağladı.

Bu sayılar dışında ve onların üstünde en önemli sayı 10'du. "Kutsal Tetraktis" adı verilen ve dört bölümlü üçgen şekliyle sembolize edilen 10 sayısı, ilk dört sayının yani Monad, Diyad, Triad ve Tetrad'ın toplamından oluşuyordu. Kutsal Tetraktis, bu vasfı nedeniyle mükemmelliğin, Kamil İnsanın, Tanrı ile bir olmasının sembolüydü. Sıfır ile bir sayılarının yan yana gelmesiyle yazılan 10 sayısı, hiçlikle tekliğin ahengini de ifade ediyordu. 10, bu ahengin tezahürü olan Makrokozmos'un da sayısal sembolüydü. Tüm varlıkların Makrokozmos'da büyük bir ahenk içinde yeniden biraraya geleceklerini remzederdi.

İşte bu sayılar bilimini tam alamıyla öğrenen mürid, ruhun tekamülü yolunda bir adım daha atmaya hak kazanıyor ve üçüncü dereceye yükseltiliyordu. Sayılar bilimi ile inisiyatik sırların önsözüne vakıf olan mürid, titizlikle saklanan bu tehlikeli sırları öğrenmeye artık hazırdı. Üçüncü dereceye yükseltme töreni, ancak bu dereceye sahip müridlerin girmelerine izin verilen "Seres" mabedinin "Properzin" salonunda yapılmaktaydı.

Bu derecede evrenin yapısı, insanın yeryüzündeki varoluşu, ölüm hali ve ölümden sonraki yaşam, öte dünya, Kamil İnsanların yarı tanrılara dönüşümü ve yaşam skalasının son durağı olan Tanrıya dönüş konuları üzerinde müritler bilgilendirilmekteydi.

Pisagor'a göre, evrenin merkezinde ateş vardır. Güneş, bu dev ateşin küçük bir yansımasından ibarettir. Yeryüzü yuvarlaktır ve diğer gezegenlerle birlikte güneşten sadır olmuşlardır. Bu gezegenler ve dünya, güneşin etrafında dönmektedir. Yıldızlar, bizim güneş sistemimizi yöneten aynı yasalara tabi olan diğer güneş sistemleridir. Uzaydaki tüm varlıklar gibi gezegenler ve güneşler de, evrensel ruhun birer cüzüne sahiptirler. Her gezegen Tanrı düşüncesinin değişik bir ifadesidir ve her birinin özel bir fonksiyonu vardır. Tüm varlıklar gibi, bu gezegenler de dört elemandan müteşekkildir: Maddenin katı hali olan toprak, sıvı hali olan su, gaz hali olan hava ve ölçüye, tartıya gelmez hali olan ateş. Pisagor bu aşamadaki kardeşlerine, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkışını da anlatırdı. Ona göre bitki ve hayvan alemleri Dünya üzerinde tıemen hemen aynı zamanda ortaya çıktılar. Pisagor hayvanların evriminin sadece doğal ayıklanma yasasına bağlı olmadığını, bu temel yasanın yanısıra "Şok Yasası" adını verdiği bir ikinci yasanın da yürürlülükte olduğunu iddia ederdi. Pisagor'a göre, yeryüzünden farklı yerlerde yaşayan üstün varlıklar zamanı geldiğinde, evrensel yasalar uyarınca bazı hayvan türlerinin yapı taşlarını değiştirirler ve yeni bir türün ortaya çıkmasını sağlarlardı.

İşte insan da, bu üstün varlıkların maymun türü üzerindeki böyle bir uygulamaları neticesinde ortaya çıkmıştı. Yerküresel tekamül açısından insan önceki türlerin son aşamasıdır ve Kamil İnsan modeli ile de, Dünya'daki ruhların son durağıdır. Pisagor, dünya insanını yaratan varlıkların, Semavi İnsanlık adını verdiği çok üst düzeydeki ruhlar olduğuna inanıyordu.

Yerküredeki değişimler hakkında Mısır'lı rahiplerden çok şey öğrenen Pisagor, bir önceki medeniyeti, Atlantis ve Mu uygarlıklarını tanıyordu. Bundan önce dünyanın altı kez tufan olayları ile sarsıldığını iddia eden Pisagor'a göre, her tufan arası dönemde insanlık büyük uygarlıklar kurmayı başarmıştı ve bugünkü uygarlık da aynı akibetle son bulacaktı.

Pisagor, Yüce Varlığın bir denize benzediğini ve denizdeki dalgalanmaların denizin niteliğini değiştirmemesi gibi evrendeki olayların da Tanrının niteliğini etkilemediğini savunurdu: Yüce varlığın tüm alemleri ve tüm varlıkları sürekli izlediğini, bunun farkına ancak ruhunu en üst düzeyde geliştirmiş Kamil İnsanların varabileceğini söylerdi. Pisagor'un en büyük düsturu, "Kendini bil, bu yolla tanrılar alemini de bilirsin" di.

Pisagor'a göre ruh, yaşam skalasının en alt basamağından, cansız varlıklardan başlayarak yukarı tırmanırdı. Yaşadığı hayat bir üst düzeye geçmeye yeterli ise, ruh, bir sonraki yaşamda daha üstün bir varlık olarak dünyaya gelir, aksine ise, yaşam skalasının bir alt basamağına geri dönerdi. İnsanlar tüm yaşam skalasını katederek insan olmaya hak kazanmışlardı. Ancak büyük çoğunluk bunun farkında olmadığı için, geri dönmeye mahkumdu. Pisagor, ölünce ruhu semaya çıkan ve yeniden doğarken de ruhu semadan gelen yegane varlığın insan olduğunu söylerdi. Hernıes ve Orfe gibi Pisagor da müridlerine, "Tannya ancak kendi çabalannızla ulaşabilirsiniz" demekteydi.

Pisagor, tüm yaşamların doğum ile ölüm arasında sınırlı bulunduğunu ve bedenin sadece, ölümsüz olan ruhun bir vasıtası olduğunu söylerdi.

Ölüm anında ruhun bedenden ayrıldığını ve yaşamı sırasındaki davranışları nedeniyle bir üst basamağa mı, yoksa bir alta mı gideceğine karar verilen bir geçici aleme gittiğini savunurdu. İslamiyet'in Araf, Yahudiliğin Horeb, Hristiyanlığın da Pürgatuar (arınma yeri) dediği bu geçici alemde kalma süresi, bireyin yaşamı sırasında yaptıklanna bağlıydı.

Bu noktada bir diğer evrensel yasa daha devreye giriyordu ki, bu yasa yaşamların birbirlerine yansıması yasasıydı. Bir örnek vernıek gerekirse, bir önceki yaşamını bir hayvanın varlığında yaşamış insanın kendi yaşamında o hayvarıın bazı davranışlarını göstermesi doğaldı. Eğer birey bu davranışlarını düzeltirse, bir sonraki yaşamında daha üstün bir insan olabilir, düzeltmezse de hayvansal bedene geri dönebilirdi. Bu durumu Pisagor, "her yaşain bir öncekinin ödül veya cezasıdır" diye ifade ederdi.

Pisagor'un bir başka iddiası daha vardı; "Hayvanlar nasıl insanların akrabası ise, insanlar da tanrıların akrabalarıdır" diyordu. Bitkiler aleminden hayvanlar alemine, oradan da insanlar alemine birçok yaşam sürecinden geçerek ulaşan insanları sonuçta tanrılar alemine geçiş bekliyordu. Çok uzak bir gelecekte insanların tüm evliliklerde spiritüel seçicilik yasasını uygulayarak, insanlığın en olgun düzeyine erişeceği umudunda olan Pisagoi un takipcilerinden Eflatun, "o uzak gelecekte tanrılar insanların mabetlerinde ikamet edecekler" demiştir.

Pisagor'a göre, mükemmel yani Kamil İnsan artık yeniden bedenlenmeyecek olan, bu kısır döngüyü kırnıış insandır. Böyle insanların ruhları tamamen saflaşmış ve Tanrısal Işığa ulaşmıştır. Genelde Kamil İnsanlar Tanrıya son kez ölümlerinin neticesinde ulaşırlar. Ancak bazen, Tannsal Işığı bünyesinde yaşarken barındıran insanlar da vardır. Bu tür insanlar, çok özel görevler için dünyaya geri gönderilmiş yan tanrılardır. Bu yarı tanrılar dünyaya, güzelliğin ve hakikatin ışığını saçarlar.

Pisagorla birlikte inisiasyonun zirvesine varan üçüncü derece kardeşlere, el almış mürid ve üstad olarak dördüncü ve son derece tevdi edilir. İnisiasyonla ilgili artık öğrenecek birşeyi kalmamış olan üstadlann vazifesi, kendi iç varlıklarının derinliklerine inerek Tanrısal Işığı görmek, hakikati zekada, fazileti ruhta ve temizliği bedende tahakkuk ettimıektir. Üstadlann ikincil görevleri de, alt dereceli kardeşlerine gözetimcilik ve rehberlik yapmak, idari işleri yürütmektir.

Ulaştıkları seviyeyi tüm yaşama aktarrrıaları beklenen üstadların ünvanı, aydın kişi anlamına gelen "İntellectuel" dir.

Tüm insanları İntellectuel'lerin yönetmesi gerektiğine inanan Pisagor, bu düşüncesini önce enstitünün bulunduğu Crotona kentinde, sonra da tüm güney İtalya'da uygulamaya soktu. Crotona'da 30 yıl yaşayan Pisagor, aristokrat bir yönetime sahip bu kentte birçok reform gerçekleştirdi. Kenti, yalnız aristokratların üye olabildikleri Binler meclisi yönetiyordu. Pisagor bu Binler meclisinin üzerinde ve sadece İntellectuel'lerin girebildikleri bir Üçyüzler meclisi oluşturdu. İçerde görüşülen konular üzerinde ketumiyet yeminine kesinlikle uyan Üçyüzler meclisi, kent yönetimini üstlenen hükümeti de bünyesinden çıkartıyordu. Crotona bir süre sonra güney İtalya'nın başkenti korıumuna yükseldi. Böylece Pisagor da adeta bu devletin büşkanı oldu. Pisagorcuların gittikleri her yere adalet ve uyumu da beraberlerinde götürnıeleri, kitlelerin onların sistemini gönüllü olarak kabul etmelerini sağlamıştı.

Bünyesindeki sırların halkın merakını çektiğinin ve bu sırların aleyhte birçok dedikodunun doğmasına yol açtığının farkında olan Pisagor bunları engin sabrı ve hoşgörüsü ile karşılamaya çalışti. Ama 70 yaşındaydı ve yorulmuştu. Enstitüdeki seçkinler ile halk arasında büyük bir kopukluk vardı. Halk, enstitüdekilerin kendilerini üstün gördükleri kanaatindeydi. Bu arada, okula katılmak için başvuran ancak çeşitli sebeplerle reddedilmiş olan bir grup demagog da sürekli enstitü aleyhinde propaganda yapıyordu. Bu grubun başında olan Silon, kamuoyundâki enstitü aleyhtarı havayı çok iyi değerlendirip, muhalif bir klüp kurdu.

Demagogların yanısıra halk liderlerini de klubüne alan Silon, Pisagor'u halkın özür iradesini kısıtlamakla, devleti canının istediği gibi yönetmekle, kısacası diktatörlükle suçladı. Silon enstitü için, "onlar ortadan kalkmadıkça Crotona'lıların özgür olmaları mümkün değildir" diyordu.

Silon'un ve yandaşlarının bu yoğun propagandalan kısa sürecle meyvasını verdi ve bir gece, başlarında Silon olan oldukça kalabalık bir kitle okulu bastı. Enstitü ateşe verildi. Pisagor dahil olmak üzere içerdeki yüzlerce kişi yanarak can verdiler. Aynı gözü dönmüşlük tüm güney İtalya'da tekrarlandı ve Pisagoryenlerin çok büyük bir bölümü yok edildi. Sağ kalmayı başaran çok az sayıda Pisagorcu, Sicilya'ya sığındı. Olaylar yatıştıktan bir süre sonra bunlardan bazıları İtalya'ya geri döndülerse de, güçleri enstitüyü yeniden canlandırnıaya yetmedi. Bu Pisagoryenler, İtalya'da varlıklarına ilk kez M.Ö. 700'lü yıllarda rastlanan duvarcı loncalarına, "Collegia"lara katıldılar. Yunanistan'daki "Hetairies" örgütünün devamı niteliğinde olan Collegialar, Yunan duvarcılarının yaptıklarının aynısını İtalya'da gerçekleştirmişler ve ünlü Roma mimarisinin altına imzalarını atmışlardır. Pisagorcuların bu derneğe katılımı ile Collegialar doktiner açıdan çok daha güçlenmiş ve ilerde ortaya çıkacak Rönesans için fikri bir nüve oluşturmuşlardır. Coalegialar'ın Roma ve daha sonraki Hristiyan uygarlıkları üzerindeki rollerine daha sonra değinilmek üzere, Yunanistan'a geri dönmek ve Pisagor'dan etkilenen bir başka büyük ismi, Eflatun'u incelemek gerekrrıektedir.

Eflatun, M.Ö. 427'de Atina'da doğdu. O sırada Yunanistan, Isparta ile Atina arasındaki savaşlara kaynıyordu. Eflatunun ilk öğretmeni Sokrat oldu. Sokrat'ın iyiyi, güzeli ve özellikle hakikati arayışı, aynı arayışın Eflatun'un yaşamında en belirgin unsur haline gelmesine neden oldu. Sokrat, hakikati aramak ve hiçbir gerçeği halktan saklamamak şeklinde özetlenebilecek felsefesi nedeniyle, kendisine teklif edilen, ünlü Delf mabedine inisiye edilme onurunu, ketumiyet yemini etmesi zorunluluğu olduğunu öğrendiğinde geri çevirmişti.

