5 Mart 2016 Cumartesi

ZAMANIN TARİHİNDEKİ GİZ : DUYGULAR



Zamanın Tarihindeki Giz: Duygular
Pleiades Öğretileri-Barbara Marciniak

Bu evrende yaşayıp da henüz insan duygusunu keşfetmemiş olanlar var. Dünya’nın en eski ülkelerini ziyaret edip başka zaman ve mekanların yaratılarına baktığınızda bu yerlere özgü frekans ve titreşimleri hissedebilirsiniz. Orada anahtarlar olduğunu bilirsiniz, orada mesajlar olduğunu -bir zamanlar varolmuş olanın içinde yüzeye çıkacak bir şeyin saklı olduğunu bilirsiniz. Aynı şekilde, insanlar da içinde evrenin evrimi için çok değerli olan bir şey gizlidir. Bu veriyi şifreler ve temel sayılar olarak adlandırıyoruz. Bunlar, bu evrende yaşam biçimlerinin yeniden yaratılışı ve üretiminin parçaları olan ışık formülleridir.

Bilgiler, zamanın çok gerilerinde DNA’ları yeniden düzenlendiğinden beri insanlardan gizlendi, unutturuldu. Tarihin uzak bir geçmişinde insan türü canlıydı ve çok farklı bir biçimde titreşiyordu. Bu dönem unutuldu ya da kimileri tarafından rafa kaldırıldı. Dediğimiz gibi, karantina altındaydınız, yeni çağlar geldiğinde sizin burada olduğunuzu neredeyse unutacakları kadar uzun bir süre zamanın zindanlarında kaldınız.

Ancak unutmayanlar da var. Sizi, bütün bunları değiştirmek, hafızayı geliştirmek ve insan varlığının değerini yeniden yaratılışın ön planına getirmek üzere göreve yolladılar. Size ihtiyaç var çünkü pek çok başka türün hiçbir fikrinin olmadığı bir şey taşıyorsunuz: duygu. Tıpkı sizin kendi benliklerinizi çok boyutlu bir varlığın bütünlüğü ve zenginliğine getirmek için birlikte çalışmanız gerektiği gibi bütün evreni yeni bir oktava -ileriye uzanış ve yeni bir alanın yaratılmasına- fırlatmak için çalışanlar var.

Zaman Bekçileri bilginin nerede saklı olduğunu biliyor. Siz bulundunuz, onu ışığa çıkarmak üzere siz seçildiniz. İnsan DNA’sının tarihinin üzerindeki kilidi açmakla görevli olanlarınıza yardımcı olmak için zamanınıza ilerledik -ya da bizim zaman periyodumuza göre geriledik. DNA’yı kendi varoluşunuzda yeniden düzenlenmek ve sonra da Yaşayan Kitaplığın bir parçası olmanıza yardım etmek için buradayız.

Söylediğimiz gibi, Dünyada olanlar pek çok yeri etkileyecek. Düzene girmeleri ve bu evreni kimliğinin anlıksal farkındalığına ulaştırmaları için bazı evrensel güçleri yeniden yönlendirmek üzere bu zamanda buraya enerji gönderiliyor. Dünyada gerçekleşen zaman tarihinden çıkarılmış bir giz gibidir ve duyguyla ilgilidir bu. Bu duygu armağanında bolluk ve zenginlik vardır. İçinde, çok çeşitli gerçekliği aşarak çok çeşitli farkındalık durumlarından geçme, bu durumları deneyimlemeye ilişkin inanılmaz bir yetenek barındırır. Duygu, belirli enerjilerin kendilerini gerçekleştirirken bir araya gelmesini, birbirine bağlanmasını sağlar. Duygu olmaksızın bu bağ olamazdı.

Bu evrende çok eski varlıklar var; buranın taşıdığı anlamı kavramış olan varlıklar. Çağlar boyunca çalıştılar. Bizim sistemimize göre bile daha yaşlılar ve erkek ya da kadın olmasalar da, sizin kavramlarınızla büyük bilge erkek ve kadınlar olarak onurlandırılıyorlar. Bu sistemde Varoluş Bekçileri olarak düşünülüyorlar. Kaptanın gemiyi kullanması gibi gereken hareketleri yerine getirerek sistemi idare eden onlar. Bu evreni yörüngesinde tutuyorlar, işleri bu. Tıpkı sizin de bir işinizin olması gibi onların işi, evreni keşif yörüngesinde yönlendirmek. Başka evrenlerle bağ kurmak zorunda olduklarını kendi öğrendikleriyle keşfettiler ve yola çıktılar.

Enerjiyi yeni deneyime fırlatmak ve göndermek için bir plan var. Bu zamanda Dünya ve onunla eşzamanlı olarak varolduğunuz bir dizi diğer sistem, yoğunlaştırılmış bütün kimliklerin tek bir tanesinde anlaşılması amacıyla duygunun yeniden ortaya çıkışına aracı oluyor. Tıpkı sizin ne olabileceğinizi keşfetmeniz gibi evrenler de bir araya gelip birlikte çalışarak neler yapabileceklerini keşfediyor. Neyin olacağına ilişkin hiçbir önyargı yok. Bu, yeni alan.

Bütün bunların anahtarı duygudur. İnsan olarak sizi ruhsal benliğinize bağlaması için duygularınıza ihtiyacınız var. Duygu, maneviyatı anlamada esastır çünkü duygu hissetmeye hayat verir. Duygusal bedenle ruhsal beden gibi zihinsel bedenle fiziksel beden de birbirlerine sıkı bağlarla bağlıdır. Elbette ruhsal beden, fiziksel sınırlamaların ötesinde varolur. Fiziksel olmayanı anlamak için duygulara ihtiyacınız var, bu gezegende duyguların böylesine kontrol altında tutulmasının nedeni de bu. Kendinize duygusal olarak pek dar bir alan tanıdınız ve güçsüzlük ya da korku duygularınız teşvik edildi.

