21 Ocak 2016 Perşembe

MİSTİK HAYAT



Mistik Hayat

1- Mistisizm Ve Tasavvuf


Çok değişik şekilleri olan mistisizm, duyu ve akıl dışı bir yolla ulaşılan idrak biçimini, batınî tec­rübe ve şuur hâllerini, bilgilenmenin vasıtasız şek­lini ifade eden genel bir kavramdır. Mistiklik sırf dine has olmayıp, hemen hemen her kültürde, din dışı inanç sistemlerinde de kendisini gösteren ev­rensel bir insanî olaydır. Bu bakımdan, dindar kim­seler kadar, dinsiz ve inançsız, putperest ya da ag­nostik kimseler de “mistik” olabilirler. Onun için, bu karmaşık olayı ancak şekil aldığı dinî ve kültürel çevre tarafından sınırlandırılmış olan somut şe­killeri içerisinde tanımlamak mümkündür. Genel olarak bütün mistisizmlerde ortak olan şey, nihaî hakikatin mahiyetine nüfuz etmek ve şuuruna var­mak için derin iç tecrübelere dalmaya kişiyi yö­nelten “Mutlak aşkı”dır.

Mistisizmin iki türünü birbirinden açıkça ayırdetmek mümkündür. Birincisi, “dinî mistisizm"dir ki, bunun hedefi, her çeşit ferdî öznelliğin üstüne çı­karak  ilâhî   sıfatlar  modeline  göre  bir   ruhî  ger­çekleşmeyi sağlamak için, dünya ile olan bağlan en alt  seviyeye   indirme,   ölümsüz  ruhu   huzura  ka­vuşturma ve sonuçta Allah'la tam bir uyuma ka­vuşmadır.   İkincisi ise  “dindışı”  veya “tabiî”  mis­tisizmdir. Tabiî mistisizmde kişi, kendi kurtuluş ve ruhî gerçekleşmesini, kendi üstünde ulaşmak istediği ve kendisine yardım eden bir Tanrı kabul etmemesi yüzünden,  sırf kendi ruhî güçleri ile özdeşleşerek mümkün kılmaya çalışır.  Dinî mistisizmde hedef, insan beninin  ötesinde  ve  üstünde yer  alan ve “başka” bir mahiyette olan Allah'a ulaşmadır ve bu da ancak yine O'nun yardımı sayesinde olur. Bunda kişi nefsini, birey-üstü bir duruma göre biçimlendirir [527]. İkincisinde ise, beşeri güç ve kabiliyetlerin kendi için­de ve sırf kendi imkanlarıyla elde ettiği bir ruhî ger­çekleşme sözkonusudur.

Bu açıklamalardan sonra Tasavvufun dinî bir mistisizm, İslâm kültüründe vücut bulmuş olan “İslâm mistisizmi” olduğunu ifade etmek müm­kündür [528]. Elbetteki tasavvufu hem diğer dinî hem de tabiî mistisizmlerden ayıran kendine has özel­likleri vardır. Konuyla ilgili müstakil araştırmalar bu hususu açıkça dile getirmektedir. [529]


2- Mistisizmin Tabiatı


Mistik ya da sûfîyi, ortalama insanlardan farklı bir idrak dünyası içerisinde yaşamaya elverişli kılan psikolojik yapı nereden ileri gelmekte ve nasıl oluş­maktadır?  İbn Haldun'a göre temelde insan fıtratı duyular ve akıl üstü bir alanda bilgi ve tecrübe elde etmeye, yücelip tamamen ruhanîleşmeye kabiliyetli bir özelliktedir. Kimi insanlar daha doğuştan hiçbir zorlamaya gerek kalmaksızın tabiî bir şekilde, ki­mileri de çeşitli riyazetler, temrin ve bilgiler sa­yesinde bu ruhanî gerçekleşmeyi sağlama imkânına sahiptirler [530]. Dinî bir kayda bağlı olmaksızın bu yollardan herhangi birisiyle “ruhanî” bir tecrübeye sahip   olmanın   imkânını   sûfîler   de   açıkça   belirtmişlerdir [531]. Hiçbir “ilâhi”lik vasfı taşımayan bu tür bilgi ve idrakler ile sûfîlerin tecrübeleri arasında önemli benzerlikler görülmektedir.