Sokrat, hakikati arama yolunda o denli ileri gitmişti ki, toplumun oturmuş tüm manevi ve dini değerlerini sorgulamaya başlamış ve bu tutumundan vaz geçmediği için ölüme mahkum edilmişti.

Sokrat'ın haksız yere öldürülmesi Eflatun'u derinden yaraladı ve, "onun hakikati ifade etmekteki aczini şimdi daha iyi anladım" diyerek, Yunanistan'ı terk etti.

Eflatun, hocası gibi değildi. Gerçeğin sadece akıl yürütmekle, mantık kullanmakla bulunamayacağının farkındaydı. O nedenle daha Sokrat sağ iken, Delf mabedinde inisiye edilmeyi kabul etmiş ve onun ölümünden sonra da hakikati kaynağından edinmek üzere Mısıı-'a geçmişti. Pisagor gibi Eflatun'un da Osiris mabedine kabulünde bir güçlük çıkmadı. Ancak Etlatun, Pisagor gibi en üst derecelere ulaşamadı çünkü mabette yeterince kalmadı. Kısa bir süre Mısırâ da kalan Eflatun ancak üçüncü dereceye kadar yükselebildi. Mısır'dan İtalyâ ya geçen Yunanlı filozof burada, varlıklarını halen sürdüren Pisagorcularla tanıştı. Pisagoı'un Yunan bilgelerinin en üstünü olduğunu bilen Eflatun, müridlerinden onun öğretisini öğrendi. Ancak o bir Pisagoryen değildi ve bu nedenle tüm sırların kendisine verilmesi imkansızdı.

Osiris rahiplerinden ve Pisagoryenlerden gerçeğin sezgi yoluyla kavranabileceğini öğrenen Eflatun, herşeye karşın, gerçeği bulmaktaki tek yolun mantık olduğunu savunan Sokrat'ın etkisiydeydi. Eflatun'un Ezoterik öğretiye katkısı da akılcılığı öğreti içerisinde daha sağlam bir zemine oturtmak olmuştu. Ezoterik doktrin, kullandığı semboller diliyle zaten her türlü doQmadan uzak kalmayı başarıyordu. Ancak Eflatun ile, olaylara mantıksal yaklaşım ve tüm gerçeklerin akılcılıkla bağdaşmaları gibi kavramlar daha bir güçlenmiş oldu.

İtalya'dan sonra Atinâ ya dönen ve "Akademia"yı kuran Eflatun, kendi felsefesini yaymaya başladı. Eflatun Atina'da, Ezoterik öğretinin üstü kapalı ve yumuşatılmış bir tarzı olan "Diyaloglar"ını yazdı. Bu şekilde davranmak zorundaydı çünkü o da ettiği ketumiyet yemini ile bağlanmış durumdaydı. Gerçek, güzel, iyi gibi soyut kavı-amları halka anlatma hususunda çok başarılı olan Eflatun, bu üç niteliğin Tanrısal nitelikler olduğunu söylemekte, "iyiyi, doğı-uyu ve gerçeği arayan kişinin ruhu arınır ve ölümsüzlüğe ulaşır" demekteydi.

Eflatun, nispeten daha kolay anlaşılır ve sırlardan, sembollerden arınnıış Diyalogları ve İdealar Kuramı ile kendisinden sonra gelen nesilleri büyük ölçüde etkilemiştir. "Yeni Eflatunculuk" felsefesi ile doğan İskenderiye okulunun ortaya çıkmasına onun fikirleri neden olmuştur. Ayrıca Eflatun'un Hristiyan Teozofları ile İslam Mutasavvıfları üzerinde de büyük etkisi vardır.

M.S. 3-4 yüzyıllarda Mısıı'ın İskenderiye kentinde ortaya çıkan ve en tanınmış temsilcileri Plotinos, Porfir ve Jamblik olan "İskenderiye Okulu"nda Eflatun'un ve Pisagor'un etkileri büyüktür. Ancak Mısır'daki şu eski okulu, Osiris mabedini de unutmamak gerekir. Osiris mabedi M.Ö. 385 yılında Romalı komutan Teodosius tarafından imha edilmiştir. Mabet imha edilirken, inisiasyon törenleri sırasında kullanılan mekanik aletler ve sınavların yapıldığı odalar o bünlerin dünyasında büyük sansasyonlar yaratmıştır. Mabedin imhası Osiris müridlerine büyük bir darbe olnıuş ve inisiasyonlar artık yapılamaz hale gelmiştir. Ancak buna rağmen Osiris rahipleri varlıklarını bir süre daha sürdürmüş ve İskenderiye Okulunun ortaya çıkmasında etken olmuşlardır. Bunun iki bölgedeki diğer Ezoterik okullarda, Bağdat ve Basrâ da öğretinin yaşamasını ve İsmaililer, Fatimiler gibi devletlerde resmi din olarak Ezoterik doktrinin kabulünü, Osiris rahiplerinin koruduğu fikirler sağlamıştır.

Mabedin yıkımından sonra Simyagerliği seçen bir grup Mısır'lı rahip Kudüs'e gittiler. Burada Musevi Esennileı'in arasına katılan bu rahipler ile, simya bilimi Kabbalacılar arasına da girmiş oldu. Kudüs'ün M.S. 1 188'de Selahaddin Eyyubi tarafından işgali üzerine, bu kentte yaşamlarını sürdüren simyagerlerin üyesi olduğu tarikat, diğer Hristiyan Şovalye Tarikatlerı ile birlikte Avrupa'ya geçti ve burada kendilerine "Şark Şovalyeleri" adı verildi. Bu teşkilatın daha sonra, diğer Şovalye Tarikatleri gibi Masonluğa katıldığı söylenmektedir.
Devamını Oku »

EZOTERİZM VE OKÜLTİZM




Ezoterizm ve Okültizm

Ezoterizm ve okkültizm çoğu zaman , çoğu yerde eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. ancak gerçekte eşanlamlı oldukları söylenemez.

Okkültizm, köken olarak “occultus = gizli “ sözcüğünden gelmektedir. türkçe’de “gizli ilimler” terimi ile karşılanabilir.

Okkültizm sözcük olarak çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır.

Okkültizm , gizli bilimlerle ilgilidir. gizli bilimler terimi ile anlaşılması gereken bugünkü pozitif ve deneysel bilimlerin dışında kalan , yüzyıllardır varolan ve insanı metafizik yönüyle algılayıp , doğadaki ve insandaki fizik ötesi yönleri kullanan uygulamalardır. bunların içine astroloji, simya,büyü,fal ... girer .

Okkültizmle uğraşan kişi baştan bazı prensipleri kabul etmek zorundadır. bunlar ruhun varlığı ,tanrı’nın varlığı gibi temel prensiplerdir.

Okült uygulamalar bilmeyen bir için bir anlam ifade etmeyeceği gibi , az bilen için de büyük tehlike göstermektedir. bu yüzden okült uygulamalar bir üstat önderliğinde olmak zorundadır ve bu uygulamalar konuyu az bilen ya da bu bilgiyi iyi yönde kullanması gerektiği yönünde eğitim almamış bir kişi içinse büyük bir silah olabilirdi. bu nedenle okültizm ezoteriktir , yani ancak belli bir eğitimden geçerek o bilgileri almaya hak kazanmış olan kişilere verilebilir ve bu bilginini aktarımı da özel bir dille ve sembollerle olur.

Buradaki nüans açıktır . okült öğreti ezoterik bir öğretidir ; ancak her ezoterik öğreti okült değildir.

Sözlü, yazılı vasıtalarla tarihin derinliklerinden günümüze dek ulaşmış -halen de farklı kimliklerde uygulanmakta olan- okült bilimler, gizem örtüsü altında pek çok toplumları etkilemiştir. esasında günümüz biliminin de temellerini oluşturan okültist uygulamalar, 20. yüzyılın pozitivist ve materyalist görüşlerine rağmen günümüzde hemen tüm ileri seviyeli bilim adamlarının (özellikle fizikçilerin) ilgi odağı haline gelmiştir.

Okültizm, spiritüalizm, metapsişik ve ezoterik nitelikteki tüm manevi ekoller esas olarak şu ilkede bütünleşirler:

"Görünen, görünmeyenin tezahürüdür." her şeyin kökenindeki temel hakikat budur. bu ilkeden hareketle "görünen"den yola çıkarak, "görünmeyen" esas güce, ana sebebe doğru uzanmaya çalışmaktadırlar.

Eflatun'un "idea"ları, jung'un "arşetip"leri ve daha pek çokları bu görünmeyen ilkeleri ifade etmektedirler.

İnsanlık var oldu olalı eşyanın gerçek mahiyeti ve özü hakkında bir bilgiye, bir esasa ulaşabilmek için çabalayıp durmuştur. aynı zamanda kendi hakkında da aynı arayışı sürdürmüştür. çünki insan da bedeni itibarıyla eşyalar alemine dahil bir varlıktır.

Ancak insanda bir başka yön mevcuttur ki, bu, eşyanın geçici süreçlerine tabi olmayıp ona hakim olan şuur sahibi bir varlık olmasıdır. işte bu varlığa "ruh" ismi verilmiştir. maddeyi kullanan, onu yeniden şekillendiren, dağıtan, toplayan ve canlılığı meydana getiren ruh'un şuurlu etkisidir.

Eskilerin "beka" dedikleri süreklilik, nihai kozmik güç olan ruh enerjisi ile mümkün olabilmektedir.

İşte bu yüzden "insan, eşyanın mahiyetini arıyorum derken, kendi gerçeği ile yüz yüze gelecektir".

Temel hakikatler hiçbir zaman değişmemiştir ve değişmeyecektir. nasıl ki henüz yeni keşfedebildiğimiz pek çok şey potansiyel olarak her zaman mevcutsa, keşfedeceklerimiz için de aynı şey geçerlidir. öyleyse değişen nedir? değişen ve gelişen insanın şuurudur, nüfuz edebilme yeteneğidir. bu geliştikçe önümüzde yeni yeni imkanlar açılmakta ve ufkumuz, genişlediği oranda bizden uzaklaşarak kaybolmaktadır.

Bu durumda insanın ebedi faaliyeti, bilgi, bilgi uygulaması ve yeniden bilgi olacaktır.


Bu bilgilerin derlenmesinde yararlanılan başlıca kaynak, okültizmin balzac'ı olarak da nitelenen büyük araştırmacı, fransız okültisti papus'ün eserleridir. papus'ün asıl adı dr. gerard encausse'dir ve eserlerinde bu takma adı kullanmıştır. kendisi 1865-1916 yılları arasında yaşamış, bu konuda insanlığa çok yararlı eserler bırakmıştır.




Devamını Oku »

PSİKOSTAZİ




Psikostazi

Psikostazi (ya da psikostasya), eski Mısır tradisyonundaki bir kavramın eski Yunanca’daki adıdır. Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostaziye, ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımı da denilebilir.

Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için sözkonusu olacak “tartılma”, ilahe Maat’ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra’nın gözü sayılan Maat’ın hiyeroglifi “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.

Mısır Ölüler Kitabı’nda ve eski Mısır metinlerinde Psikostazi, özetle, şöyle açıklanır:
 
Ölü, “ka”sıyla (perispri) Osiris’in önüne, 42 ilahın huzuruna çıkar. Ezoterik kaynaklara ve sembolizm verilerine göre, bu 42 ilah, Osiris dini’ndeki “öldürmeyeceksin, ağlatmayacaksın! vb.” şeklinde belirtilen 42 kuralın somutlaştırılmış, kişileştirilmiş halleridir ki, burada, kişinin yeryüzünde yaşarken İlâhî Yasalar’ın gereklerine uyup uymamış olması irdelenir.
 
Ölüler Kitabı’na göre, bir süre sonra, yeryüzünde yaşarken yapmış olduklarını görebilmesi için, ölüye hafızası ve anımsama yetisi geri verilir ve tartılma başlar.

Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hemen hemen tüm tradisyonlarda olduğu gibi, hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanı simgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.

Ölü, yeryüzünde yaşarken hangi fiilleri işlediğini ve hangi kuralları çiğnemediğini bir bir sayar.

Kalp, yani vicdan eski Mısır metinlerinde Horus’un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Birçok eski Mısır metninde rastlanan “bir insanın kalbi onun bireysel ilahıdır” (Viyana Müzesi) ve “ey kalbimdeki Tanrı” şeklindeki ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, vicdan, tanık olmasının yanı sıra, kendisine hesap soracak olandır. Yani ölüyü yargılayacak olan, kendi içindeki ilahtır; kendi vicdanıdır. Bunu simgelemek üzere, mumyaların içinde bırakılan tek iç organ kalpti (“ab”). Eski Mısır inisiyasyonunda eğitim görmüş olduğu ileri sürülen Platon, bu aşamayı varlığın kendi kendini yargılaması olarak kabul eder.

Ölüler Kitabı’na göre, bu yargılanma sonunda, ölü, kötü şeylerin anısını ağzından ifrazat olarak dışarıya atar. Bir diğer Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda günahkar çıkan ölüler timsah başlı Ammait (Ammit) tarafından yenirler. Bu “ölü yiyiciler” sembolizmi Tibet Ölüler Kitabı’nda ve eski İran tradisyonlarında da bulunmaktadır.