Çoğunuz acı verici olabileceği için bu duygusal engellerin ötesine geçmek, kişisel engellerinizin arasından ilerlemek istemiyorsunuz. Elinizde olsa “hokuspokus” deyip uzaklaştırmak isterdiniz. Acı, hissetmenize yol açar. Eğer başka bir yoldan hissedemiyorsanız, kimi zaman dik başlı bir insan olarak kendi dikkatinizi çekmek, yeteneklerinizin ölçüsünü kendinize göstermek ve hayatı deneyimlemek için acı yaratırsınız. Bu şekilde hayatta olmanın zenginliğini hissedebilirsiniz.

Çoğu insan duygusal ya da his merkezinden korkuyor, hissetmekten korkuyor. Ne olurlarsa olsunlar duygularınıza güvenin. Sizi belli bir yere götürdüklerine inanın. Hissetme biçiminiz size farkındalığın kapısını açıyor. Hepiniz yaşamın içinde olmak, aynı zamanda da ondan çekilip alınmak istiyorsunuz. “Bırak sadece burada ve güçlü bir kişi olayım ama hissetmek, işin içine fazla girmek istemiyorum çünkü çok acı veriyor. Tükenip gidebilirim. Hayata güvenmiyorum” diyorsunuz.

Hissetmekten korkmayıp geçmiş yargınızı aşarak kendinize her yoldan hissetme izni verdiğinizde duygu aracılığıyla başka gerçekliklere gidebileceğiniz için muazzam bir atılım gerçekleştireceksiniz. Bırakın başka gerçekliklere geçmeyi, kiminiz, duygularına güvenmediği için hissetmekten, bu gerçekliğe katılmaktan bile korkuyor. Hız kazanmak istiyorsanız duyguları ortaya çıkaracak bir şeyin içine dalın. Kontrolün elinizde olduğunu düşünebilmek için konunun etrafından dolanmaya bir son verin. Ortalık yerine dalın ve görün bakalım kontrol elinizde miymiş.

Nasıl hissedileceğini bilmiyor değilsiniz, duygularınızdan korkuyorsunuz. İçinizi kapladıklarında onlarla ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Güçsüzlük duygusu uyandırıyorlar, böylece duygularınızı bir “Allah kahretsin, beceremedim!” algısıyla birleştiriyorsunuz. İnanç sisteminizde, yüzeye çıkan bir şey duyguya ilişkinse ve acı ya da öfke yaratıyorsa iyi olmadığına dair bir sınırlama var. Duyguların çevresinde ayaklarınızın ucuna basarak dolaşmaya, duygularınızdan kaçmaya son vermenin zamanı.

Öfke bir amaca hizmet eder. Hepiniz ilişkinizin kesilmesini istersiniz onunla, iyi bir şey değilmiş gibi halının altına süpürmek istersiniz. Çürük sebzeymiş gibi davranır, kaldırıp atar, hiç bir amacı yokmuşçasına arka bahçenize gömersiniz. Korkunun bir amacı olduğunu, öfkenin bir amacı olduğunu vurguluyoruz. Kendinize, öfkenizin ifadesine yol açabilecek olan korkularınızı ifade etme ve deneyimleme izni verecek olursanız bir şey öğrenirsiniz. Korku ve öfkeden umutsuzca kaçmak isteyenlerinizin, bu duygulardan gerçekten korkanlarınızın hislerinden alacağı büyük bir ders vardır. Onlar sizi kişisel kimlik ve davranış sınırlarınızın ötesine geçirecek tekniklerdir. Korktuğunuz, bunu deneyimlemek.

Çoğu zaman bütün istediğiniz, kabul edilmek. Belirli şeyleri yapmanız ya da belli biçimlerde hissetmeniz halinde kimsenin sizi sevmeyeceğini hissediyor, kendinize bu belirli duyguları yaşama iznini vermiyorsunuz. Öfke işte buradan kaynaklanıyor. Öfkelisiniz çünkü neyi yapabilip neyi yapamayacağınıza ilişkin yargılarda bulunuyorsunuz. Eğer kendinize hissetme izni vermezseniz öğrenemezsiniz. Duygular sizi yaşama bağlar.

İnsanlarda bir dizi amaca hizmet eder duygular. Hepinizi duygularınıza güvenmeye, duygularınızı geliştirip onlara inanmaya çağırıyoruz. Eğer bu oyunu ciddi bir şekilde oynuyorsanız, duygularınızın, gitmeniz gereken çok boyutlu gerçekliklere yolculuk biletiniz olduğunu anlayın. Çok boyutlu gerçekliklerde kendinizin birçok çeşitlemesini bir arada tutup onlara odaklanmayı öğrenirsiniz. Duygular, özellikle de güvendiğiniz duygular sizi buralara kadar götürebilir. Duygularınıza karşı çoğunuz kuşku dolu ve buyurgansınız. Bazı duygulara öne çıkma izni vermiyor ya da ortaya çıktıklarında sizi nereye götürdüklerini, size ne sunduklarını gözlemlemiyor, sadece yargılıyorsunuz.

Bir şeyden korktuğunuz için kendinizi onu deneyimlemekten alıkoyuyorsunuz, “Oraya gidersem kötü olur”, diyen bir duvar çekiyorsunuz. Frene basıyorsunuz. Gerçekte, korkunuz deneyimi er geç sizin gelişim alanınıza çekecektir çünkü her düşünce, arkasındaki duygusal etkiye göre biçim almaya eğilimlidir. Onun için kimi zaman yapılacak en iyi şey sadece, “Allah kahretsin, gideceğim işte oraya. Teslim oluyorum” demektir. Sonra olduğunuz yerle ilgilenin ve hissetme merkezinizde bulundukça merkezlenme konusunda tasalanmayın. Eğer, hissetme merkezini sürekli olarak kontrol altında tutmaya niyetlenirseniz, sınırları ve inanç sistemlerini yıkacak olan duygularla davranmak için gereken hareket serbestisini tanımamış olursunuz kendinize.