Şuur psikolojisi üzerine yapılan gözlem ve in­celemeler, insanın alışılmışın dışında farklı şuur bi­çimleri   geliştirebileceği   gerçeğini   iyice   teyit   etmektedir [532],  James'in  ifade  ettiği  gibi,   aklî  şuur olarak isimlendirdiğimiz normal uyanık şuurumuz, şuurun sadece özel bir şeklidir; birbirinden bü­tünüyle farklı potansiyel şuur biçimleri vardır [533]. Genel olarak insanda iki temel şuur biçiminin var­lığı kabul edilmektedir. Bunlardan birincisi analitik, diğeri de bütüncüldür. Bu, insanın aklî (rasyonel) ve sezgisel olmak üzere iki farklı yönünü ortaya koymaktadır. Buna bağlı olarak ta “vasıtalı” ve “va­sıtasız”, yani duyular ve akla dayanan ve benlik bü­tünlüğü ile doğrudan doğruya kavranan ve yaşanan iki farklı idrak biçimi sözkonusudur. [534] Mistikte ya­pılanan şuur vasıtasız idrak ve bütüncü kavrayış yönünde özelleşmiş bir görünüm arzeder.

Bu bakımdan bütün tasavvufî ve mistik ekoller, kendini vasıtasız bir sezgi içinde gösteren bir Tanrı veya ulûhiyet (ya da Hakikat) tecrübesini elde et­meye yönelme konusunda ortak özellik gösterirler. Bu tecrübelerde, Allah'la aynı anlama gelsin veya gelmesin, bir çeşit “Hakikat”la birleşmenin vasıtasız algısı, duygusal iç tecrübesi yaşanmaktadır. Mistik şuur, sezgisel idrak ve içsel aydınlanma tec­rübeleriyle yapı kazanır. İbn Haldun, bu tür tec­rübelerin insanı ulaştırdığı sonucu ruhun esas ve zât itibariyle kendisine ait olan varlığı ta­mamlaması, yani “zâtının hakikatına kavuşması” [535] olarak değerlendirirken, bunların özü itibariyle dinî olmayan bir “ruhanî gerçekleşme” olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fakat tabii mistisizmlerle dinî mistisizmler arasında hem amaç ve hem sonuçlar bakımından birtakım farklı özellikleri tesbit etmek de elbette mümkündür [536].

Dinî mistisizmlerin en karakteristik özelliği “Allah'a ulaşma arzusu”dur. Arberry'nin belirttiği gibi, mistisizm, Allah'la birleşmeye doğru insan ru­hunun evrensel arzusunun değişmez bir ifadesidir[537]. Bir başka ifadeyle dinî mistisizm, kendi huzur ve olgunlaşma ilkesini Allah'ta gören insan ru­hunun, kendi geçici benliğini terkederek Allah'ın yol göstericiliğinde yeni bir varlık ve benlik kazanma arzusunun az ya da çok açık ve sürükleyici ifa­desidir. Allah'tan ayrı düşmüş olma, bir mistiğin temel üzüntüsü ve onu harekete geçiren arzunun asıl itici gücüdür. Sûfîler sık sık bu “ayrılık acısı”nı dile getirirler. Gerçekten de mistik, kendi gelişimini, ayrılığın acı tecrübesi içinde gösterir; insan ve dünya ya da insan ve Allah'ı ayıran uçurumu aşmak ister. Eşyanın aldatıcı görüntüsünden vaz­geçerek, ruhunun derinliğinde gömülü ilâhî kı­vılcımı ortaya çıkarmak için, kendi iç derinliğinde yolculuğa çıkar. Mistik için insanî tutkuların çeşitli şekilleri, tek gerçek arzunun aldatıcı kılık de­ğiştirmeleridir; bu, “Allah veya ulûhiyet ar­zusudur.” [538] Çünkü mistiğin gözünde “insan, özü itibariyle Allah'tan kopan bir parçadır;” [539]; bütüne, asıl ve hakiki varlığa ulaşmak, onunla bütünleşmek varoluşun en son gayesini oluşturur. Bu aynı za­manda bütün ızdırapların ve acıların son bulduğu devamlı huzurun da temel şartı olarak gözükür. İşte mistisizm, böyle bir anlayış içerisinde arzu duyulan amaca ulaşmak için şuur ve kişiliğin yeniden bir yapılanışıdır. [540]