Mısır Ölüler Kitabı’na göre, daha sonra ölülerden bazıları kısa süre sonra tekrar yeryüzünde doğarlar; bazıları ise “büyük ışığa” doğru çekilirler, kendilerine bir süre rehberlik yapıldıktan sonra Osiris’in uygun görmesi halinde onlar da, tekrar yeryüzünde doğarlar.

Eski Mısır’ın psikostazi kavramının bir benzerine, vaktiyle Harran Ovası’nda yaşamış bulunan Sâbiîler’de rastlanır. Psikostazi’deki terazi bu tradisyonda Abatur’un terazisi olarak adlandırılır.(Abatur'un eski Mısır'daki çakal başlı Anubis'in bir versiyonu olduğu ileri sürülür.)

KAYNAKLAR :

[1] Mısır'da Ölüm Sonrası Fikri, Ege Meta Yayınları
[2] Mısır’ın Ölüler Kitabı,Albert Champdor, Ruh ve Madde Yayınları
[3] Psi dergisi,Cilt-1,Sayı-3
[4] Semboller Ansiklopedisi, Ruh ve Madde Yayınları
[5] Gizli ilimler Kütüphanesi
Devamını Oku »

TEMEL EZOTERİK VE OKÜLT KAVRAMLAR



Temel Ezoterik ve Okült Kavramlar
Kemal Menemencioğlu

Sübjektif ve Objektif Zihin

Basit bir gözlem bile insanların zihinsel olarak objektif ve sübjektif olarak ayrıldığını gösterir. Bunlar sanki iki zekâ çeşididir ve kiminde biri ağır basar ve kiminin de diğeri ağır basar. Her ikisinin dengeli oluşu idealdir, ancak insanlık bilindiği gibi genelde idealden uzaktır. Objektif zihin beynin sol küresi tarafından idare edilir, mantık, hesap, bilimsel düşünce burada yürütülür, sağ küre ise sanatsal ve sezgiseldir. Sol küre ağırlık biriyle sağ küre ağırlıklı biri pek anlaşamaz. Zira görüş zaviyeleri tamamen farklıdır.

Ezoterizm dediğimiz şey beynin sağ küresindeki bilinçaltı bağlantılardan ortaya çıkmaktadır. Beş duyudan gelen sinyaller ve sol kürenin yürüttüğü mantıksal hesaplar onu anlamak için yeterli değildir. Ancak ezoterizm salt sağ küresel zihniyetiyle yürütülemez. Mutlaka beynin her iki küresi birlikte çalışmalı ve ancak insan bu haldeyken ezoterik bilgi anlaşılır veya ortaya çıkar. O halde, ezoterizm = içrek, batıni ve egzoterizm = dışrek, zahiri. Yani ezoterizmi anlamak için bir yol, yordam (metot) gereklidir.

Yol

Tarikat yol demektir. Öyleyse bu kelimenin anlamı her ne kadar günümüzde yozlaşmışsa, bir zamanlar birisi veya birileri karmaşa içinde bir anlam arayışına girmiş ve nihai bir hedefe varmak için bir yol haritası hazırlanması gerekli olduğunu tespit etmiş. Belirli bir program dâhilinde takip edilmesi gerekli adımları içeren bir sistem geliştirmişlerdir. Kendisi veya kendileri bu nihai hedefe varmış olan başkalarına yol göstermek isteyen kişilerdir. Bu sisteme de tarikat adını vermiş. Bunun başka bir izahı yoktur. Ancak zaman zarfında, tarikat kelimesi bu ilksel saf anlamını yitirmiş, karanlık emellere yönelik bir örgüt veya taraftarlarının kesin inançla karizmatik bir lidere bağlı olduğu bir ideolojik sistem anlamına gelmiştir. Batıda kült denilen bu yeni tarikatlar, taraftarlarının zihinlerini belirli kalıplar içerisinde hapsetmektedir.

Şimdi buradan aldığımız ders, ezoterik açıdan belirli bir yol vardır, ama buna tarikat demeyeceğiz. Çünkü tarikat kelimesi artık ne yandan bakarsak, ender durumlar hariç genelde ezoterizmden uzak anlamlar ifade etmekte.

Modern hakikat yolcusuna birçok yol sunulmakta. O bütün yollar aynı yere gider gibi banal klişelere aldanmaz. Tüm seçenekler arasında doğru yolu bulmak onun için hayatidir. Ağzından bal akan her kılavuza teslim olmayacak kadar uyanıktır. Çünkü bilir ki yolu yürüyecek olan kendisidir. O yol başkasının sırtında gidilecek bir yol değildir. Yolun kestirmesi ve kolayı yoktur.

Ezoterizm, Okültizm ve Maji

Şimdi ezoterimz ve okültizm terimlerine gelelim. Ezoterizm ve okültizm aynı mı ayrı mı? Kimi der ki bunlar aynı şey, biri dışa kapalı diğer gizli demektir. Kim der ki bunlar ayrı, okültizm ezoterizmin bir kolu veya ezoterizm okültizmin bir kolu; veya okültizm kötü amaçlı ve ezoterizm iyi amaçlı; veya ezoterizm salon okültizmidir. Bana kalırsa, okültizm ve ezoterizm birbirine yakın şeyler.

Günümüzde okültizm kelimesini tamamen ekarte eden giderek artan bir trend vardır. Onun yerine giderek benimsenen maji kelimesi ilk bakışta radikal bir ifade olarak gözükmekte. Ancak şöyle düşünün bizi derinden etkileyen bir şeye büyüleyici demiyor muyuz? Büyü ve yaşlı bilge büyücü veya şaman bilinçaltımızda yatan güçlü bir sembol değil mi? Geleneksel kökenlerimize indiğimiz zaman bu arketipe her toplumda önemli bir rol verildiğini görebiliriz. O halde bizi iktidarsız kılan tüm görüşleri bir kenara koyarak erk ve bilgeliği kucaklayan bu korkusuz hakikat yolcusunu örnek alabiliriz. Zira riyakarlık, vasatlık, yapaylık, doğa düşmanlığı hakim olduğu bu çağda, tüm bu sapmalara dur diyecek cesaret, karşı koyabilecek güç gerekir.

Kardeşlik Örgütü

Şimdi diğer bir terime gelelim. Batıda «Order» kelimesi düzen demektir. Oysa birçok kelimede olduğu gibi batı dillerinde bu kelimenin birbirinden farklı çeşitli anlamaları vardır ve bu anlamlar cümleye göre değişir. Bu kelimenin bir karşılığı da örgüt veya tarikattır. Genelde order dini ise ona tarikat denilir, özellikle siyasi veya diğer organize bir kurumsa örgüt denilir. Ezoterik örgüt veya gizli örgüt esasında sıkı kurallara bağlı tüm örgütsel davranışlar belli prosedürlere bağlı (ritüel) bir cemiyettir. Gizlilik ilkesi ona işlevsellik kazandırmak içindir. En ilkel topluluklarda bile ancak özel şartlarla girilen gizli cemiyetler vardır. Bazı ilkel kabilelerde bu cemiyetlere girmek erginlik yeterdir. Bir çocuk örneğin 13 yaşına bastığı zaman acıya dayanıklılığı gibi bazı testlere tabii tutulur, geçtiğinde de kabilenin sırları ona öğretildiği bir merasimden geçer. Antik çağlarda gizem okullarıma girmek için erginlik yeterli değildi. Gizem okullarının amacı kişide ezoterik bilgeliğe vakıf, üstün bilinç haline sahip insan yaratmaktı. Bu tür insanlara özel unvanlar verilirdi. Bunlar arasında üstat, adept, magus vs. daha genel bilinenlerdendir. Bu kişiler ezoterik örgüt içinde birer otorite ve eğitmen sayılırdı. Günümüzde mevcut ezoterik örgütlerin en tanınmış olanı Hürmasonluktur, ancak bunun dışında başka kardeşlik cemiyetleri vardır. Kardeşlik cemiyeti üyeler arasında sıkı ailevi bağ üzerine kurulmuştur. Bu tür cemiyetlere fraternite denilir. Örneğin Gül Haç kaynaklı cemiyetlerde erkeklerin adları önünde Frater, hanımların adları önünde Soror konulur. Her ikisi Latince'de kardeş demektir. Ayrıca genelde kullandıkları adlar motto denilen bir deyimdir. Buna bazen majikal isim de denilir. Kişi örgüte inisiye olduğu zaman kendi majikal amacını veya kişiliğini yansıttığı inandığı bir takma isim alır. Bu da inisiyasyonun bir yeni başlangıç, yeni doğuş olduğu esasını vurgular.

Fraternitelerin esas itibarıyla ikiye bölündüğü söylenir, sosyal kardeşlikler ve majikal kardeşlikler. Majikal kardeşlikler fizik ötesini hedefleyen çalışmalarla ezoterik esasları sübjektiflikten objektifliğe dönüştürmeye yöneliktir. Bunu yapabilmek için birkaç yıl süren yoğun bir günlük çalışma programı sunarlar. Bu çalışma programı azimle takip eden aday sonunda adept seviyesine ulaşır ve bu tür operasyonları yapabilecek kapasiteye ulaşır. Ancak bu yol herkese göre değildir.

Gelenek veya Tradisyon

Çok eski çağlarda bilgi sözlü olarak aktarılıyordu, ancak daha sonra kaybolması istenilmeyen bilgiyi aktarmak için başka yöntemler uygulandı, bunların arasında yazı, resim müzik, ritüel de vardı. Zamanla birikimler oldu ve kadim bilgelik öğretileri gelişti. Bütün bilgi dallarında olduğu gibi, kadim bilgelik öğretilerinin de kendine özgü bir dili vardır. Bu dilde, doğru sözcüğü doğru yerde kullanmanın, sözcüğün kökenini, telaffuzunu ve tam karşılığını bilmenin, diğer bilgi dallarına göre önemi daha da fazladır. Çünkü söz konusu bilgiler çok ince hususlardı ve doğru bir şekilde aktarılması gerekiyordu. Dili doğru kullanmak ve ayrıca bilgileri doğru bir şekilde deşifre etmek de kadim bilgeliğin içerdiği konular arasında birer okült bilim/sanattır. Bu evrensel bir dildir. Hiçbir bilgi dalı yoktur ki, geçmişi onun kadar eski çağlara dayansın ve onun kadar değişik uygarlıkların katkısıyla zenginleşmiş olsun. Bünyesinde taşıdığı sözcükler, ne yer, ne de zaman gözetmeksizin, farklı kaynaklardan türemişlerdir. Terimler değişse de kavramlar değişmez. Dolayısıyla, aynı anlama gelen birçok sözcük de oluşmuştur.

Evrensel Dil, Semboller ve Arketipler

Tarihte zaman zaman bazı sözcükler anlamını yitirir, sözcüklerin gerçek anlamı ya tercüme, ya kültürel yozlaşmadan dolayı unutulur veya dejenere olur. Özellikle metafizik, ezoterik ve teolojik konularda bu genel bir kuraldır. Sözcük ve terminoloji anlaşmazlığı birçok gereksiz tartışmaya neden olmuştur. Özellikle din ve metafizik çevrelerde garip sapmalara ve gerçekdışı doktrinlerin yayılmasına yol açmıştır. Bu konuda sözcük ve terimlerin, hatta imlânın yerleşmesi ve doğru anlamda kullanılması amacıyla ileride bir genel sözlük yayınlamakta belki fayda olur.


Her kelimenin kendine özgü bir titreşimi vardır. O halde, neden belirli bir sözcüğü temel kavramların ifadesinde kullanıyoruz diye sorulursa, yanıtımız şudur: O sözcüğe vermek istediğimiz anlamı daha iyi bir şekilde hissetmemizi, sezmemizi sağlıyor ve ayrıca bizi daha somut bir anlayışa sevk ediyor. Bazı sözcüklerin ifade gücü yetersiz kalmaktadır ve bu da açıklamak istediğimiz bazı kavramların ülkemizde henüz tam gelişmediğini göstermektedir. Bu açıdan, bazı temel kavramlarda yabancı kelimeleri kullanmak zorundayız. Çünkü, bu kelimelerin titreşimleri, taşıdığı anlamı daha iyi bir şekilde yansıtır. Örneğin, Latince'den gelen "ekinoks" (equa/eşit, nox/gece) sözcüğün içerdiği anlam, kadim gizli ilimlerde bu sözcüğe verilen önemi vurgular. Bu nasıl olur? Bunu anlatmak zor, burada bir sezgisel aktarma söz konusu. Örneğin, neden müzik dediğimiz ses düzeni bize belirli bir mesaj verir? Oysa, ekinoks'ın Türkçe karşılığı olan "ılım" sözcüğü basit bir türevdir, farklı karşılıkları olup özelliği yoktur ve "müsbet ilimler" uğruna yeni üretilmiştir. Bizim konumuz ise kadim bilimlerle ilgilidir. Üstelik, okült görüşe göre belirli sözcükler asırlar boyunca kullana kullana belirli enerjiler toplar ve belirli düşünce formlarıyla yakından irtibatlıdır, ilgili konularıyla yineden çağrıştırabilir zihinsel ve duygusal kayıtlar tutarlar ve ayrıca evrensel olarak her dilde kullanılıp evrensel bir olayı temsil ederler.