Öfkenin amacı vardır. Öfke amaçsız değildir, acı amaçsız değildir. Hepsi de sizi bir şeye doğru götürür. Hissetme merkezinize gidip olanakları araştırırken orada merkezlenmeyi öğrenmek için niyette bulunabilirsiniz. “Burada merkezleneceğim” derseniz, hiçbir harekete izin vermeyecekmişsiniz gibi olur. Bunun yerine sadece merkezlenmişlik isteyin. Merkezlenmişlik, hiçbirşeyin kıpırdamaması demek değil, şeylere hareket etme izni vermeniz demektir. Teknenin devrilmeye hazır mı olacağına yoksa sakin sularda mı bulunacağına siz karar verirsiniz. Biner ve olaydan sert ya da yumuşak bir sürüşle çıkarsınız. Duygularınız başkalarının besini değil, kendi benliğinizin besinleridir. Kendinizi böyle besler, kimliğinizi yaratırsınız. Bu, sizin duygulardan geçen frekans şeklindeki kimliğinizdir. Duygular, sizi ve varoluşa çağrı mektuplarınızı besler.

Sınırlarınızın her biriyle uğraşmanız gerekecek çünkü yapmak istediğiniz bu. “İyilik perisi, beni sınırlayan her şeyi puf diye ortadan kaldır!” demek isterdiniz. Ne kadar kolay olurdu böylesi. Bu, hissetme merkezinin çevresinden dolanmayı istemenin klasik örneğidir. Kendinize bu sınırları koyarken, size yardımcı olan çeşitli duygusal inançlarınız ya da hisleriniz vardır. Onun için, bir sınırı ortadan kaldırırken önce onu oraya koyan duyguyla yüzleşmeniz gerekir. Duygusal bedeniniz kanalıyla ruhsal bedeninize bağlanırsınız. Güç olan bir şeyin çevresinden dolanmak isteyebilirsiniz, ancak içinden geçen yolunuzu hissetmeniz gerekir.

Zor şeyleri halının altına süpürmek isteyebilir, zorluklar sizin için değerli taşlar gibiyken, “Bu işe girişmek istemiyorum”, diyebilirsiniz. On binlerce sınırınız bile olsa düş kırıklığına uğramayın. Sadece, “İlginç”, deyin. Koyduğunuz sınırlara bakın, sövüp saymak yerine nasıl geldiklerini ortaya çıkarıp çıkaramayacağınızı araştırın. Hangi amaca hizmet ettiklerini görün -bu malları hangi bakkaldan aldığınızı.

Bir şeyin varlığını kabul edip tanıdığınız ve bırakmaya razı olduğunuzda, o şey yerinden hareket eder. Asıldığınızda, korktuğunuzda ya da “Bu sınırlamayı seviyorum; bana çok iyi hizmet ediyor” diye düşündüğünüzde kendinizi engellersiniz. angely-sveta.ru

Duygularınızı sevmeyi öğrenmek zorundasınız. Bir şeyi zor olarak nitelendirdikçe onu siz zor kılarsınız. Başka birisi değil. Gerçekleşen değişimlere siz direnir, siz yargılarsınız onları. Neler olduğunu bilmediğinizi hisseder, denetimin elinizde olmasını istersiniz. Kontrol son derece uygun, pratik bir şeydir. Süper yapıştırıcı gibi doğru yere, doğru zamanda uygulanmak zorundadır. Yanlış yerdeki süper yapıştırıcının pek yararı olmaz. Hiç elleriniz ya da dudaklarınızı yapıştırmak için kullandınız mı? Denetimi süper yapıştırıcıyı kullanır gibi uygulamayı öğrenmek zorundasınız. Süper yapıştırıcıyı elinize yüzünüze bulaştırırsanız gömülü kalır, hiçbir şey yapamazsınız. Kontrol da böyledir; yapışmanızın gerekmediği bir şeye saplanır kalırsınız. Neyi kontrol edeceğiniz ya da etmeyeceğinize karar verirken son derece seçici olmak zorundasınız. Eski insan davranışı kalıbı ya da mevcut paradigma, “Kendine hakim ol!” der.

Işık Ailesi’nin üyeleri olarak sizler bir uyanış yaşıyorsunuz. Duygularınıza ihtiyacınız var. Duygularınızla dost olmak zorundasınız çünkü duygular yoluyla çok boyutlu benlik ve on iki çakra sisteminin basamaklarını tırmanabilir, ortaya çıkardıklarınızı araştırabilirsiniz. Duygular yoluyla bir şeyin sürüp sürmediğini söyleyebilirsiniz. Eğer beden duyguyla bağlantıda değilse, mantıklı zihin içinde bulunduğu süreçten kopacaktır. Duygu frekans değişikliğini algılar. Mantıklı zihin ise frekans değişikliğini algılamaz.

Frekans değişikliğinde bir uyanış bekliyorsunuz. Yaşamınızın birçok yönünü değiştirmeye, çoğu şeyden vazgeçmeye yönlendiriliyorsunuz. Değişimlere direnmeyin ve kendinizi kontrol dışı hissedin çünkü neyin geleceğini bilmiyorsunuz ve duygularınız sizi avucuna almış görünüyor. Duygularınız sadece bir şey göstermek istiyor size. Duygularınızın araya girdiğini ya da sizi zor durumda bıraktığını düşündüğünüz için de bundan hoşlanmıyorsunuz.

Aklınızı kullanın. Bu duygusal durumlardan birine gireceğiniz anda kendinize hemen şunları söyleyin: “Tamam. Neler olduğunu biliyorum; bu kez tuzağa düşmeyeceğim. Öğreneceğim, değiştireceğim bir şey var burada. Bana yol gösterildiğinde, bir planı izlediğime inanıyorum. Onun için yargılamayarak ve kendimi akışa bırakarak yaşadığım şeyde benim için ne olduğuna bakacağım. Bütün değişimlerimin sevinç, güvenlik ve uyumla sonuçlanmasını diliyorum. Kararım budur. Niyet ettiğim evrimimdeki her şey bununla karşılansın; sevinç, güvenlik ve uyum deneyimleyeyim. Bu enerjiyi ele alıyor, benim için neyin değiştiğine, neyi bırakmam gerektiğine bakıyorum.”