3- Mistik Tecrübe ve Dinî Tecrübe


Batılı din psikologlarının birçoğu dinin sezgisel ve duygusal yönüne özel bir önem atfetme eğilimi taşımaktadırlar. Nitekim, dinî tecrübenin ayırdedici vasfının, mistik bir unsur ihtiva etmesiyle değer ka­zandığını ifade ederek, mistik tecrübe ile dini tec­rübeyi aynılaştıranlar vardır. Bir yazısında Clark [541], dinî tecrübeyi diğer insanî tecrübelerden ayırdeden ve   onu   nevi   şahsına   münhasır   biricik   tecrübe hâline koyan şeyin bir mistik unsur olduğunu ileri sürer. Ona göre, tecrübeyi dinî kılan biricik herhangi birşeyin, bizzat tecrübenin kendi kalitesi içe­risinde mevcut olması gerekir. Bu kalite de mistik unsurdur.  Mistik tecrübe içerisinde, diğer bütün insanî tecrübelerden kalite bakımından farklı bi­ricik bir tecrübe vardır. Bu incelemesinde şu genel sonuçlara ulaşır:

a- Mistisizm, psikolojik bakımdan dinî tecrübe olarak tanımlanabilen, elde edilebilir ve farklı en iyi ruh hâlidir.

b- Mistisizm, tek başına hiçbir dinî geleneğe has birşey olmayıp, fakat dinlerin çoğunda merkezî bir fikirdir.

c- Mistisizm, çok köklü kişilik değişmelerine yol açabilmesi bakımından, oldukça derin bir kişilik se­viyesi ihtiva etmektedir.

d- Mistisizm  için  gerekli  olan  potansiyel  doğuştandır. [542]

Tecrübeye dinî nitelik kazandıran şeyin, ya­şanan bu tecrübenin sadece kalitesi ile ilgili olduğu görüşü pek isabetli görünmemektedir. Çünkü belli ruh hâli, ancak dinî bir niyet ve yöneliş içerisinde oluşmuş ise “dinî” olarak değer kazanır; en derin mistik bir ruh hâli hiçbir dinî atıf kaynağına baş­vurmadan da oluşturulabilir. Bu bakımdan mistik tecrübe ile dinî tecrübe arasındaki farkı iyi be­lirlemek gerekir. Dinî tecrübe kendi içerisinde mis­tik bir boyut ihtiva etmekle birlikte bu, mistik tec­rübeyle aynı şey değildir. Dinde tecrübeye dayalı iman hayatı yoğunlaştığı ölçüde mistik karakter de belirginlik kazanır. Fakat inanan her kişide böyle bir yoğunlaşmaya rastlanmaz; hatta hiçbir mistik tecrübe geçirmeksizin dinlerini farklı boyutlarda ya­şayan pekçok insan vardır. Şüphesiz, mistik tec­rübe ile dinî tecrübe arasında yakın bir ilişki ve bağ vardır; bir sûfînin yaşadığı tecrübeler onun dinî duygu ve heyecanlarını, özlemlerini yansıtırlar. Bu­nunla birlikte, dinin dışında bağımsız bir vakıa ola­rak mistik tecrübenin varlığı da bir gerçektir. Onun içindir ki, mistisizmi doğrudan doğruya dine bağlamak yerine onu, insan ruhunun tabiî bir eğilimi, özlemi ve özelliği olarak değerlendirmek daha doğru olur. Din Psikolojisi açısından mistisizmin belli bir önemi vardır; çünkü mistik tecrübe dinî hayata derinlik canlılık ve şevk katmaktadır. Tarih boyunca ve günümüzde dinî alanda temayüz etmiş kişilerin pekçoğunda bâtınî ya da tasavvufi bir boyutun ge­lişmiş olduğu görülmektedir. [543]