O halde, konumuza girerken, yurt dışında olduğu gibi bu "evrensel dil"e uyum sağlamamız gerekir ve ister Çince veya Arapça olsun, ister Latince veya Grekçe olsun, kavramların özgün iletimlerini taşıyan sözcükler kullanmakta yarar vardır. Bu kilit sözcüklerin bazılarında, anlamlarına anlam katan ebced değerler de bulunmaktadır. Bazen de ses tonlarının gizli özelliklerine dayanarak sözcükler türetilmiştir veya hecelerinin köklerine inip çeşitli anlamlar elde edebiliriz.

Evrensel dil bağlamda diğer kavram da semboldür. Sembol de belirli bir anlamı taşıyan bir resim veya şekildir. Görsel oluşu açısından beynin sağ küresine, bilinçaltına, hatta kolektif bilinçaltı arketiplere direkt bağlantı kurar. Sembollerin eozterizmde geniş bir kullanma alanı vardır. Arketipler farklı insanlarda aynı aktarım yaratan, masal, efsane ve destanlarda işlenen ve bazen spontane olarak rüyalarda ortaya çıkan sembol ve temalardır.

Platon felsefesinde "anamesis" sözcüğü, bilgilerin sadece duyu ve akıl yolu ile değil, fakat hatırlama yolu ile geldiğini açıklar (1). Bu görüşe göre evrensel bilgi, şu veya bu şekilde şuurun derinliklerinde vardır. Gizli öğretiler ruhu eğitmeye değil, fakat bildiklerini hatırlatmaya yarar. Modern okültizm, evrensel bilginin akaşik kayıtlar olarak adlandırılan bir çeşit bilgi okyanusunda veya kitlesel şuur (toplu bellek) kaydında bulunduğunu açıklar. Kilit sözcükler de bu ortak bellekten yararlanmak için birer vasıtadır.

Kadim Bilgelik

Zaman gözetmeksizin, insanoğlunun bulunduğu her yerde bazı ortak öğeler paylaşılmıştır, bir yandan insan beş duyusu ile tanımladığı evreni incelemiş ve ona göre yaşamını idame etmiştir, diğer yandan, en ilkel toplumlarda dahi, insan duyu-üstü halleri, alemleri ve varlıkları tanımlamış, ruh ile madde ayrımı yapmış ve ona göre ruhsal disiplinler, felsefeler ve inançlar kurmuştur. Kimi insanlara göre, insan yaşamının ruhsal veya doğa-üstü bir boyutu yoktur. Böyle görüşlü insanlara söyleyecek bir şeyimiz yok, gülüp geçeriz. İnsan olarak sezgilerimiz ve kültürel birikimimiz bize farklı şeyler söylüyor, bunlara da biraz kulak vermemiz gerekiyor, aksi halde sürekli kendimize bir baskı uygulamamız gerekiyor. Bu tür baskıları Sigmund Freud cinsel baskılar olarak tanımladı, ancak farklı alanlarda da baskılar ve blokajlar olabilir. Bize geçmişten ve manevi zirveye çıkmış insanlar tarafından sunulan miras, bilgelik hazinesi inkar edilemez.

Hayatta daha farklı bir şeyler olduğunu inanan veya bazı deneyimlerden dolayı inanmak zorunda kalan kişiler için, ki onlar artan bir azınlığı oluştururlar, artık hazır bir inancın çelişkilerini sorgulamadan kabul etmek mümkün değildir. Bu inanç günü gününe değişen bilimsel ideoloji de olabilir, din konusunda oluşan bir takım varsayım veya yorum da olabilir veya genel olarak halk tarafından doğru olarak kabul edilen bir takım değer veya varsayım olabilir.

Sorgulama cesaretini gösteren böyle bir yolu seçmiş insanlar da bir arayış içersindedirler. Diğer yandan, yaşamlarını sorgulamadan, herşeyi bire bir kabul eden ve bilinçsiz yaşayan insanların sayısı da az değildir. Ancak bu konudan kaçış yoktur, insan kim olursa olsun, er geç yaşamın temel gerçekleri ile yüz yüze geleceklerdir. Yine en doğru ve güvenilir rehberimiz içsel sesimizdir, buna sezgi deriz. Bu sezgilerin üzerine gitmek onların bizi nereye götüreceklerini saptamak daha cesur bir yol olacaktır. Objektif tarzda düşünerek kendimizi her tür yanılgıdan arındırabiliriz. Ruhsal bir varlığın gerçekliliğine temas ettiğimizde, ilk işimiz bu olgunun kaide ve kurallarını öğrenmektir. Bunun bizim için hayati bir zorunluluk taşıdığını da idrak etmekten kaçınamayız.

Ancak, bu yanıta varmadan birçok evreden geçmemiz gerekir. Çeşitli yollardan kanıtlar aramamız gerekir. Bilimsel meyillimiz varsa, bu konuda yapılan laboratuar deneylere başvurabiliriz. Sübjektif olarak da böyle bir kanıya varabiliriz, psişik veya içsel bir deneyimimiz bütün şüphelerimizi bertaraf edebilir. Yılların arayışı sonunda gerek içsel, gerekse de dışsal olarak bu yanıtın kanıtlarını görmeye başlayabiliriz ve aklımıza uyacak felsefeler üretebiliriz. Yaşam biçimi ve davranışları ruhsal bir realitenin gerçeğini yansıtan biri de, bizi bu konuda ikna edebilir. Üstün sanat veya edebiyat eserleri bizi farklı bir boyutta yükseltebilir ve orada ruhun hakikati ile yüz yüze gelebiliriz veya en azından sezebiliriz.

Eğer bu konuda yazılan edebiyatı araştıracak olursak, ruhu tanımlamada karşımıza çeşitli doktrinler serilecektir. Kutsal kitaplarda, en azından Orta-Doğu kökenli olanlarda, ruhu tanımlamada es geçtiğini ve ancak çeşitli imalar verildiğini göreceğiz. Oysa, farklı dinlerden mistikler, evliyalar ve mürşitler içsel deneyimlerine dayanarak daha ayrıntılı bilgiler vermişlerdir. Ezoterik anahtarlarla kutsal metinlerde bulunan örtülü sembolleri çözebiliriz.

Ekoller farklı da olsa, kadim ve modern ezoterizmde hemen hemen aynı öğelerin paylaşıldığı görülür. Ruhsal tekamül, ilahi kıvılcım, yeniden doğuş, kaynağa dönüş kavramları da bunlara dahildir.

Ruhsal Tekamül

Ruhsal tekamül biyolojik tekamül veya evrimden farklıdır. Ayrıca beşeri tekamül vardır ki bu uygarlık seviyesine ulaşmaya yönelliktir. Uygar bir toplum ruhsal gelişmeye elverişli bir ortamı sağlar. Karşılıklı saygı ve dayanışma ve insanın her türlü yönünü özgürce geliştirmesi ruhu besler. Ancak uygarlıkla teknolojiyi karıştırmamak gerekir. Uygarlık düzgün davranış ve dayanışma şekilleri barındıran toplumda vardır. Ruhsal tekamülün bireysel boyutu olduğu gibi kitlesel boyutu da vardır. Ancak kitlesel tekamül bireysel tekamülden başlar. Krishnamurti'nin dediği gibi: "Dünyayı değiştiremezsiniz, sadece kendinizi değiştirebilirsiniz ve böylelikle de zamanla dünyayı da değiştirirsiniz ... ". Ancak ruhsal tekamüle girmeden ve insan-üst olma yollarını aramadan önce, insan olmayı öğrenmemiz gerektiği de acı bir gerçektir. Ancak yaşamın amacı ruhsal tekamül ise, insanların bunu pek başaramadıkları, hayatta çok basit dersleri öğrenmekle ömürlerini tükettiklerini görürüz. Adeta daha uzun bir yaşam gerektiği veya sınıfta kalanın tekrar aynı dersleri alabilmesi için bir yöntemin gereği hissedilir. Çünkü insan genelde potansiyelinin çok gerisinde faaliyet gösterir, hatta onun idrakinde bile değil. Bu da bizi başka bir kavrama getiriyor... reekarnasyon.

Ölüm Ötesi, Reenkarnasyon

Ölüm ötesi yaşam Reenkarnasyon, helak olma gibi kavramları ister mecazi olarak, ister metafizik bir gerçek veya yanılgı olarak kabul edin, bu konuda geliştirilen başlıca kavramlara aşağıda kısaca değineceğiz. Ölüm ötesi yaşam ruhçuluk (spiritüelizm) ve parapsikolojinin ana konularından biridir.

Reenkarnasyonu yeniden doğuş, ruh göçü veya Osmanlıca'sı tenasüh olarak tanımlayabiliriz. Bu kurama göre ruhsal varlığımız ölümsüzdür, ölümden sonra hayat olduğu gibi doğumdan önce de vardır. Beden sadece fiziksel dünyada var olmamız için bir vasıtadır. Eğer dünyasal planda yeteri kadar ders almamışsak, bedensel ölümden sonra ruhsal varlığımız bir müddet sonra alması gerektiği ders ve deneyimlere uygun diğer bir bedende yeniden doğma ihtiyacı duyar ve enkarne olacaktır (bedenlenme). Ezoterik açıdan reekarnasyonda sadece insan bedeni söz konusudur. Yani hayvan olarak tekrar doğmak söz konusu değildir.

Kutsal metinlere göre Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştı ve ciğerlerine can nefesi üfleyerek ona can vermişti. Ezoterik açıdan bu sembolik bir ifadedir ve tasavvufta da yeri vardır. İnsanoğlu Tanrı'nın suretindedir çünkü o bedensel olarak küçük bir evrendir, bu kuram ileride kapsamlı olarak işlenecektir. Ayrıca Tanrı'nın içimize üflediği nefes evvel zamanda içinde O'nun özünden gelen ve ilahi özelliğini koruyan parçacıklar olarak tanımlanır. Bu ölümsüz "İlahi Kıvılcımları"dan dolayı hepimiz aslında birer tanrıyız İlahi kıvılcım ruhtan farklı olup ondan daha yüksek bir titreşime sahiptir ve insanın en yüksek en içsel benliğini, cevherini ve özünü içerir ve her zaman yüksek bir boyutta bulunur. Oysa ruh enkarnasyondan enkarnasyona olgunlaşır. Bedensel yaşından tamamen ayrı olarak bazı ruhlar gençtir ve bazıları yaşlıdır. Ruh ancak, tam kıvamına eriştikten sonra, yaşamdan, "dünya okulundan" alabildiği herşeyi aldıktan sonra ruhsal dünyalara girmeye, ilahi kaynağına yanaşmaya hazırdır ve artık içsel muhasebesinde (karma) ödeyecek borcu kalmamıştır.

Batı ezoterizmde reenkarnasyon doktrini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Bazı sistemlerde sözü dahi geçmez. Ancak, reenkarnasyon sadece Doğu felsefeye has bir görüş değildir, Eski Grek Filozoflar, Kadim Mısırlılar, Yahudi Kabalistler ve birçok İslam tarikatı bu görüşü kabul etmişti. Eğer İlahi adalete inanacaksak reenkarnasyon doktrini bize yegane çözüm gibi gelebilir. Ancak, bu ilahi adalet kavramı için karma yasasını reekarnasyon doktrini ile birlikte ele almak zorundayız. Karma konusunda birçok yanlış algılamalar vardır. Karma basit olarak sebep ve sonuç kanunudur. Ne ekersek onu biçeriz. Sadece bir ahlaki karma söz konusu değildir, çünkü her niyetlendiğimiz, düşündüğümüz, yaptığımız şeyden her an sorumluyuz. Bu hem bir doğal kuralıdır, hem de ruhsal yanı da vardır. Karma Sanskritçe'de fiil anlamına gele "kr" kökünden türemiş bir sözcüktür. Esasen biz kendi karmamızı üretiriz ve başımıza gelen olayları kendimiz yaratıyoruz. Kör talih, feleğin silesi ve kaderin cilvesi diye bir şey yoktur. Bu tür kavramlar ilahi düzene karşı hakarettir. Arabesk müziğin acı haykırışları sadece mazoşistlerin kendi başına gelenleri örmesi ve bundan sapık bir zevk almasından ibarettir. Arabeskçileri kötülemek amacımız yoktur, ancak negatif negatifi çağrıştırır, dolayısıyla onlara pozitif olmalarını öneririz.

Ruhsal tekamülün sonucu ruhsal olgunluktur, bir de İnsani Kamil evresi vardır ki, o söz ettiğimizin biraz ötesinde bir evredir. Ruhsal olgunluk birçok erdemlere sahip olup, kendimizi ve ortamımızı tanıdığımız, ona uyum sağladığımız ve olumlu bir şekilde yönlendirmeye hazır olduğumuz bir evredir. Bu evrede sanki artık insanların ortak yazgısı gibi süren çocukluk hali sona erir. Ruhun belki de binlerce yıl süren uzun tırmanışı, kendisiyle ve başkalarıyla kıyasıya uğraşmasıyla buraya erişir.

Yaşlı ruhlar ruhsal gerçekleri daha kolay idrak ederler, oysa genç ruhlar henüz yolun başındadırlar, onlar daha fiziksel ortamın derslerini tam olarak idrak etmemişlerdir. Bu yolda ruh kendi içsel kararlarıyla mükemmelliğe doğru adım atar. Yolun türlü şekilleri vardır ve kişiye göre değişir. Yollar temelde bir olmak üzere, farklı toplumlara ve farklı kişisel yapılara göre değişir, duygu ağırlıklı insanlar mistik bir yol ararlar ve ilahi aşka varmaya çalışırlar, akıl ağrılıklı insanlar okült bir yol ararlar ve sırlara vakıf olmak isterler, onlara ilahi bilgeliğe ulaşmaya yönelirler. Daha pratik insanlar uygulamalarla direk deneyimler peşindedir onlar majikal bir yol ile tanrısal erke ulaşmak isterler.