Anılarınız eksiksiz değilse ve kendinize karşı güven geliştirmemişseniz, değişme hazır hale getirildiğinizde neler olduğunu anlamadığınız için kendinizi kapatırsınız. İnsanlar için hissetme merkezine güvenmek ve onunla çalışmak şarttır. Eğer birtakım şeyler hissetme merkezini harekete geçirir, sizi de tedirgin ederse, hoşlanmadığınız duygularla yüzleşin. Sizin özünüz bu. Duygular, onlardan kimliğiniz konusunda çok şey öğrenebileceğiniz mücevherleriniz, hazineleriniz, değerli taşlarınızdır. Atlama tahtanızdır ve onlarla işiniz hiç bitmez. Onları bir kenara itip, “İğrenç! Böyle olduğum zamanki kendimi sevmiyorum!” diyemezsiniz. Ancak, gerçekliği bu şekilde algılayan “siz”i değiştirebilirsiniz. Uyanışınız sürdükçe ve kim olduğunuza ilişkin geniş bir anlayış kazandıkça geriye, oradaki varlığa bakabilir ve o zamanlar kim olmuş olduğunuz konusunda yepyeni bir algılayışa sahip olabilirsiniz. Devam eden bir süreçtir bu. Bunu karşılıklı birbirinizde görmeye başlayacaksınız.

Kendi “malzemelerini” yaşayan dostlarınızı onurlandırın ama süreçlerinin bir parçası olmayın. Eğer burada öğrenmeniz gereken bir şey varsa olun ama başkalarının dramalarını uzatmalarına yardımcı olmayın. “Malzemeyi” yaşamanın zamanı, ondan 365 gün sahnelenen bir oyun yaratmanın değil. Öykülerinizi bir kez, iki ya da üç kez anlatmanızı ve orada bırakmanızı öneririz. Herkese herşeyi anlatmanız gerekmez çünkü başkalarının da tezgahta kendi “malzemesi” vardır. Anlıyor musunuz? Sürekli kendi “malzemenizden” söz ederseniz, söylediğiniz şeyi yapmak ve görmek yerine konuştuğunuz için bu noktayı gözden kaçırırsınız. Sizinle ilgili olan her şey üzerine herkesle konuşmak, dikkat çekme isteğinizden kaynaklanır, buna ise ihtiyacınız yok.

Olaylar sürer gider, işiniz tam anlamıyla hiçbir zaman bitmez onlarla çünkü “malzemenizdirler” sizin. Herhangi bir şey sizin için yaşandığı anda acı vericiyse gelecekte benzeri bir durumla karşılaşacağınızı ve daha önce hiç olmadığı gibi bir şefkat duygusu kazanmış olacağınızı garanti ederiz. Durumu bütünüyle yeni bir bakış açısından göreceksiniz.

Gündeme gelmekte olan şeyler, sizi başlangıçta gerçekliği algılamaktan alıkoyan şeylerdir. Bunlar, içinde otoyol sisteminin ağır hasar gördüğü, bilginin akmadığı, bundan ötürü acı duyduğunuz ve duygusal acıyı fiziksel beden diline çevirdiğiniz duygusal bedeninizin parçalarıdır. Hepinize beden çalışması öneririz. Beden çalışmasının konusu enerjiyi dışarıdan, kozmostan bedeninize getirmek, diğer -zihinsel, fiziksel, duygusal ve ruhsal- bedenlerinize akıtmak ve enerji ağına uygun hale sokmaktır. Enerji ağı gerektiği gibi olduğunda, hücre hafızasını tıkamadığınız, enerjiye bedeninize girme izni verdiğinizde, enerji çakralarınızdan geçerek bedeninizi bilgisiyle besler. Korktuğunuzda, kapalı olduğunuz, başka birisini suçladığınız ya da yadsıma içinde olduğunuzda saplanır kalırsınız. O zaman ışık bedeninizde aksa bile enerji ağına uymaz. Böylece kaos içinde olursunuz, herkes sizden uzak durmak ister çünkü kaosu yansıtırsınız. Kaos içinde olmakta sakınca yoktur. Sürekli içinde kalmadıkça kaosun yanlış hiçbir yanı yoktur.

Duyguyu yadsıdığınızda psişenizde büyük Yeryüzü değişikliklerinin olmasını istersiniz. Orda bir hortum, burada bir tayfun, şurada burada küçük bir yanardağ püskürmesine izin verdiğinizde duygularınıza kendini ifade özgürlüğü tanırsınız. Böylece duygularınız kişisel çevrenizde gemi azıya almazlar.

Hissetmek sizi insanlığınıza bağlayan şeydir. Hissetmek, sizi duygularınıza bağlayan şeydir. Bu varoluş alanında duygular sizi ruhsal bedeninize bağlar. Söylediğimiz, duygular ya da hislerin bu gerçeklikte canlı olmanın anahtarları olduğudur. Pek çok başka gerçeklik, duygular olmaksızın varolur ama bu gerçeklikte onlar sizin en büyük armağanınız. Eğer bu yaşamınızda duygusal benliğinizi yadsırsanız şunu anlamanız gerekir ki şansınızı kullanamadınız. Eğer duygusal benliğinizin parçası haline gelmezseniz sözünü ettiğimiz oyunu asla oynayamazsınız. Bütün olacağınız, televizyonun karşısına geçmiş kendisini durmaksızın kurban gibi hisseden kalabalıktan biri olmaktır. Duygusal bedeninizde bir acı hissettiğinizde kendinize orada acının olduğuna neden inandığınızı, acının hangi amaca hizmet ettiğini ve duygularınız yoluyla acı yaratmayı neden seçtiğinizi sorun. Seçiminiz neden sevinç yaratmak değil? Her şey seçimdir. Bunu size anımsatma gereksinimi duyuyoruz.

Devamını Oku »

İNSANLIĞIN KENDİ YÜCELİĞİNİ İDRAK ETMEKTEN BAŞKA KURTULUŞU YOKTUR - BEYAZ KİTAP (RAMTHA)





Olan her şeyi nasıl bilebileceğinizi anlamak için, önce şunu anlamalısınız ki her şey Tanrı zihni olan düşünceden kaynaklanarak var olmakla kalmaz, ama her şey kendi varlığının düşüncesini tekrar Tanrı zihnine gönderir.

Her şeyin çevresinde bir ışık alanı vardır. Bir ışık hâle-siyle çevrelenmemiş hiçbir şey mevcut değildir, çünkü o düşüncenin imgesini tutar ve düşünülen ideali madde formunda yaratır. Bu ışık alanı vasıtasıyla her şey varlığının düşüncesini Tanrı zihni olan bilinç akımına, ya da düşünce ırmağına geri gönderir.