4- Mistik Tecrübenin Özellikleri


Mistisizm, ruhî-bedenî bir disipline dayanır. Bunun sonucunda kişi kâinatı ve olayları bir başka idrak cephesinden görmeye başlar. Bu, şuur ve ki­şiliğin köklü bir değişimine bağlı olarak gerçekleşen bir psikolojik süreçtir. Mistisizmin anlaşılmasında önemli hususlardan birisi, mistik tecrübenin özel­likleridir. Genel olarak psikologlar böyle bir tec­rübede şu özellikleri tesbit etmektedirler: [544]


a-  Vasıtasızlık :


Mistik tecrübe, doğrudan doğ­ruya yaşanılan vasıtasız bir tecrübedir. Mistik tec­rübe içerisinde “ben”, kendinden dışarıda bir obje ile, duyular ve aklın rolü olmaksızın, doğrudan doğ­ruya, sanki varlığın merkezinden fışkıran bir hâl içerisinde hedefi ile temasa gelir. Açıklanması ve ifadesi mümkün olmayan bir ilişki hissi duyar. [545]



b- Bütünlük :


Mistik tecrübe, birlik ve bütünlük tecrübesidir. Bu bakımdan onu parçalara bölmek ve tahlil etmek mümkün değildir; çünkü o, va­roluşun bütünlüğünü “ben”in dışında mevcut olan hakikatle  temasa  getirmektedir.   Burada  süje ve obje, müşahede edenle edilen arasındaki fark or­tadan kalkmaktadır. Mistik hâl içerisinde, ne de­rece canlı ve zengin olursa olsun fikir en düşük se­viyeye inmekte ve bu hali yaşayan kişi onu ifade edecek bir vasıta bulamamaktadır; o sadece bu hâli yaşamakta ve onun serbestçe geçişine imkân ver­mektedir. Bununla birlikte mistik hâl içerisinde kişi tabiî şuurdan kopmuş değildir; o andaki çevreye uyum sağlamak zarureti dolayısıyla, bütün uya­rıcılar birbirleriyle imtizaç ederek, tahlil ve bölünme kabul etmeyen bir birlik oluştururlar. İç ve dış tek bir tecrübe konusu hâline gelir. [546]



c-  Aşkınhk :

Hemen hemen bütün mistik tec­rübelerde   zaman   ve   uzayın   aşılmış   olduğu   iz­lenimine rastlanır. Mistik, “sonsuz bir varlık” içe­risinde  yaşar.   Süje-obje  ilişkilerinin  monoton ve günlük varoluşundan ve ferdî benlikten kurtulmuş olduğunu hisseden mistik, kendisini, ferdî benliğini aşan ve onu bütünüyle kuşatan bir “Başka” varlıkla mahrem bir ilişki içerisinde bulur. Bu aşkın şuuru bütün şuur alanını kaplar ve bu yeni hayata uygun şekilde bütün ruhî fonksiyonların yeni baştan dü­zenlenmesine yol açar. İkbâl'e göre [547], süfînin ken­disine  müteselsil zamanın yokluğu  hissini veren sonsuzlukla içten ilişkisi, onun zamanın ötesine geç­tiğini ifade etmez. Mistik hâl emsalsiz olmakla bir­likte,  sıradan tecrübeye şu veya bu şekilde bağlı kalır. Nitekim mistik hâl geçtikten sonra derin bir iz bırakmasına rağmen, kısa bir zaman içerisinde geçip gider ve sûfî tecrübenin tabiî derecelerine geri döner. [548]



d- Sözle  Anlatılamamazhk :