Okültizm, Sır ve Gizlilik

"Okültizm", anlamı "gizli" olan Latin kökenli (occultus) bir sözcükten gelmektedir. Osmanlıca'sı "ilmi-i gayb" veya "ilm-i ledün"dür. Türkçe karşılığı "gizli bilimler"dir. Kelimenin karşılığı bazı kişileri hoşnut etmemiştir ve farklı sözcükleri türetilmesine yol açmıştır. Ancak, daha uygun bir sözcük de bulunamamıştır. "Sır" anlamı taşıyan bu kelimenin karşılığında insanın aklına, imtiyazlı gizli bir örgütün elinde kıskançlıkla korunan bilgiler yerine, arayanın önünde perde perde açılan ve çözüldükçe bilinenin ötesinde kalan bir konu gelmelidir.

Okült bilgiler ve uygulamalar tarih boyunca gizli tutulmuştur. Belirli sebeplere dayanan bu gizlilik perdesi, ancak gerektiğinde aralanmıştır. Zamanla sırlar konusu gevşeklik kazanarak, günümüzde her yerde bilgi kırıntıları, arayanın bulacağı bir şekilde serpilmiştir. Bu perde daha ziyade konunun içeriğinden kaynaklanır. Sembolik olarak, "İsis'in Peçesi" deyimi ile ifade edilen bu perdeyi açmak, arayanın gayret ve inisiyatifine bağlıdır. Gerçi zamanımızda "okült" konular ne kadar açık konuşulsa da, bu konuda, ne kadar çok kitap yazılıp dağıtılsa da, yine de her zaman bir sır payı vardır ve sırların olduğu yerde tabii ki sırları tutan veya tuttuğunu ima edenler de vardır. Bunlar kimdir? Bunu bilmek kolay değildir. Okültistler genelde kendilerini pek bildirmezler. Kendilerini açıklayanlar ya bir misyon üstlenmiştir veya da şarlatanlardır. Tarih boyunca, cahil ve fesat insanlar arasında okült ilimler konusunda birçok batıl inanç ve olumsuz tanımlar yapılmıştır. Bu yüzden, konuyla ilgilenenler kendilerini saklamayı tercih etmişlerdir.

Sır tutmak için başka nedenler de verilmiştir. Herşeyden önce sır tutmak bir disiplindir ve bilginin dışa yansımasından ziyade içe dönüşmesini sağlar. Ayrıca, zamanın inançlarına ters düşen doktrinler, tarih boyunca gizli tutulmuştur. Hazırlıksız şahıslara ileri seviyede bir uygulama veya bilgi vermenin, bir el fenerine yüksek gerilimli elektrik yüklemek gibi etki yapacağı söylenir. Eski çağlarda Mister Kültlerinde ve günümüzde bazı hiyerarşik ve ezoterik cemiyette, giriş yapan aday (inisiye) bir çıraklık döneminden sonra bazı derecelerden yükselir. Cemiyet yetkilileri onun derecesine ve kapasitesine uygun bilgi ve uygulamalar verirler. Kendi derecesinden yüksek olan öğretiler onun için sırdır ve öyle olması gerekir. Yeni bir öğreti verildiği zaman onu taze bir idrakle karşılaması beklenir, bazen dramatik bir şokla bu bilgi belleğe adeta mühürlenir. Sırlar öğretisini almak isteyen aday bir hazırlık döneminden geçirildikten sonra onun liyakatine kavuşur. Artık sınavı geçmiştir ve zor koşullarda kazanılan öğretilerin değerini bilecektir.

Çağlar boyunca ve dünyanın her tarafında ezoterik cemiyetler sırlarını büyük yeminlerle muhafaza etmişlerdir. Bu yüzden antik çağlardaki Misterlerin sırlarını halen kimse bilmemektedir. Roma İmparatorluğu zamanında Sodalitas Kardeşliği'nin yeminleri kutsal sayılırdı ve onları tutmayanlara ölüm cezası tatbik etmek Roma kanunlarında bile yer alırdı.

Bir görüşe göre, okült formüller, sırrı açıklandığı anda güçlerini kaybederler. Halk arasında bir inanca göre, eğer bir niyet sessizce tutulursa o gerçekleşir, açıklanırsa gerçekleşmez. Ayrıca, gücün yanlış ellere geçip istismar veya suiistimal edilmemesi için formülü gizli tutulduğu bilinmektedir. Günümüzde okültistler bilgileri sır tutmaktansa, daha ziyade mahremiyetlerini korumak istemişlerdir, onlar iyi eğitim görmüş ve toplumda belirli yerleri olan kişilerdir ve ilgi alanlarının başkaları tarafından anlayışla karşılanmayacağını ve doğru algılanmayacağını bilmektedirler.

Biz yeni bin yıla, Yeni Çağa girdikçe ve ruhsal, metafizik konular yayıldıkça, şüphesiz okült sözcüğü yerine farklı anlam taşıyan bir sözcük gelecektir. Zira okültizm, ruhsal bilgilerin bir azınlık tarafından korunduğu karanlık bir çağı anımsatır. Ayrıca, Yeni Çağda farklı disiplinler, bilimler, sanatlar, kültürler kaynaşacaktır, oluşan tek sistem ayrıca bireysel tercihlere göre farklılıkları da içerecektir.

Ezoterizm ve İnisiyasyon

Ezoterik'in Türkçe karşılığı "içrek", Osmanlıca karşılığı "batıni" dir. Genel de sanıldığı gibi bir azınlık tarafından korunan bilgi anlamına değil de, insanın içsel realitelerine yönelik bilgi kütlesi anlamına gelir ve burada dışsal realiteye yönelik bilgi arasında bir sınır çizilir. Ezoterik'in karşıtı olan "Egzoterik" ise, Türkçe'de "dışrak" Osmanlıca'da "zahiri" anlamına gelir. Ezoterik'in kökeni Grekçedir (esotericos). Grekçe derken, tabi ki Eski Yunanca kastediliyor. Batı Okültizmi'nde Grek kökenli kelimeler oldukça fazladır. Burada önemle belirtmek gerekir ki ezoterik açıdan zengin olan Grek felsefesi, antik çağlarda Anadolu, Yunanistan ve civar Akdeniz ülkelerinde yaygındı. Grekler, istila ettikleri yerlerde kendilerinden önceki kadim Pelask ve diğer kayıp Anadolu uygarlıklarının bilgilerini özümsemişlerdi. Roma İmparatorluğun yayılması ile bu değerlerde bir çöküş yaşandı ve Romalıların varisi Bizans İmparatorluğunun kuruluşu ile Hıristiyanlık yayıldı, kadim bilgelik, ilim ve uygarlığına sırt çevrildi, anıtları yağmalandı, yazılı eserleri yakıldı ve karanlık bir devire girildi. Bu karanlık devir, Rönesans döneminde, Hıristiyanlık öncesi bilgeliğin keşfedilmesine dek devam etti. Bu nedenle, Anadolu, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının varisi olan eski Grek uygarlığı, ona sırt çeviren Bizans'a kıyasla oldukça farklı bir nüansa sahipti ve insanlığa yerel değil evrensel değerler bıraktı.

Serge Hutin'e göre ezoterizm, "sembolik olarak saklı bir hakikati, gizli manayı meydana çıkarmaktır" (2). İnisiyasyonun karşılığı ise ikrardır. İkrarı Atilla Tokatlı "Gizli Örgütler" adlı eserinde iyi bir şekilde tarif etmiştir: "İkrar, dışardaki yabancı, biğane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınmasıdır. `Bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir' (Serge Hutin). Burada söz konusu olan, `bir takım sembolik fiiler edimler), manevi ve fizik tecrübeler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir ve ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Oysa, kişi ancak ikrara dayanan (initiatique) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. Oysa, bu örgüt yeni mensuba eli yüzü düzgün bir doktrin'den çok ruhsal etki aşılar. Müritler ikrar'ın `biğane aktarılmaz' karakteri üzerinde dururlar hep. Burada söz konusu olan şeyin deruni bakımından (içten) gerçekleştirilmesi gerekli haller olduğunu söylerler. R. Guenon'a göre, `Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır... Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, `öğrenmek yerine duymak' diyordu... Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı imkanlarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir."(3)

Bu konularda sık sık kullanılan başka bir sözcük "tradisyon" dur, tam karşılığı anane veya gelenektir. Ezoterik anlamda tradisyon nesilden nesile intikal eden kadim bir öğreti sistemidir. Genel anlamda, bir ezoterik veya okült tradisyon'dan söz edildiği gibi, bir Batı Okült Tradisyonu veya Doğu Tradisyonu'ndan söz edilir. Ayrıca daha da ayrıntıya girerek bir Tibet Tantrik Budhist Tradisyonu veya Grek Orfik Tradisyonu'ndan söz etmek mümkündür. Burada aktarılan metod mürşidden müride, guru'dan çela'ya, inisiyatör'den inisiye'ye aktarılır. Ayrıca, bazı çevrelere göre, ölmüş bir tradisyonu akaşik kalıplarından yeniden canlandırmak da mümkündür.

Günden güne bu site ekleyeceğimiz sayfalarda sık sık kullanacağımız diğer bazı sözcüklerin anlamı kısaca şöyledir: Kadim, genel tarih anlayışını aşan çok eski çağlar; Kozmos, kadim ilimler açısından evren anlamına gelen Grekçe bir sözcük, ancak evreni canlı ve ilahi bir düzen olarak ifade eder; Hiyerarşi, yetki ve etkilerin üsten aşağıya indiği, kademe kademe yükselen bir yönetim zinciri; Doktrin, belirli kurallar veya kuramlar içerisinde bulunan ve bazı kilit öğeleri içeren öğreti; İrtibat, başka bir varlıkla kurulan duyu-üstü iletişim. Diğer terimler talep üzerine eklenecektir ve diğer yazılarımızda açıklanacaktır. Simya konusu ruhsal veya maddi dönüşüm, basit bir şeyi mükemmel bir şeye dönüştürmektir. Maji, irade doğrultusunda değişiklik yaratmanın sanatı ve ilmidir (Aleister Crowley'nin tanımı) vs.

KAYNAKÇA

(1) Plato's Theory of Knowledge, Prof. Francİs Macdonald Cornford, Kegan Paul, Trench, Trubner & Co. London l935, l946 (s. 2) " Meno diyalogu Anamnesis kuramı açıklıyor: bilgi duyular veya kişiden kişiye öğreti şeklinde değil, fakat ruhun enkarnasyon (bedenleşme) öncesi yaşamlarından gördüğü ve bildiği gerçeklerin hatırlaması ile olur... İnsan ruhu ölümsüz ve ilahidir, o birçok yaşamı (reenkarnasyon) içeren bir devreyi tamamlayıp arındıktan sonra tekrar kaynağına döner. Socrates,`O halde, ruh ölümsüzdür ve bir çok farklı yaşamda tekrar doğmuştur; ve o, hem bu dünyada ve öte dünyada olan herşeyi gördüğüne göre, bilmediği şey yokur. O halde, onun bu hayatta fazilet ve diğer ögeler konularında daha önce bildiklerini hatırlamasına şaşmamak gerekir ... Bir şeyi hatırlayının, veya bizim deyimizle öğrenenin, bütün diğerşeyleri keşfetmesine engeli yoktur, yeter ki o arayışında azimli ve inatçı olsun; aramak ve öğrenmek hatırlamaktan başka birşey değildir."

 (2) Gizli Cemiyetler, Serge Hutin, Çev. Mehmet Arık, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1965

 (3) Gizli Örgütler, Attila Tokatlı, Gezegen Yayınevi

 (4) Gizli İlimler Kütüphanesi
Devamını Oku »

HERMESÇİLİK VE KÖKENİ




Hermesçilik ve Kökeni

Bu değerli yazı Thamos'un bir süre önce kapanan son derece bilgilendirici sitesi Ezoterika'da bulunmaktaydı. Onu arşivleyen bir okurumuz tarafından sitemize gönderilmiştir, resimleri hermetics.org'un katkısıdır.

Mısır Dini, Hermes-Thot Kültü, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm............ Hazırlayan: Thamos

Sfenks'i Dinlemek - Vedder

İ.S. 390 yılında İskenderiye'deki Serapis Tapınağı ve hemen yanıbaşındaki Büyük İskenderiye Kitaplığı Hıristiyanlar tarafından yıkıldı. İ.S. 415 yılında ise ünlü filozof ve matematikçi Hypatia, bir Hıristiyan keşişler grubu tarafından öldürüldü. Bu iki ayrı olay, yüz yıllar süren Mısır inançlarının sona erdiğini ve "Karanlık Çağlar"ın başladığını gösteriyordu.

Ne yazık ki kimi tarihçiler bu olayları, içerdikleri Hıristiyan etkisini görmezden gelerek, Helen akılcılığına karşı Doğu fanatizminin birer baş kaldırışı olarak yorumladılar. Oysa olayları çıkaranlar, Mısırlı Hıristiyanlardı ve Mısır o günlerde Roma İmparatorluğunun uzun zamandan beri Hıristiyanlaşmış bir eyaletiydi.