Halıya, bitkiye, ışığa, ayakkabınızın derisine bakın. Ellerinize ya da bir başka varlığa bakın. Bunların ortak noktası nedir? Hepsi var olmaktadır. Ve varoluşlarından dolayı, her biri varlığından sadece kendi varlığının düşüncesini değil, ayrıca çevresindeki her şeyle ilgili farkındalığını da yayar. Buna toplu algılama denir. Halı, içindeki renklerin ya da üzerinde kimin oturduğunun farkındadır, bitki içinde bulunduğu odanın farkındadır; ve bu farkındalık, onu kuşatan ışık vasıtasıyla bilinç akımına gönderilir. Ve her an bu farkındalık değişecektir, çünkü her şeyin onun içinde var olduğu düşünce ırmağı, yani Tanrı daima genişler ve daima devinim halindedir.

Bu ve tüm diğer evrenlerdeki her yıldız sistemi, her toz zerreciği, görünen görünmeyen her varlık, varlığının düşüncesini Tanrı zihnine -yani, çıktığı yere- geri gönderir. Her şey düşünceye geri yayılır. İşte her şey böyle bilinir.

Bilinebilecek her şeyi bilme yeteneğine nasıl sahipsiniz? Fiziksel bedeniniz aura denen harika bir ışık alanıyla çevrilidir. Aura, bedeninizin maddesini kuşatan ve onu bir arada tutan ışık alanıdır. Kirlian fotoğraf tekniğiyle, bilim adamlarınız aura'nın ilk ışık alanının fotoğrafını çekmeyi başardılar. Ancak, bedeninizi çevreleyen daha büyük elektromanyetik alanlar vardır; çünkü aura elektrik yoğunluğundan -yani, bedeni çevreleyen mavi ışıktan- düşünce sonsuzluğuna dek uzanır.

Aura, varlığınızın Öz'üdür. Varlığınızın Tanrısı olan Öz' ünüz, Tanrı zihnine, yani her şeyin bilindiği bilinç akımına doğrudan bağlıdır. Aura'nın bir bölümü, pozitif ve negatif elektrumun oluşturduğu güçlü bir elektromanyetik alandır. Elektromanyetik alanın ötesinde, elektrum artık bölünmez. O artık saf enerji olan bölünmemiş ışık alanıdır. Bu ışık alanı tüm düşüncelerin biliş ırmağından bu büyük ve güçlü alana akmasını sağlar. Hangi düşünceleri bileceğinizi sizin düşünce süreçleriniz belirler, çünkü aura'nızm elektromanyetik bölümü düşünüşünüze uygun olan düşünceleri size çeker.

Oz'ünüz, daima hareket halinde olan ve daima değişen düşünce ırmağının kıyısındaki bir elek gibidir. Çevrenizdeki bu ışık vasıtasıyla Tanrı zihninin, yani tüm bilginin bulunduğu düşünce akımının alıcısı durumunda olursunuz. Böylece, tüm bilinç akımının, tüm bilgi ırmağının içinde bulunduğunuzdan, bilinebilecek her şeyi bilme yeteneğine sahipsiniz.

Bilinç bir ırmak gibidir, ve -bedeninizin hücreleri de dahil- bütün benliğiniz sürekli olarak bu ırmaktan beslenir, çünkü düşünce yaşamınızı destekler ve ona inanılırlık verir. Siz bilinç akımından gelen düşünceyle yaşarsınız. Tıpkı bedeninizin besinlerin özünü her hücreye taşıyan kan dolaşmayla yaşaması gibi, tüm varlığınız da bilinç akımından yayılan düşünce cevheriyle varlığını sürdürür.

Varoluşunuzun her anını bilinç akımından gelen düşünceyle yaratırsınız. Sürekli olarak düşünceyi düşünce ırmağından alır, ruhunuzda hisseder, tüm varlığınızı bu duyguyla besler ve genişletir, ve genişlemiş benliğinizin düşüncesini yeniden ırmağa gönderirsiniz, ki bu da tüm hayatın bilincini genişletir. Yaratıcı bir düşünceyi tasarladığınız anda, düşünce hissedilir, ruhunuzda elektriksel bir frekans olarak kaydedilir, ve bu aynı frekans, bedeninizden ayrılarak, başkasının da alıp yaratabilmesi için bilinç akımına gider. Düşündüğünüz ve hissettiğiniz her şeye herkes erişip onu alabilir. Siz onların, onlar sizin düşüncelerinizden beslenirler.

Bilinç akımı, tüm varlıklardan ve her şeyden yayılan tüm düşüncelerden oluşur. Bu bilinci oluşturan düşünceler farklı elektriksel frekanslardadır. Bazdan çok düşük ya da yavaş frekanslı düşüncelerdir, bunlar dünyanızda toplumsal bilinçte ağır basarlar. Yüksek frekanslı düşünceler ise süper-bilincin daha sınırsız düşünceleridir. Bilinç, tüm farklı düşünce frekans değerlerinin toplamıdır, her düşünce değeri her yerden kendisine benzer değeri çeker.

Toplumsal bilinç -havadan daha hafif olan- bir elektriksel düşünce frekansları yoğunluğudur. Toplumsal bilincin yoğunluğu, ifade edilmiş düşüncelerden, her varlık tarafından duyguyla ifade edilmiş düşüncelerden oluşur, yani, o idrak edilmiş düşünceden, her varlığın kabul edip ruhunda hissettiği ve -aura alam vasıtasıyla- herkesin beslendiği düşünce ırmağına geri gönderdiği düşüncelerden oluşur.

Dünyanız, toplumsal bilincin sınırlı, düşük frekanslı düşünceleriyle besleniyor şu anda. Bu düşünceler çok kısıtlayıcı, çok yargılayıcı, çok sert; çünkü yaşamınız hayatta kalma mücadelesi ya da ölüm korkusuyla -bedenin ya da ego'nun ölümüyle- ilişkili tutumlar tarafından yönetiliyor. Bu yüzden bilinciniz beslenme, barınma, iş, para düşünceleri; uygun ve uygunsuz, iyi ve kötü yargıları; moda, güzellik, kabullenilme, kıyaslama, yaşlılık, hastalık ve ölüm beklentileri tarafından işgal edilmiş durumda. Bu düşük frekanslı düşünceler aura alanınıza kolayca gelirler, çünkü çevrenizdekilerin düşüncelerinde ağır basarlar. Böylece, sürekli olarak çok kısıtlayıcı, durgunlaşmış bir bilincin sınırlı düşünceleriyle beslenirsiniz. Ve bu düşüncelerin sizi beslemesine izin verdikçe, onların hislerini geri göndererek insanın sınırlı düşünüşünü körükler ve sürdürürsünüz.