Mistisizm   herşeyden   önce   yaşanan bir “hâl”dir; bunun baş­kalarına aktarılması,  nakledilmesi adeta    im­kansızdır.   Mistik  tecrübe  ânında yaşanan   ilişki, günlük ilişki çerçevelerinin ötesinde, aşkın bir özel­lik gösterir. Bundan dolayı onu kelimelere dökmek ve bu hâli yaşamayan kimselere onun hakkında bilgi vermek pek mümkün görünmemektedir. Mistik hâller fikirlerden çok duygulara benzerler. Bir senfoninin değerini anyabilmek için müzikal bir ku­lağa   sahip   olmak,   aşkı   anlayabilmek   için   aşık olmak gerektiği gibi, bir mistiği anlamak için de, onun  yaşadığı  ruh  hâllerini  yaşamak   ge­rekmektedir. Bir sûfî ya da peygamberin kendi dinî tecrübesine   atfettiği   yorum   ve   açıklama,   baş­kalarına ancak mantıkî önermelerle nakledilebilir; bizzat muhteva ise nakledilemez [549]. Sûfîlerin, “tat­mayan bilmez”  sözü de bu duruma işaret eder. Onun   için   sûfîler   yaşadıkları   hâlleri   anlatırken daha çok teşbihlere, istiarelere, sembollere ve bazı mübhem  ifadelere  başvururlar.   Dışarıdan  kişiler için bunların pek fazla anlamı da olmayabilir. [550]



e- Değişkenlik :


Mistik hâller çoğu zaman ka­rarsızlıklar ve değişiklikler gösteren geçici hâllerdir; bunlar uzun bir zaman sürmezler. Bir defa kay­bolunca, onun gerçek mahiyetinin hafıza tarafından yeniden canlandırılması zordur. Fakat onlar yeniden döndükleri   zaman   tanınırlar.   Her   tecrübe,   ar­kasından ruhu daha zengin, daha gelişmiş bırakır. Tabiatüstü keşiflere hazırlanan sûfînin ruhunda zıt duygu ve  heyecanlar  arasında  gel-gitler yaşanır. Neşe-hüzün,    rahatlık-sıkıntı,    şevk-dert,    heybet-huzur.. gibi teessürî hâller yoğun bir şekilde ken­dilerini hissettirirler. Mistikler bu ikizli duyguların etkisi altında, mutluluğun olduğu kadar, acı ve sı­kıntının da doruğuna ulaştıklarını hissederler. Ta­savvuf ıstılahları bu  çift yönlü ve  değişken  ruh hâllerini anlamamızı sağlayan çok zengin bir mal­zeme  ihtiva etmektedir.   Bununla birlikte,   mistik tecrübenin ileri safhalarında aynı değişikliğe rast­lanmaz.   Son  durumda  temkin,   sükûnet ve  ka­rarlılık hâlleri hâkim duruma geçer. [551]



f- Edilgenlik :


Dikkati bir noktaya toplamak veya bazı ritmik hareketler yapmak ya da daha başka usûllerle gelişen iradeli bir çabaya bağlı ola­rak mistik hâllerin oluşması için bir zemin sağ­lanabilir. Bununla birlikte, şuurun hâli kendi ka­rakteristik biçimini aldığı zaman kişi, iradesinin donup kaldığını hisseder; hatta bazen kendisini üst bir güç tarafından kuşatılmış olarak hisseder. Herşeye rağmen, mistik hâl içerisinde düşünce akımı tamamen durmaz, bundan daima bazı izler kalır ve sonuçta mistiğin iç dünyası tam bir değişime uğrar. [552]