Mısır dini, İ.S. II. ve III. yüz yıllarda olağanüstü bir hızla yok olmuş; Mısır, diğer Roma eyaletlerinden önce Hıristiyanlığı ateşli bir biçimde kabullenmişti. Aslında Mısır dininin hızlı çöküşünün, firavunlar devletinin ve Mısır ulusunun erimesi ile oluştuğunu saptamak olanaklıdır. Mısır, İ.Ö. 700'den beri çoğunlukla yabancı uluslar tarafından yönetilmişti. Etiyopyalılar, Persler, Yunanlılar ve Roma İmparatorluğu Mısır topraklarını her zaman özel bir eyalet olarak görmüşlerdi. Bu yabancı yöneticiler, Mısır dini ile iyi ilişkiler içinde olmayı ülkenin denetimi için bir önkoşul olarak saymışlardı. Mısır inançları tüm bu dönemler boyunca da gelişip yayılmasını sürdürmüştü. Ancak, bu olumlu dönem Mısır dininin sonraki yıllarda ortaya çıkan hızlı çöküşünü daha ilginç biçime getirmektedir. Zira Mısır dininin çöküşü, yabancıların baskıcı yönetimine bağlanabilseydi, çöküşün çok daha önceleri, örneğin Pers yönetimi altındaki İ.S. VI. ve IV. yüz yıllar arasında gerçekleşmesi gerekirdi.

Mısır'ı yöneten Makedonya kökenli Ptolemiler, bir taraftan kendilerini Mısır uygarlığını koruyucusu gibi gösterirken, diğer taraftan Mısır uygarlığı tarafından özümsenme tehlikesinin bilincindeydiler. Bu bakımdan Ptolemiler, kendi kültürlerini korumaya ve Mısır'ı Yunanlılar eliyle yönetmeye kararlıydılar. Mısırlı rahipler ise, her ne kadar yabancı yöneticiler ile iyi geçinmeye çabalasalar da, kişisel düzeyde yönetimden uzak kalmaya ve bir ölçüde Mısır ulusçuluğunu korumaya gayret etmişlerdi. Ancak, İ.S. II. yüz yıla gelindiği zaman, dört yüz yıl süren Yunan yönetiminden sonra, Mısırlı ve Makedonyalı üst sınıflar ortak bir Helen uygarlığı içinde Mısır dini ile kaynaşmışlardı. Roma yönetimi ise, Mısır dinini coşku ile "uluslararası" niteliğe kavuşturmaya çabalamış, oysa bu yaklaşım Mısır ulusçuluğunu savunan rahiplerin konumunu zayıflatmıştı.

İ.S. III. ve IV. yüz yıllarda Mısır dinine karşı oluşan düşmanca duyguların belirli bir sınıfsal temeli vardı. Hıristiyanlık, başlangıçta zenginlere karşı yoksul ve orta sınıfları temsil ediyordu. Bu nedenle Mısır tapınaklarının inanılmaz zenginliklere sahip olması ve rahiplerin yoksulları sömürmesi tepkilere yol açmıştı. Helenleşmiş kozmopolit üst sınıfların sürdürdüğü Mısır dinine karşı, Filistin'den gelmiş olmasına karşın uluslararası bir nitelik taşıyan Hıristiyanlık yoksulları yanına çekmeyi başarmıştı.

Bu toplumsal ve siyasal etkenlerin Mısır dininin yıkılmasında önemli bir pay sahibi oldukları konusunda kuşkuya yer yoktur. Ancak, bu etkenler hızla gelişen acil sorunlar olmaktansa, yavaş yavaş büyüyen, uzun vadeli gerilimlerdi. Yine de Mısır dininin çöküşünde baş rolü oynayan, şaşırtıcı bir örgütlenme yeteneğine ve coşkusuna sahip olan, tektanrıcı ve evrensel Hıristiyan inancının herkese kolaylıkla ulaşabilmesiydi.

Hıristiyanlığın giderek daha güçlü bir biçimde yerleştiği İ.S. 150 ile 450 yılları arasında Mısır büyük bir siyasal ve dinsel belirsizlikler ve çeşitlilikler döneminden geçmekteydi. Antik Mısır inançlarının bir ölçüde mirasçısı konumunda bulunan Hermesçiler, Neo-Platoncular ve Gnostikler, Tanrı'ya bireysel olarak ya da ezoterik örgütlenmeler sayesinde ulaşılabileceği inancına eğilim göstermekteydiler. Bu yollara girebilmek içinse, gizemli ve çetin bir inisiyasyon sürecinden geçmek zorunluydu. Bu yöntemin kilit unsurlarından biri, her adayın içmek zorunda olduğu gizlilik andıydı. Söz konusu gruplar her türlü açıklığa düşmandılar; zira gerçek bilgelik ancak ezoterik bir dizge içinde ve uzun bir süreç sonunda elde edilebileceğine inanıyorlardı. Bu örgütler için en önemli unsur inançlarının içerdiği gizemlerdi. Bu gizemleri, başkalarına açıklamak inançlara kökten ihanet etmek anlamını taşırdı. Tüm bu gizlilik örtüsüne rağmen, kimi inanç modellerinin ana çizgilerini belirlemek olanaklıdır.
Thoth

Antik çağın sonlarında bir "üçleme" saplantısı vardı. Hıristiyanlığın "üçlübirlik" (teslis) inancında ve Hermes Trimegistos (Üç Kez Güçlü Hermes) geleneğinde bu olgu kolaylıkla görülebilir. Hermesçiler, Neo-Platoncular ve Gnostikler arasında iki temel türden üçlübirlik uygulaması vardı. Bunların ilkinde, tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi, bir baba Tanrı, babanın gücünü harekete geçiren bir oğul ve baba ile oğul arasında bir tür köprü işlevini gören üçüncü bir güç vardı.

Daha yaygın olan ikinci üçlübirlik ise, yaratıcı gücün yani "Demiurgos"un ardında bir "Gizli Tanrı" olduğu inancına dayanıyor; bu iki Tanrı ya birbirinde tümüyle ayrı ya da gizemli bir biçimde birleşmiş olarak görülüyordu. "Gizli Tanrı" yani Platoncu düşüncedeki "İyilik" ilkesi ya da "İlk İlke" yaratma eyleminin karşısındaki saf düşünce idi. Üçlübirliğin üçüncü üyesi büyük bir çeşitlilik gösteriyor, "Dünyanın Ruhu", "Tanrısal Akıl" olarak adlandırılıyordu. Ancak temel işlevi, bir yandan üçlübirliğin diğer iki unsuru arasında köprü görevi görmek, diğer yandan da onları birbirinden ayırmak gibi diyalektik bir işlev idi.

Aslında Hermesçilik, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm "iki katlı" felsefeler idi. Bir katında kitleler için inançlar, öteki katında seçilmişler için bilgi yani "Gnosis" vardı. Ne var ki, Gnosis akılsal bir bilgi olmayıp, insanın kendini bilmesi gibi sezgisel ve bilinçsel bir süreci kapsamaktaydı.

Aydınlanmış azınlık olarak seçkinler eğitim ile, etik ve dinsel uygulamalar sayesinde Tanrı'ya, kitleler için gizli olan İlk Neden'e yaklaşabilirlerdi. Kitleler ise Demiurgos'un ötesinde hiç bir şeyi göremezdi. İnsanın kendi içine dönüşü, ezoterizm ve seçkincilik, insanın fiilen ya da potansiyel olarak Tanrısal olduğu inancını da birlikte getiriyordu. Bunun kaynağı, ölen firavunun Osiris'e dönüştüğü biçimindeki Mısır inancı olabilir. Mısır dininin geç dönemlerinde bu inanç bir biçimde demokratikleşmiş ve halka açılmıştı. Her insan, kendini adama, iyi bir eğitim ve doğru bilgi sahibi olmakla, Osiris'e dönüşme ve böylece ölümsüzlüğü elde etme şansına kavuşmuştu. Mısır inancında Tanrı, insan da dahil olmak üzere, herşeyde var olabilirdi.

Hermesçi, Neo-Platoncu ve Gnostik akımların formel bir örgütlenmeden yoksun olmaları ve insanın iç dünyasına yönelik böyle yöntemlerin bireyselliği zorunlu kılması, kurumsallaşmış Mısır dininin çöküşünden sonra ortaya çıkan kaotik duruma pek uygun düşüyordu. Mısır dininin kalıntılarından doğan üç inanç akımı Hermesçilik, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm idi. Hermesçiler, herşeye kafa tutarak, Mısırlı kaldılar. Neo-Platoncular Helenleşerek bağlılıklarını Platon düşüncesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Gnostikler ise kendilerini Hıristiyan olarak gördüler. Kuşkusuz bu üç akım arasında ayrılıklar ve rekabetler oluyordu. Yine de bu üç akım birbirlerine yalnızca biçimsel olarak benzemekle kalmıyorlardı; aralarında ilişkiler kuruyor ve birbirlerinin yapıtlarından etkileniyorlardı.
Hermes Mercurius Trismegistus (Sienna Cathedral)

Sözünü ettiğimiz üç akım arasında en eskisinin Hermesçilik olduğuna ve diğer iki akımın oluşması üzerinde doğrudan etkisi bulunduğuna kuşku yoktur. Öte yandan, Hermesçilik de Helen, Yahudi, Pers, Mezopotamya ve Mısır dinlerinden etkilenmiştir. Ancak din tarihçileri arasında bu etkilerden hangisinin en büyük ağırlığa sahip olduğu konusunda pek ateşli tartışmalar sürmektedir. Elbette bu tartışmalar Hermesçiliğin yaşı sorununu da gündeme getirmektedir. Hermesçiliğin ve Hermesçi literatürün (Corpus Hermetica) Mısır kökenli olduğunu savunanlar akımın tarihini de geriye doğru götürme eğilimini taşımaktadırlar.

Aslına bakılırsa, Mısırlılarca Demotik yazıyla ve Kıpti dilinde yazılmış olan Hermetica'nın üzerinde önemli ölçüde eski Mısır inanç ve uygulamalarının etkisi olduğunu kabul etmek mantıklıdır. Üstelik Roma döneminde hiç kimse Hermesçiliğin Mısırlı olduğu düşüncesine karşı çıkmamıştır.

Ancak, Hermesçiliğin kökeni sorunu göründüğünden daha büyük öneme sahiptir. Sorun, Hermesçiliğin yalnızca Gnostisizm ve Neo-Platonculukla bütünsel bağlantısında değil, aynı zamanda bir bütün olarak Platonculukla yani doğrudan Helen felsefesi ile ilişki içinde olup olmamasındadır. Zira, Hermesçilik ile "Yuhanna İncili" ve "Aziz Pavlus'un Mektupları" arasında yakın bir benzerlik bulunmakta, Hermesçiliğin Hıristiyan teolojisini doğrudan etkilemiş olduğu belirlenmektedir. Eğer Hermetik metinler (Hermetica) Hıristiyanlık öncesine ait ve Mısır kökenli ise, o zaman Hıristiyan teolojisinde, bugüne kadar ileri sürülen Helen ve Platon etkisinin dışında, Mısır etkisinin olduğunu kabul etmek gerekecektir. Üstelik, Platon ile Pythagoras'ın fikirlerini Mısır'dan aldığı yolundaki görüşü reddetmek iyice güç olacaktır.

Hıristiyanlığın düşünsel temelinde Ari ırk dışında bir kökenin bulunmasına şiddetle karşı çıkanlar, Hermetica'nın tarihlendirmesini İ.S. I.-III. yüz yıllar arasına oturtmaktan çekinmemişlerdir. Oysa, Hermetik metinlerin daha eski dönemlere tarihlendirilmesi gerektiğini işaret eden en önemli nokta, Hermes'in Mısır Bilgelik tanrısı Thot ile özdeş olmasıdır. Bu özdeşlik konusunda tüm bilim adamları fikir birliği içindedir. Ayrıca "Thot'un Yazıları" düşüncesinin çok eski olduğu açıktır. 18. Sülale zamanında revaçta olan "Ölüler Kitabı" içinde "Thot'un Yazıları" sık sık anılmaktadır. Plutharkos da "Hermes'in Yazıları"ndan söz etmektedir. Tüm bunlara ek olarak, DHWTY (Üç Kez En Büyük Thot) sözcüğü Yukarı Mısır'daki Esna'da bulunmuş ve İ.Ö. III. yüz yıldan kaldığı belirlenmiştir. Ayrıca, DHWTY sözcüğü Sakkara'da bulunan İ.Ö. III. yüz yıllara ait Demotik metinlerde de okunmuştur. Bu yeni bulgular Hermes Trimegistos'u ve Hermetik metinleri Hıristiyanlık öncesine tarihlendirmektedirler.

Hermes Trismegistus - Johann Theodor de Bry

Genellikle Thot kültünün en çok Ptolemiler döneminde yayıldığına inanılmaktadır. Oysa, bin yıl önceki döneme ait "Ölüler Kitabı"nda Thot son derece önemli bir konuma sahip olan ve en çok dua edilen tanrıydı. Fakat, eski Thot kültü ile Hermesçilik arasında kesin bir ayrım çizgisi çekilmesinin nedeni, Hermesçiliğin soyut Platoncu felsefesidir. Önceki dönemlerde Mısırlıların soyut din kavramları oluşturabilmesi olanaklı görülmemiştir. Oysa bu kanı da yanlıştır. İ.Ö. II. Bin yıla tarihlendirilen "Memfis Teolojisi" adlı metinler bu kanının yanlışlığına kanıttır. Bu metinlerde, tanrı Ptah evreni önce kalbinde yaratmakta, sonra konuşma eylemiyle gerçeğe dönüştürmektedir. Bu anlayış, Platoncu ve Hıristiyan "Logos" (Kelam) anlayışına dikkat çekecek ölçüde benzemektedir. Mısır dininde Thot yazının mucidi, matematiğin başlatıcısı, tılsımlı sözlerin ustası, Tanrısal konuşma eyleminin ve hatta evrenin yaratıcısı olarak görülüyordu. Bu son iki özelliğiyle Thot, "Memfis Teolojisi" metinlerindeki Ptah ile özdeşleşiyor ve sonradan gelişen Platon felsefesi ve Hıristiyan teolojisindeki "Logos" kavramına da uygun düşüyor.