Büyük kentlerinizdeki bilinç özellikle sınırlıdır, çünkü kentlerde yaşayanların çoğu rekabetçi, zamanın ve modanın esiri olmuş, korku dolu ve birbirlerine karşı hoşgörüsüzdür. Bu yüzden tüm büyük kentleriniz kalın bir bilinç yoğunluğuyla sanlıdır. Buraya başka evrenlerden gelenlerin kentlerinize baktıklarında gördükleri şey çok-renkli ışıklardan oluşan yoğun bir ağdır; bu çok sınırlı bir bilincin, ışık alanı olarak sergilenen düşük frekanslı düşünceleridir.

Süperbilincin yüksek frekanslı düşünceleri, Oluş'a, olmaya, yaşama, uyuma, birliğe, sürekliliğe ait düşüncelerdir. Onlar sevgi düşünceleridir. Onlar mutluluk düşünceleridir. Onlar deha düşünceleridir. Onlar, aslında, bu sözcüklerle bile ifade edilemeyecek sınırsız düşüncelerdir, çünkü sınırsız düşüncelerden kaynaklanan hisler her türlü sözlü tarifi aşarlar.

Yüksek frekanslı düşünceler, insanın durgunlaşmış düşünüşünden uzakta, doğanın bilincinde daha kolayca dene-yimlenebilir, çünkü orada yaşam sade, zamansız, sürekli ve kendisiyle tam bir uyum içindedir. Orada, insanın yargılarından uzakta, kendi bilişinizin kalp atışını işitebilirsiniz.
Bilinç akımından düşünceyi nasıl alırsınız? Aura'nızın elektromanyetik bölümü size düşünce süreçlerinize ve duygusal varoluş halinize uygun olan düşünceleri çeker. Düşüncenin sizi beslemesi için -hissedilmesi ve varlığınızda idrak edilmesi için- önce frekansının düşüp ışık formuna dönüşmesi gerekir. Düşünce, varlığınızın Özü'yle, yani bedeninizi kuşatan ışıkla karşılaştığı anda patlayarak ışık kıvılcımlarına dönüşür; yani, düşünce sizin ışığınızla (aura'nızla) karşılaşınca kendisini tutuşturur. Işık düşüncenin frekansını düşürür; böylece ışık kendine kendi benzerini çeker. Görünmeyen düşünce bir ışık patlamasıyla görünür hale gelir. Düşünce, ışık formunda beyninize girer ve, alınan düşüncenin değerine göre, belli bir frekanstaki elektriksel ışığa dönüşür.

Bir şeyin farkına vardığınız anda, onun düşüncesini al-maktasınızdır. Düşünceyi aldığınız anda, o düşüncenin ışığı beyniniz tarafından alınmıştır. Bazı varlıklar arada bir, genelde göz uçlarıyla ışık kıvılcımları görürler. Çoğunlukla gördükleri, kendi Özleri'nin düşünceyi kabul edişidir. Işığı böyle parlak bir gösteri halinde gördükleri o an, düşüncenin aura alanlarına girdiği ve kendini beyinde sergilediği andır. Eğer gözlerinizi kapadığınızda renk devinimleri ya da genişleyen desenler, şekiller görüyorsanız, düşüncenin beyninize girerken neye benzediğini algılıyorsunuz demektir.

Beyniniz elektriksel düşünce frekanslarının alıcısıdır; farklı düşünce frekanslarını almak, barındırmak ve güçlendirmek üzere tasarlanmış farklı bölümlere sahiptir. Farklı bölümler, düşünceyi barındırma ve elektriğe dönüştürme konusunda, hücre duvarlarındaki suyun yoğunluğuna göre, farklı potansiyellere sahiptir. Bazı bölümler yalnızca yüksek düşünce frekanslarını barındırıp güçlendirebilir; bazı bölümler ise yalnızca düşük düşünce frekanslarını barındırıp güçlendirebilirler.

Yaygın inancın aksine, beyin düşünce üretmez. O sadece bilinç akımından gelen düşüncenin ona girmesine izin verir. O, tanrılar tarafından, özellikle, Özünüz'den geçerek gelen düşüncenin alınıp tutulması amacıyla tasarlanmış bir organdır; düşünceyi elektrik akımına çevirir, güçlendirir ve merkezî sinir sistemi aracılığıyla bedenin her bölümüne -bir anlayış olarak idrak edilebilmesi için- gönderir.
Teknolojinizde, ses yüksekliğini ve hangi megahertz ve frekans düzeyinin alındığını belirleyen ölçüm aletleri içeren radyo alıcıları vardır. Beyin de ölçüm aletleri içeren bir alıcıdır; ancak, belli bir frekansı, eğer beyninizin o frekansı barındırmak üzere tasarlanmış bölümü aktive edilmişse alabilir.

Beyninizin farklı düşünce frekanslarını alabilme yeteneği, hipofîz bezi denen, sağ ve sol beyin yarıküresinin arasında yer alan güçlü bir ölçüm aleti tarafından yönetilir. Yedinci mühür de denilen hipofîz beyninizi yönetir. O, farklı düşünce frekanslarını alıp tutabilmesi için beyninizin farklı bölümlerini aktive etmekten sorumludur. O sizin düşünme ve muhakeme etme kapasitenizi açan, düşünceyi idrak edilmesi için bedeninize yayan, ve daha büyük bir anlayış için onu bir deneyim olarak tezahür ettiren kapıdır.