5- Mistik Gelişmede Merhaleler


Mistik hayat, birbiri üzerine katlanan iç tec­rübelerden oluşur. Bu tecrübeler sonucu şuur ve kişiliğin yeni bir yapılanması da gerçekleşmiş olur. Çeşitli yöntem ve uygulamalara bağlı olarak elde edilen bu tecrübeler ve şuurun yeniden yapılanma süreci içerisinde, belli bir sistem dahilinde dü­zenlenen gelişim safhaları bulunmaktadır. Gerek sûfî yazarlar ve gerekse günümüz araştırmacıları “seyr-ü sülük” mertebelerini birbirine yakın şekilde tasvir ederler. [553]



a- Mistik Arzunun Uyanışı :


Mistik yolculuk, daha başlangıçta psikolojik bir değişimle başlar. Bu, kişiyi bütün eski alışkanlık ve davranış ka­lıplarından uzaklaştıran bir uygulamaya bağlı ola­rak yaşanır. Ya da bazı olaylarda görüldüğü gibi, ki­şide “duygusal şok” etkisi yapan bazı durumlar sonucu, esasen her insanda potansiyel olarak va­rolan mistik şuur biçimi kendiliğinden uyanmaya başlar. Tarikat hayatı, kişideki bu uyanışı daha sis­temli   ve   devamlı   hâle   getirmeye   yönelik   düzenlemeler yapar. “Teybe” adı verilen sülûkun bu ilk basamağı, kişiyi şuurun normal yapılanışından dışarı çıkmaya yöneltir. [554]


b- Fizyolojik ve Psikolojik Süreçleri Kontrol Altına Alma :


Yüksek gerçekliklerin idrakine ula­şabilmek için mistik, şuur alanını meşgul eden her tür fizyolojik ve psikolojik iç oluşumları denetimi al­tında tutmaya yönelir. Az yemek, az uyumak, de­vamlı   oruç   tutmak,   perhiz  yapmak   gibi  bedenî riyazetlere başvurur. Belli bir süre insanlarla olan ilişkilerini de en alt seviyeye indirerek, ıssız bir kö­şede halvet ve uzlete çekilir. Burada tam bir inziva hayatı yaşamağa çalışarak, bütün duyu organlarını dış uyarıcıların etkisinden korumaya  çalışır.  Dış uyarıcılar kadar, içgüdüler ve geçmişe ait hatıralar ve hayallerin etkisinden de sıyrılmaya çalışır. Bu arada hayal ve düşünce akışını tamamen denetim altında tutarak, dikkatini tek bir konu üzerinde yo­ğunlaştırarak,   bunun   dışındaki   herşeyle   ilgisini keser. Tasavvuftaki “zikir”, yani belli bir kelime ya da ifadenin sürekli tekrarlanması, arzu edilen bu yoğunlaşmayı sağlar. Sûfî, şuur alanını her tür iç ve dış uyarıcıların etkisinden arındırdıktan sonra, sadece “Allah” ya da benzerî bir kelimeyi sürekli tekrarlayarak,   tek yönlü  bir  düşünce  akışı  elde eder. Böylece dünyevî ilgi ve zevklerden uzaklaşma, beşerî arzuların şuur üzerindeki bozucu etkilerini ortadan kaldırma ve ilâhî hakikatları tam alıcı du­ruma geçmeye yardımcı olur. [555]



c- Vecd ve Aydınlanma :