Thot ya da Hermes Trimegistos, tüm farklı yönleriyle, "iki katlı" felsefelerdeki bütün önemli rolleri üstlenebilir. Tanrıların babası ve yüce akıl olarak "Gizli Tanrı" olabilir. Harekete geçiren güç ve "Logos" olarak "Demiurgos" rolünü alabilir ve nihayet Tanrı'nın iki unsurunu birleştiren ve ayıran "Kutsal Ruh" olabilir. Ancak, sonraları baskın duruma çıkan gelenek Hermes'i bir filozof ya da ahlak eğitmeni olarak yorumlamaktaydı.

Bu durumda, Hermes'in tanrılıktan bilgeliğe dönüştürülmesi ile karşılaşıyoruz. İ.Ö. III. yüz yılda Platon yazının, sayıların, astronominin kurucusu olarak Thot'tan söz etmiş, Thot'u hem bir tanrı, hem de bir bilge olarak görmüştür. Abdera'lı Hekaistos ise, Hermes-Thot'u büyük bir bilge olarak tanımlamıştır. Tanrıların zaman içinde ölümlü bilgeler durumuna dönüştürülmesi tüm dünya inanç sistemlerinde görülen bir olgudur. En önemli tanrıları, Mısır'ın ilk firavunları olarak gören gelenek İ.Ö. XIII. yüz yıla kadar geri gitmektedir. Ancak çoğunlukla bu gelenek, tektanrıcılığın ya da tektapımcılığın (Monolatria) ortaya çıkmasıyla ilişkilendirilmektedir. Bunun nedeni, tekel savına dayanan inançların, diğer tanrılara hoşgörü ile bakamamasıdır.

Özetlemek gerekirse; Neo-Platonculuk ve Gnostisizm öncelikle Mısır'da, büyük ölçüde Helenleşmiş Mısırlılar arasında, kurumsallaşmış Mısır dininin yıkılmasından sonra yayılmışlardır. Bu akımların ve müritlerinin oluşmasında Hermesçi düşünceler önemli bir rol oynamış ve merkezi bir yer tutmaya devam etmiştir. Thot-Hermes kültü Mısır dininde her zaman önemli olmuştur; fakat özellikle İ.Ö. II. bin yılın ikinci yarısında gittikçe daha önemli duruma yükselmiştir. Hermetik yazılar yani "Thot'un Yazıları" kavramı oldukça eskidir. Ne var ki, günümüze kalmış haliyle bu metinler, bunalım içindeki Mısır dinini temsil etmekte ve Mısır dışından aktarılmış düşünceleri de içermektedir. Büyük olasılıkla Hermetica'nın kapsamında İ.Ö. VI. yüz yıldan İ.S. II. yüz yıla kadar uzanan bir süre boyunca yazılmış yazılar mevcuttur. Yine de, göreceli olarak geç bir dönemde yazılmış olmasına karşın Hermetik metinler, çok daha eski dönemlere ait birçok dinsel ve felsefi düşünceler içermektedir ve esas olarak Mısır kökenlidir. Son dönemde kaleme alınmış yazılarda Helen etkisinin olduğu kuşkusuzdur. Ancak, Hermetizmin kökeninin Yunan'da aranması anlamsızdır. Zira Pythagorasçı ve Platoncu Helen felsefesi Mısır dinine ve düşüncesine çok fazla bağımlıdır. Bu da, Hıristiyan teolojisinin kökenini, Ari ırktan Helen düşüncesine değil, Mısır'a bağlamaktadır.[1]

KAYNAKLAR :

[1] Martin Bernal, Black Athena-The Afroasiatic Roots of Classical Civilisation, Vol. I. Encyclopedia Britannica
[2] Gizli ilimler kütüphanesi

Devamını Oku »

HERMESÇİLİĞİN ETKİSİ




Hermesçiliğin Etkisi

Hermesçiliğin Dinlere, Felsefeye, Gizemciliğe ve Masonluğa Etkileri

Hazırlayan: Thamos

Başlangıç

İ.S. IV. yüz yılın sonlarında Ortodoks Kilisesi, Gnostizmin kökünü büyük ölçüde kazımıştı. Neo-Platonculuk bir süre daha sürmüş, Mısır'ın 630 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden önce, o da ortadan kalkmıştı. Bu iki akımın silinip gitmesine karşın, bilginin simgesi olarak Hermes Trimegistos, hem Hıristiyanlık hem de Müslümanlık içinde yaşamaya devam etti.

Hıristiyan Kilisesi, bir taraftan eski pagan tanrıların yeni inanç döneminde de yaşamasına izin veriyor, diğer taraftan bunların önemini azaltabilmek ve evcilleştirebilmek için, eski tanrıları birer bilgeye dönüştürüyordu. Örneğin, tanrıça "Neit-Athena" AzizeCatherine, "Horus-Perseus" Aziz George ve "Anubis" Aziz Christopher olarak Hıristiyanlığa katılıyorlardı. Ne var ki Thot-Hermes'in, Mısır bilgeliğinin simgesi Hermes Trimegistos olarak Kilise dışı kalmış olması oldukça ilginçtir.

İslam'da Hermes Trimegistos, İdris peygamber olarak insanlaştırılmıştır. İdris, Kur'an'da dürüst bir peygamber olarak yer almaktadır. İslam geleneklerinde de, Hermes Trimegistos "filozofların babası" ve "kendisine üç kere hikmet verilmiş kişi" olarak geçmektedir. Bir diğer İslam geleneğinde, üç ayrı bilge kişi olarak yer almaktadır; bunlardan biri Tufan öncesi Mısır'da, diğerleri Tufan sonrasında Babil ve Mısır'da yaşamış olarak kabul edilirler. İslam'da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.

Yahudilik, çok öncelerden beri, hem ezoterik kültlere, hem de "Gizli Tanrı" ve "Demiurgos" kavramlarını çağrıştıran iki katlı bir felsefeye sahipti. Örneğin, Esseneler kendilerinin, sıradan insanlara ve hatta Kudüs'te yaşayan rahiplere bile verilmeyen bazı bilgilerin sahibi olduklarını savunuyorlardı. Esseneler ile Hıristiyanlık arasındaki kuşku götürmez ilişkiler epeyde tartışılmıştır. Essenelerin cinsel oruç ve ortak topluluk yaşamı konusundaki yaklaşımları ile Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki manastır keşişliği arasındaki benzeşimler dikkat çekicidir. Hem Esseneler, hem de ilk dönem Hıristiyanlar popülizm, Mesihçilik ve şiddet eğilimi konularında birleşmektedirler.

Mısır'da yaşayan ve giderek Helenleşen Yahudiler arasında ise, Eski Ahit bilgeliğini ezoterik ve gizemci yorumlar sayesinde, Platoncu Mısır düşüncesi ile bütünleştirme yolunda bir eğilim vardı. Bu eğilim İ.S. I. ve II. yüz yıllarda "Yahudi Gnostizmi" diye adlandırılabilecek bir gizemci ve ezoterik akıma yol açtı. Bu akım Hermesçiliğin anahtar unsurlarının çoğuna yer vererek "Tanrı'nın Tahtı", "Gök Arabası" ve Tevrat metinlerinin içerdiği gizemli ve numerolojik gizler gibi, tümüyle Yahudilere özgü ilgi alanlarının yani Kabala'nın gelişmesini sağladı.

Kabala, Rönesans döneminde Hermesçilik ile içiçedir. Güney Fransa ve İspanya'da XII. ve XIII. yüz yıllarda görülen Yahudi gizemciliğindeki gelişmenin büyük ölçüde Hermesçilik ve uzantılarının Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'da yaşamayı sürdürmüş olmasıyla açıklanabilir.

Güney Fransa yani Languedoc yöresi, Hıristiyanlık ile İslam arasındaki sınırda bulunmaktadır. Bu bölge aynı zamanda İslam yönetimi altında yaşayan Sefarad Yahudileri ile Hıristiyan yönetimi altında yaşayan Aşkenaz Yahudileri için de bir kavşak noktasıdır. Avrupa Hıristiyanlığının karşısına çıkan en radikal sapkınlık olan Katharizmin bu bölgede ortaya çıkması bir rastlantı değildir.

Katharizm, içersinde iki ayrı sınıf bulunduruyordu; bir yandan "Credentes" adı verilen sıradan inananlar, diğer yandan "Perfecti", yani yetkinliğe ermiş olanlar vardı. Perferti, düşünsel evrene ulaşabilmek amacıyla kendilerini maddi evrenden soyutlamaya çabalıyorlardı. Katharizm, açıkça iki ayrı inananlar sınıfını içeren bir inanç dizgesi idiyse de, temelde bazı Hermetik gelenekleri de bünyesine alıyordu. Ancak, esas olarak İran'a özgü Zerdüşt ve Mani inançlarından türemiş keskin bir düalizme sahipti. Bu düalist yaklaşım Tanrı-Şeytan, iyilik-kötülük, ruh-beden gibi kozmik güçlerin sürekli çekişmesi ve birbirini dengelemesi üzerine oturtulmuş bir felsefeydi.

Katharizmin ve Kabalanın hemen aynı dönemlerde, birbirine çok yakın bölgelerde gelişmiş olmaları çarpıcıdır ve bu bölgenin toplumsal ve kültürel niteliklerinde olağanüstü yönler olduğunu ortaya koymaktadır. Doğal olarak Katharizm ile Kabalanın birbirlerini etkilemiş olduklarını düşünmek gerekir. İki akım arasındaki benzerlik toplumsal yapı açısından da ilginçtir. Perfecti sınıfının Credentes tarafından desteklenip, sadakatle korunması gibi, Kabalacı hahamlar da sağladıkları manevi yararlar sayesinde Yahudi cemaati içinde korunuyorlardı. Katharların kökünün Katolikler tarafından kurutulmuş olmasına karşın, Kabalacılar böylesi bir tehlike ile karşılaşmadılar. Kabalacı akım, 1492 yılında tüm Yahudilerin İspanya'dan kovulmasına kadar, Yahudiliğin ezoterik bir unsuru olarak gelişmesini sürdürdü.

Kabala ezoterik bir sistemdir, zira belirli sınırların aşılması ve Eski Ahit metinlerinin "derin" okunuşu söz konusudur. Bu da, kaçınılmaz olarak, metinlerin yüzeysel okunuşundaki tarihselliği ve ortodoks Yahudiliğin akılcılığını reddetmeyi gerektirir. Kabala, yoğun sezgi ve inceleme ile ulaşılabilen bir gizemin araştırılmasıdır. Kabala aynı zamanda Hermesçilikte görülen tüm kilit düşünce ve kavramları da içerir. "Üçlübirlik", "Gizli Tanrı", harekete geçiren "Logos", "Sekiz Gök Küresi" ve iyi eğitilmiş gizemcinin bu kürelerin ötesine geçebilmesi gibi Kabalacı kavramların tümü Hermetizmde de vardır.

Rönesans'ın en belirgin özellikleri, insanın potansiyellerinin sonsuz olduğu inancı ve insanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşüdür. İlginç olan Rönesans'ın bu düşünceleri Hermetik geleneklerden almış olmasıdır. XV. Yüz yıl başlarında, İtalyan sanat ve bilim adamları, canlandırmaya çalıştıkları eski bilgelikte Hermetik Metinlerin ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu artık öğrenmişlerdi. Asklepius çoktandır biliniyor ve okunuyordu; Hermetik Metinler Arapçadan Latinceye çevriliyordu.

Rönesans'ta Mısır için beslenen tutku, öncelikle Mısır'ın gizemler ve kutsal inisiyasyon törenlerinin kaynağı olduğu inancına bağlıydı. Mısır tüm bilimlerin ve sanatların kaynağı olarak görülüyordu. Rönesans insanları geçmişe ilgi duyuyorlar ve bu nedenle kaynakların ardına düşüyorlardı. Hıristiyanlığın ardında pagan Roma'yı, Roma'nın ardında Helen düşüncesini arıyorlardı. Giordano Bruno'nun belirttiği gibi Helen'in ardında ise Mısır vardı.

1460 Yılında Cosimo de Medicis ünlü filozof, bilim adamı ve çevirmen Marsilio Ficino'dan Yunan filozoflarının ünlü yapıtlarından önce CorpusHermeticum'un çevrilmesini talep etti. Zira Mısır Yunanistan'dan eski, Hermes Trimegistos Platon'dan önceydi. Ficino'nun Floransa yakınlarındaki villasında oluşturduğu yeni Akademi'de bu yeni çeviriler inceleniyordu. Aynı çalışmalar İtalya'nın önemli kentlerinde ve daha sonra Avrupa'nın her yanında ortaya çıkan Akademilerde de yapılıyordu. Bu Akademiler, Platon'un modeline göre oluşturulmuşlardı ama Akademi üyeleri tıpkı Mısır tapınaklarındaki kutsal rahipler gibi örgütlenmişlerdi. Akademilere giriş, Mısır'a dayanan gizemlere ulaşma ve ölümsüzlük kazanma amaçlı inisiyasyon törenleri ile gerçekleştiriliyordu. Rönesans Akademileri örgütlenme biçimi olarak Neo-Platonculara benzemekle birlikte, Platon ve Pythagoras felsefelerine, bilim, sanat ve büyüye hep Mısır açısından bakıyorlardı.