Hipofiz, "üçüncü göz" olarak da bilinen, çok küçük fakat çok harika bir salgıbezidir. Tabii ki insanın bir üçüncü gözü yoktur; başınızda üçüncü bir göz için yer de yoktur. Hipofiz bir göze benzemez bile. O, dar bölümünde küçük bir ağzı olan, taç yapraklarla çevrili bir armuta benzer. Beyniniz, bu güçlü salgıbezinin işlevleri tarafından, karmaşık bir hormon salgılama sistemiyle yönetilir ve kontrol edilir. Bir iç salgıbezi olan hipofiz, salgıladığı hormonu beyin yoluyla epifiz bezinin ağzına akıtır. Yine bir iç salgıbezi olan epifiz, hipofizin yakınında, alt beynin tabanında, belkemiğinin üzerinde yer alır. Epifiz ya da altıncı mühür, düşünce frekanslarını -bedene yayabilmek için- güçlendirmekten sorumlu ölçüm aletidir. Hipofizden epifize akan hormon salgısı, farklı düşünce frekanslarını alıp tutabilmesi için beynin farklı bölümlerini aktive eder.

Bu iç bezlerden gelip kana karışan hormon salgılarıyla beden işlevleri uyum içinde sürdürülür. Epifiz, bu uyumu sürdürmekten sorumludur. Epifizden gelen hormon salgısı, tüm diğer bezleri hormonlarını birbirleriyle uyum içinde salgılayacak şekilde aktive eder, böylece hormon dengesi yaratır. Bu dengenin düzeyini, epifiz sistemi tarafından alman düşünce frekansları topluluğu belirler. Düşünce frekansları ne kadar yüksekse, bedendeki hormon akışı da o kadar artar. Ayrıca, frekanslar ne kadar yüksekse, epifiz hipofizi hormon salgılaması için o kadar çok aktive eder. Bu da beyni daha da yüksek düşünce frekanslarını alabilmesi için aktive eder.

Bilinç akımından gelen düşünce, varlığınızda nasıl idrak edilir? Düşünce aura'nıza geldiğinde, aura onu tanımlamaz, yani, o düşünceyi yargılamaz ya da değiştirmez; onu sınırlamadan içeri alır. Düşünce beyne ulaştığında, önce akıl ya da muhakeme işlevlerinin yer aldığı ve değişmiş-ego'nun ifade edildiği, beynin sol üst yarıküresine gelir.

Değişmiş-ego nedir? O, insan deneyiminden kazanılan ve ruhta depolanan ve beynin muhakeme bölümleriyle ifade edilen anlayıştır. Yalnızca hayatta kalma mücadelesi veren bir yaratık olarak yaşayan, toplumsal bilincin gölgesinde yaşayan Tanrı/insanın tutumunun bütünüdür. Ve bu toplu bakış, güvenliğine uymayan, varlığın hayatta kalma mücadelesini garanti etmeyen her düşünce frekansını kabullenmeyi reddedecektir. Değişmiş-ego, bedende daha büyük bir idraki oluşturacak düşüncelerin alınıp barındırılmasına izin vermeyi reddeder.

Değişmiş-ego'nun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrilir ve beynin hipofiz tarafından o frekansı barındırmak üzere aktive edilmiş bölümüne gönderilir. Beynin o bölümü, akımı güçlendirerek onu epifiz sistemine gönderir.
Epifiz sistemi, merkezî sinir sisteminizi yönetir. Kendisine ulaşan her düşünce frekansını alıp daha da güçlendirir ve merkezî sinir sistemi vasıtasıyla hücrelere gönderir; belkemi-ğinden geçen merkezî sinir sistemi, elektriksel düşüncenin anayolu gibidir. Epifiz sisteminden gelen elektrik akımı, merkezî sinir sisteminin -su olan- sıvısı içinde akarak belkemiği boyunca her sinir vasıtasıyla bedeninizin her hücresine dağılır.

Bedeninizin her hücresi kan dolaşımıyla beslenir; kan, besinler yoluyla aldığınız enzimlerin faaliyeti sonucunda çıkan gazı hücrelere taşır. Düşüncenin elektriksel akımı hücresel yapılara bir ışık kıvılcımı olarak girer. Bu kıvılcım hücreyi tutuşturur, gazın genişlemesine neden olur, bu da hücrenin -klonlama işlemiyle- kendisini kopyalamasını, bir başka hücre yaratıp kendini yenilemesini sağlar. Böylece, bedenin bütünü o tek düşünceyle beslenir. İşte, bedenin moleküler yapısında yaşam böyle -varoluşunuzun her anında almanıza izin verdiğiniz tüm düşüncelerin etkileriyle- gerçekleşir.
Düşünce sürekli olarak bedeninizin her hücresini besledikçe, tüm bedeniniz onun elektriksel uyarımına karşılık verir -tüm bedeniniz! Böylece, her hücrede deneyimlenen düşüncenin etkisi, bedende bir his, bir duyum, bir duygu yaratır. Bu his sonra kaydedilmek üzere ruhunuza gönderilir.

Ruhunuz bedeninizde hissedilen her duyguyu çok bilimsel bir biçimde kaydeden büyük bir teyptir, tarafsız bir bilgisayardır. Kendinizi duygusal hissettiğinizde, varlığınızın ışık yapısını bombardıman etmiş, beyniniz tarafından kabul edilmiş, ve merkezî sinir sistemi tarafından dağıtılarak bedenin her hücresinde bir duyum yaratan bir düşünceyi hissediyorsunuz demektir. Ruh sonra bu duyumu yeniden başvurabilmek amacıyla bir duygu olarak kayda geçirir, ki buna bellek denir.
Bellek bir hacime sahip değildir; o bir özdür. Bellek görsel değil, duygusal bir birikimdir. Görsel imgeyi yaratan duygudur. Ruh, belleğe görüntüleri ve sözleri kaydetmez; o görüntülerin ve sözlerin duygularını kaydeder.