Vecd, mistikte beşerî vasıfların tamamen silindiği bir durumda ortaya çıkan kendinden geçiş, kendinden dışarı çıkmadır. Bu, dünya ile ilginin tamamen kesilmiş olduğu bir hâldir. Dış dünya hakkındaki şuurun yok olduğu bir âna kadar uzanır. Bu hâl içerisinde, dış dünya ile açık bir bağlantısı ve benzerliği olmayan görme, işitme, temas, zevk vs. şeklinde içe doğuşlar olur. Mis­tik bunları, yüce bir âleme ait işaretler ve gerçekler olarak değerlendirir. Vecd esnasında bedene yan­sıyan birçok etkiler müşahede edilir ki, bunların ba­zılarının histeri ve sara hastalarının nöbetlerinde gö­rülen belirtilerle dışdan benzerlikleri sözkonusudur. Vecd ânında mistikte duyu organları işlemez bir hâle gelir; hassasiyet, acı ve ağrı duyumları kaybolur. Bazan çok soğuk bir havada terden sırılsıklam ol­duğu görülür. Vücutta kasılmalar, kısmî felçler, tit­remeler ve kaskatı kesilme, donma gibi hâller gö­rülür. Buna karşılık mistik kendi iç dünyasında da olağanüstü tecrübeler yaşar. Duyu ve düşünce or­ganlarının kısmî veya tam boşlukta kalması ile or­taya çıkan psişik fenomenleri de şu şekilde sı­ralamak mümkündür: Mistikte, zamanla mesafe kavramı değişikliğe uğrar; olaylar çok hızlı ge­çiyormuş gibi gelebilir veya sonu gelmez bir süre uzayabilir, uzaklıklar ve duruşlar değişir. Beden, pek genişleyip kocamanlaşır gibi olur veya küçülüp, hemen hemen bütünüyle yok olur gibi gelir, ağır­lığını kaybeder. Mistik, ayaklarının yerden ke­sildiğini, boşlukta yüzdüğünü hisseder. Farklı bi­çimlerde ve durumlarda suretler, şekiller, hayâller, renkler ve acaib şahısların görüntüleri ile karşılaşır. Bunlara zaman zaman “nur” görüntüleri de katılır. Mistik bazen üstten kendine doğru inen, bazen de kendinden yukarılara doğru yükselen nurlar mü­şahede eder; bazan da vücudunun her yerinden nur­lar fışkırdığını hisseder. Yazılan, anlaşılan ve idrak edilen kitaplar görür. Arı vızıltısına, rüzgar ve kuş seslerine benzeyen sesler işitir. Güneş ve yıldızları olan semâlar ve bu semâlarda kutsal yazıların gö­rüntüleri ile karşılaşır. Bunları okuyup anladığını hisseder. Bu hayâl ve görüntüler karşısında mistik bazen büyük bir korku ve ürperti ile sarsıldığını, şid­detli kuvvet ve sıkıntılarla göğüs göğüse geldiğini hisseder. Bazen ise büyük bir sevinç, rahatlık ve tat­min duyar; manevî güç ve kudretinin çok fazla artmış olduğundan kesinlikle emin olur [556]. Vecd ânında mistik tamamen Allah'ın varlığı tarafından kendisini kuşatılmış hisseder. Vecdinden uyandığı zaman, yaşadığı bu tecrübelerden birçoğunu unu­tur. Fakat kalbinde onların bıraktığı izlerin tatlılığı devam eder. Gördüklerinin doğruluğuna kesin ola­rak inanır. Bu durum rağbet, aşk, şevk ve muhabbet duygularının uyanmasına yol açar. [557]



d- Birlik Hayatı :