XV. Yüz yılın sonlarında ünlü düşünür ve gizemci Pico della Mirandola, Neo-Platoncu düşünce ve Hermetik gelenekler ile Kabala'yı birleştirdi. Önceden beri ilişkili olan Yahudi gelenekleriyle Mısır geleneklerinin yeniden birleştirilmesi çabasını XVI. yüz yılda Campanella da sürdürdü. Hıristiyanlığın katı kurallarla dolu evrenini aşmakta yaratıcı Rönesans düşünürleri için Mısır ve Hermetizm'den başka bir alternatif yoktu.

Yalnızca 1471 ile 1641 yılları arasında Ficino'nun Hermetica çevirileri yirmi beş, Patritius'un çevirileri altı basım yaptı. Asklepius tam kırk kez yayınlandı. Stapulensis'in Asklepius yorumları on bir basıma ulaştı. 1400 ile 1700 yılları arasında Batılı gezginler tarafından Mısır'ı anlatan iki yüz elli kitap yayınlandı.

Bilginin kaynaklarına ulaşmak için Mısır'a seyahat etmiş olmak, dogmalara saldırmayı bir ölçüde meşru kılıyordu. Örneğin Paracelsus, büyük olasılıkla uydurma olmasına karşın, Mısır'a gittiğini ileri sürüyor, kendi yapıtlarını Hermesçi olarak nitelendiriyordu. Ne var ki Paracelsus, Newton'a kadar sürecek olan bir geleneğin ilk adımıydı. Bu gelenek, Yunan ve Roma tarafından korunması başarılamayan eski Mısır bilgeliğini yeniden elde etmek için deneylere yönelmeyi savunuyordu.

XVI. Yüz yılda Hermesçiliğe ve Mısır'a beslenen ilgi kuşkusuz Rönesans kültürünün en saygı duyulması gereken yönüydü. Hermesçiliğin o dönemde verdiği en büyük ürün, bilimin ve araştırma özgürlüğünün öncüsü Giordano Bruno kişiliğinde ortaya çıktı. Bruno, kendisinden öncekilerden ve çağdaşlarının tümünden daha ileri gitmiş olması bakımından olağanüstüdür. Tüm çabalarına karşın Bruno'dan önceki Hermesçiler, Hıristiyanlık tarafından çizilen sınırlar içinde kalarak, Mısır düşüncesini İncil'de yer alan bilgilerden daha yukarı taşıyamamışlardır. Oysa Bruno, Mısır bilgeliğine ulaşabilmek uğruna, yalnızca Hıristiyanlığın değil, Yahudiliğin bile ötesine geçmeye cesaret etmiş, üstelik bu çabanın hem entellektüel, hem de siyasal açıdan gerekliliğini vurgulamıştır. Bruno, Hermesçiliği katıksız Mısırlılığa döndürmeye çabalamıştır; onun için Hermesçi Mısır inançları aslında gerçek dinin ta kendisidir. Hıristiyanlığın sınırlarını aşan Bruno, inançları yüzünden Engizisyon tarafından yakılarak öldürülmüştür.

Sonuçta, Rönesans düşünürlerinin büyük çoğunluğu özgün ve yaratıcı kaynağın Mısır olduğuna ve Yunanistan'ın Mısır bilgeliğini aktarmada yalnızca aracılık ettiğine ikna olmuşlardı.

Hermesçilik ve Mısır tutkusu tüm XVII. yüz yıl süresince gelişmeye devam etti. Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri diri yakıldı. Onun kurban edilmesinin ardındaki amaç, Kilise'nin doğrudan meydan okumalardan korunmasıydı. Zira XVII. yüz yıl Roma'sında eski Mısır, en etkin entellektüeller arasında saplantı haline gelmişti.

Bu kişilerden biri de Athanasius Kircher idi. Kirsher astroloji, Kabala ve Pythagoras felsefesi ile ilgilenen bir Hermesçiydi ve Hermes Trimegistos'un çok eskilerde yaşadığına kuşku duymuyordu. Mısır'ı "ilk bilgelik" ya da "felsefe" için anayurt olarak kabul ediyordu. Kirscher yaşamını hiyeroglifleri çözmeye adadı; zira bu yazıları yalnızca bir bilgi hazinesi olarak değil, ideal bir simgesel alfabe olarak görüyordu.

Mısır tutkusu yalnızca Katolik ülkeler ile sınırlı değildi. Protestanlar da Mısır ve Hermesçilik ile ilgilendiler. XVII. Yüz yılda Almanya, Fransa ve İngiltere'de ortaya çıkan "Gülhaççılar" bir tür "Gerçek Din" kavramını geliştirirken Hermesçiliği temel aldılar. Gülhaççılar, toplumun gerçek bilgeliğe ulaşmış seçkin bir aydınlar grubu tarafından yönetilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Böylece Mısır rahiplerinden Pythagorasçı kardeşlik topluluklarına, oradan da Platon Akademisine uzanan ezoterik zinciri izlemiş oluyorlardı.

Cromwell dönemi İngiltere'sinde Hermesçiliğe yönelik ilgide çarpıcı bir canlanma görüldü. 1650'lerde, bir önceki yüz yılın tümünde yayınlanandan fazla gizemci ve Paracelsus'çu yapıt yayınlandı. Hermesçilik, siyasal ve dinsel alandaki radikal yenilikçilik ile bir ittifak kurmuştu.1660-1680 Yılları arasında gelişen "Cambridge Platoncuları" da Hermesçi ve Platoncu çevreden geliyordu ve onlar için de Helen uygarlığının en büyük işlevi eski Mısır bilgeliğini kısmen de olsa aktarabilmiş olmasıydı. Cambridge Platoncularının en önemli öğrencisi Isaac Newton'du. Newton'un ne ölçüde Hermesçi sayılabilceği tartışılabilir ama, onun Mısır kaynaklı bir "ilk bilgelik" kavramına inandığı kesindir. Newton "Principia Mathematica" adlı yapıtında, eski Mısırlılardan büyük bilimciler ve filozoflar olarak hayranlıkla söz etmiştir.

Newton çağının ekseni olabilmiş bir kişidir; astroloji, simya ve büyünün egemen olduğu bir dünyada doğan Newton, bu dünyaya veda ederken tüm bunlar saygınlıklarını yitirmişti. Bu değişim, XVII. yüz yıl sonlarında oluşan toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin bir sonucudur. Yeni koşullar arasında Hermesçiliğe pek yer yoktu ama Mısır hala ilgi odağı olmayı sürdürüyordu ve XVIII. yüz yılın ortaları Mısır tutkusunun doruğu oldu.

Aydınlanma akımının önemli kişilerini bünyesinde barındıran Masonların ilgi odağı da Mısır oldu. Masonluğun tarihi, özellikle XVIII. yüz yılda yeniden örgütlenme öncesi dönem oldukça karanlıktadır. Zira Masonluk tarihi, mitolojik bir köken yaratma amacıyla kaleme alınmış yazılardan elde edilen küçük parçalar biçimindedir. Yine de bu parçalardan hareketle bir görüş birliğine varılabilir: Masonluk başlangıçta, Ortaçağ Avrupa'sında katedraller ve diğer önemli yapılarda çalışan duvarcıların oluşturduğu kapalı örgütlerdi; Reform ve Din Savaşlarından sonra dağıldılar; İngiliz Adalarında yaşamayı sürdüren örgüt, "gentleman" (soylu ve burjuva) üyelerin girişiyle farklı bir niteliğe kavuştu ve "Spekülatif Masonluk" oluştu.

Ne var ki, Masonlar XVIII. yüz yıl öncesindeki bu yeni örgütlenmeden önce de Mısır'a ilgi duyuyorlardı. Örneğin; Ortaçağdan kalma bir çok el yazmasında Masonluğu Euclide'in Mısır'da kurduğu kayıtlıdır. Masonlar için, mimarlıkla eşdeğer olarak görülen ve büyük önem taşıyan geometri bilimi, Nil'in taşmasıyla sınır işaretleri kaybolduktan sonra tarlaları ölçmek için Mısırlılar tarafından icad edilmişti.

Rönesans dönemi Hermesçileri ile Gülhaççılar arasında nasıl bir bağlantı varsa, benzer bir bağlantı Gülhaççılar ile Masonlar arasında da bulunuyordu. Bunun kanıtı olarak, bir Gülhaççı olan Elias Ashmole'un aynı zamanda bir mason olduğunun bilinmesidir. Ayrıca, Gülhaççılar ile Masonlar arasında bazı hermetik ilke ve düşünce benzerlikleri de vardı: Her iki örgüt de, evreni simgelemek için Süleyman Tapınağı ve Piramitler gibi yapıların ölçü ve oranlarını kullanarak daha iyi, daha barışçı ve daha hoşgörülü bir dünya yaratacak olan bir Aydınlanmışlar Grubu oluşturma arzusundaydılar.

XVII. Yüz yılın sonlarında Masonluğun İngiltere'deki gelişmesi, dönemin elverişli toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarına bağlanabilir. Gelişen kentleşme ve burjuva sınıfı, soylu sınıfında oluşan değişimler, Restorasyon ve giderek saray dışına kayan politik etkinlikler Masonluk için oldukça uygun koşulları hazırlamıştı. Katolik II. James'in hükümdarlığı döneminde gerçekleşen "Radikal Aydınlanma" sonucunda, önceki dönemin püritenizmi yerini deizm, panteizm ve ateizm gibi daha çağdaş yaklaşımlara bırakmıştı.

çlBöylece Masonluk, İngiltere'de Hermesçi ve Gülhaççı geleneklerden yeni, ama en az onlar kadar radikal bir entellektüel güç olarak ortaya çıktı. Bu yeni akım da "iki katlı" bir felsefeyi savunuyor, seçkinlerin kitlelere özgü dinsel gürültünün ötesine geçmesini arzuluyordu. Siyasal ve entellektüel güç, güvenli bir biçimde Aydınlanmış bir azınlığın elinde tutulmalıydı.

Ne var ki, Masonluğa John Toland gibi aşırı radikaller de dahil olmuştu. Toland, yalnızca Gülhaç ve mason geleneklerini özümsemekle kalmamış, Giordano Bruno'yu da okumuştu. Bruno'nun kozmoloji ile ilgili Hermesçi ve Mısır kökenli düşüncelerini benimsemişti. Bu fikirler ise giderek panteizme hatta ateizme varıyordu. Toland'a göre, teolojik olarak evrenin hiçbir Yaratıcı'ya ya da "Ulu Mimar"a gereksinimi yoktu. Politik olarak da İngiltere'nin bir krala gereksinimi olamazdı. Toland'ın düşünceleri cumhuriyetçi imalarla doluydu. Masonluk içinde, Toland'a karşıt akımı Newton'cular oluşturuyordu. Newton'culuk yalnızca bilimsel olmakla kalmıyor, bilimselliğe uygun olabilecek politik ve teolojik öğretileri de içeriyordu.

Toland, spekülatif Masonluğun kurulmasında, öykü ve ritüellerin oluşturulmasında çok emeği geçen bir kişi oldu. Ancak, 1717 sonrasında bu öykü ve ritlerin standartlaşması sırasında, Masonluğun önderliği Toland'ın fikirlerinden nefret eden Newton'culara geçmişti. Öylesine ki, Masonluğun reforme edilmesinde Toland'ın oynadığı önemli rolün, o dönemde ve sonraları masonlarda uyandırdığı rahatsızlık, Masonluğun standart tarihlerinde Toland'dan hiç söz edilmemesine yol açmıştır.

Newton'cuların tüm çabalarına karşın, Radikal Aydınlanmanın "iki katlı" felsefesi ile Neo-Platoncu bazı yönleri Masonluk içinde yaşamaya devam etti. Tıpkı Hermetizmde olduğu gibi, Masonlukta da üyeler belirli bir standart inancı izliyor, ancak daha yüksek derecelere çıkabilenler Hıristiyanlığı aşıyordu.

Hermesçilik, XVII. yüz yıldan beri Gülhaççılığı, XVIII. yüz yıldan beri de Masonluğun simgesel ritüellerini etkilemeye devam etmektedir. XIX. Yüz yıl sonunda ortaya çıkan Martinizm, Teozofi (Theosophy), Gizlici Canlanma (the Occult Revival), Altın Şafak Hermetik Tarikatı (the Hermetic Order of Golden Dawn) gibi etkin ezoterik akımların arkasındaki itici güç yine Hermesçiliktir. Bu sayılan akımlar da XX. yüz yılda bir tür "Pagan Rönesansı"nın doğmasına yol açmışlardır. Ünlü psikolog C. G. Jung'un insan ruhunun derinliklerini inceleyen yapıtlarının da, içerdikleri Simya simgeleri ve arketiplerle Hermetik özellikler taşıdıkları kabul edilmektedir.

KAYNAKLAR :

Martin Bernal, Black Athena-The Afroasiatic Roots of Classical Civilisation, Vol. I.
Michael Baigent & Richard Leigh, The Elixir and the Stone
Encyclopedia Britannica

Alıntı: www.hermetics.org/Hermes2.html
Devamını Oku »

Yukarı Git