Vecd hâli, onu yaşayan mis­tikte psikolojik bir boşluk meydana getirir. Sûfîlerin “fena”, Budistlerin “nirvana”, Hıristiyanların “ruhun karanlık gecesi” dedikleri şey, kişinin dünya ile olan ilgilerden olduğu kadar, kendi ferdî benliğinden de bütünüyle vazgeçme  durumudur.   Şahsî irade ve benliğin bu erimesi mistiği, arzu ettiği asıl gayeye ulaştıran   bir   merhaledir.   Bu   gaye   şüphesiz   ki, Allah'a ulaşma ve Allah'ın birliği ve sıfatları içe­risinde erimedir. Kendi benliğinden bütünüyle sıy­rılma sonucunda, Allah'tan başka hiçbir varlık his­sinin    duyulmadığı,    herşeyin    Allah'da,    Allah'la birlikte ve Allah vasıtasıyla bir ve tek olarak al­gılandığı bir hâl  olarak yaşanmaktadır. Sûfi ya­zarların “vahdet, tevhid, cem, fena” gibi kavramlarla dile getirdikleri şey bu tecrübe basamağından baş­kası değildir. Bu hâl içerisinde sûfî, bütün varlık âlemine Allah'ın hâkim olduğu, O'nun dışında hiçbirşeyin mevcut olmadığı duygu ve izlenimine sa­hiptir; bilinen ne varsa bunların hepsinin Allah'tan olduğuna inanır.

Birleşme, aynı zamanda nefis tasfiyesinin son durağıdır. Kendi nefsini bütün dünyevî arzulardan temizleyen sûfî, artık Allah'ın birliğinde bir varoluş duygusunu yaşar. Şüphesiz bu bir “aynîleşme”dir; ancak özde değil sıfatta bir birliktelik hâlidir. Hucvirî bu hâli, ateşin içine bırakılan bir nesnenin onun sıfatlarını kazanmasına benzetir.

“Ateşin gücü ve hakimiyeti dahilinde bulunan şey, onun kahrı ve tesiri ile onun sıfatı üzere bulunur, onun vasfını ka­zanır. Şüphesiz Allah'ın değiştirme gücü, ateşinkinden daha büyüktür. Bununla birlikte, ateş demir cevherini değiştirmeksizin sadece sıfatına etki eder; demirin özü ve cevheri asla ateş hâline gelmez.” [558] Yani hangi gelişme basamağında olursa olsun insan insandır, Allah'da Allah'dır; birleşme hâlinde de bu esaslı gerçek değişmez.

Bu tecrübeyi, bir sarhoşluktan sonra ayılma hâline benzetenler de vardır. Ancak bu dünyevî plânda değil, bir başka âlemde ayılmadır, Benlik yoktur, fakat açık bir idrak, bir başka şuur hâli var­dır. Ben ve sen hayâlini aşan ve birliğe ulaşan cezbe hâlindeki sûfî, kendisinin herhangi birşey ol­duğunu inkâr edebileceği gibi, kendisinin herşey ol­duğunu (Ene'1-Hak) da iddia edebilir. Bu hâl içe­risinde sûfî, bütün eşyayı bir olarak görür. Kendisini de, kendi nefsine dikkatini yöneltebildiği takdirde, bütünün bir parçası olarak görür. [559]



e- Normal Hayata Dönüş :


Birlik tecrübesi, insanî kişiliğin ilâhî plânda yeni bir yapılanışını tam olarak gerçekleştiren sonuca sûfîyi ulaştırır. Bundan sonra tecrübenin tabiî seviyelerine geri dönülür. Fakat artık eski benliğin izleri kalmamıştır; sûfîde sabit bir şuur hâline gelen Allah arzusu, diğer bütün insanî arzuları etkisiz ve önemsiz hâle getirmiştir. Bir başka deyişle sufî kendinde yok olmuş fakat Allah'da varolmuştur.  Bu  durumda  onun bütün davranışlarının  motivasyonunda Allah  arzusu ve sevgisi tek etkin faktör olarak işlemektedir. Sûfî bu gelişmeler sonucunda    kendisini tam bir ruh sükûneti, huzur ve tatmin içerisinde bulur. Bir yan­dan riyazet ve mücahedenin güçlüklerinden kur­tulmuş,  diğer   yandan   ise   sürekli   değişen   ruh hâllerinin sarsıcı etkileri son bulmuştur. Bu onda, herşeyin yerli yerine oturduğu ahenkli bir dünya al­gısı ve “temkin” içerisinde bir kişiliği doğurur. [560]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yukarı Git