Ruh, tüm bedende hissedilen düşüncenin yarattığı duyguyu alır ve bellek kaydında benzer bir duygu arar, ve beyninizin "akıl" dediğiniz muhakeme bölümü bu hissi tanımlayan sözcüğü seçer.
Tanımlayabildiğiniz her şey, onunla ilişkili ve deneyime dayanan belli hislere sahiptir. Çiçekleri, onlarla yaşadığınız duygusal deneyimleriniz sayesinde çiçek olarak tanıyorsunuz: Çiçekler denilen yapıları gördünüz, onlara dokundunuz, onları kokladınız ve üzerinize taktınız. Böylece çiçek size belli bir his veriyor. İpeği ipek olarak biliyorsunuz, çünkü onunla -ipek denen anlayışa neden olan- belli duyumları ve duygusal deneyimleri ilişkilendiriyorsunuz. Ruh tüm bu bilgiyi duygusal deneyimleriniz sonucunda kaydetmiştir. Böylece, düşüncenin hissi hissedildiğinde, ruh bu hissi kaydeder ve bellek bankasında -daha önce deneyimlenmiş düşüncelerden edinilmiş- benzer hisleri arar. Sonra bu bilgiyi, düşüncenin tüm bedende idrak edildiğini ve anlaşıldığını göstermek üzere beyninize gönderir. Düşünce sadece beyniniz tarafından değil, tüm bedeniniz tarafından idrak edilir. Sonra beyninizin muhakeme bölümü o hissi tanımlayacak bir sözcük bulmanızı sağlar.

Düşünce nasıl idrak edilir ve bilinir? Duygu yoluyla. Biliş bütünüyle bir histir. Hiçbir şeyin düşüncesi hissedilene dek bilinemez; o ancak hissedildiğinde bir kimlik kazanır. Bir düşünceyi bilmek, onu beyninize kabul etmek ve sonra onu hissetmenize izin vermek, onu tüm bedeninizde deneyimle-mektir. Bilgi herhangi bir şeyin kanıtlanması değil, duygusal olarak soruşturulup anlaşılmasıdır. Bir şeyi ancak içinizde hissettiğinizde, "Biliyorum: Hissediyorum. Biliyorum," diyebilirsiniz.

Tüm bilgiye açılan kapı içinizde, sevgili üstatlar. İçinizde yanan ateş, her atom zerreciğinde, her yıldızda, her hücrede, var olan her şeyde yanan aynı ateştir. Bu aynı ateştir. Tüm yaşamla birliğiniz ışık prensibiyle sağlanmıştır, çünkü ruhunuzda duyguya inanılırlık veren ışık, tomurcuklara, yıldızlara, var olan her şeye yaşam veren aynı ışıktır. Böylece, her şeyi bilme yeteneği içinizde yatıyor. Bir şeyi bilmek, o şeyi, hiçbir anlamı olmayan süslü sözcüklerle ifade edilen akli düzeyde anlamak değildir. Çiçeğin bilişme iç varlığınızla, hislerle erişebilirsiniz. Bir şeyin nasıl düşündüğünü, daima, o-nun yaydığı ve duygu denen frekanstan anlayabilirsiniz. Eğer bir şeyi bilmek istiyorsanız, yapmanız gereken tek şey onu hissetmektir. Hissettikleriniz daima, kesinlikle doğru olacaktır…

Ramtha
Devamını Oku »

RUSYA'DAKİ DAĞLARDA BULUNAN GARİP ESRARENGİZ KAFATASLARININ GİZEMİ




Rusya dağlarında bulunan garip gizemli evrak çantası ve iki adet kafatası. “Komsomolskaya Pravda”  ( 13 Mart 1925 tarihinde kurulan günlük Sovyet ve Rus gazetesi.) ve  “Rossiyskaya Gazeta” gazetelerinin gazetecilerine göre üzerinde “Ahnenerbe” logosu olan bu evrak çantası  çok yakın bir zamanda  Adıge dağlarında bulunmuştur.
Ahnenerbe Logosu


Adıge Kafkasya bölgesinin dağlarında yer alır. Keşifi yapanlar bilim için  SS içindeki en gizli topluluk olan Ahnenerbe amblemli çanta ile bilinmeyen yaratıklara ait iki adet kafa tasını bularak gizli ve doğa üstü  güçler üzerinde çalışmaya karar vermişlerdir.

    Araştırmacılara göre, SS üyeleri antik dolmenlerin gizemi ve  Kishinski Kanyon bölgesinde yüksek doğal radyoaktivilerin sebepleri ile ilgilenmiş oldukları görülmektedir. Ayrıca onların Rusya İç Savaşı(1917-1923) sırasında kaybolan bir yer olan Altın Kuban Rada’yı araştırmış oldukları da muhtemeldir.                                    
                                                                    
     Ayrıca araştırmacılar 1941’de  Adıge topraklarında,  Almanlar tarafından  doğruluğuna, eksiksizliğine hayran oldukları  bir harita bulmuşlardır. Bu buluş uzmanlar arasında geniş bir ilgi uyandırmıştır.  

       Tarihçiler  Kafkasya'daki Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ’nde bulunan Avrupa'nın en yüksek dağı olan Elbrus zirvesine Nazi pankartlarının dikildiği Wehrmacht Edelweiss operasyonu ile ilgili birçok ayrıntıları bilmektedirler. Ancak, Adıge dağlarında bu gizli örgütün amacı neydi?                                                                        

                                                                      Ormandaki Bulgular                                                                                       
Kamennomostsky köyünde bulunan Belovodie etnografik kompleksi içinde, esrarengiz kafatasları ve esrarlı gizli evrak SS tarafından kaydedilmiştir.

“ Yerel adam bana üstünde gizli cemiyet Ahnenerbe armasının olduğu deri saplı büyük kahverengi bir bavul getirdi  ve bu da Belovodye Vladimir Melnikov’un sahibini açıklıyor.Ormanda küçük tahta bir kulubede yaşayan gerçek bir münzevidir, ancak kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyor. Sonra ben onun ormanda gizli bir sığınağı bulup bulmadığını merak ettim.  İlaveten, tüm malzemeleri iyi durumda idi.Örneğin,orada bulunan kibritler bugün hala kullanılabilir durumda. Burayı çok istisnai bir yer buldum.”
Biz açıkça Ahnenerbe resmi amblemini gösteren çantanın kapağının rünik yazılardan oluştuğunu  not ettik.
                                                                                                             
 Ancak onlar bu yerlerde ne aradılar?

 Ahnenerbe’nin tam adı; “ ( Forschungs- und Lehrgemeinschaft das Ahnenerbe e.V.) (Anlamı:Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti) ’dir.  Nazi Almanyası'nda nasyonal sosyalizm ile birlikte, spiritüel, eski Nordik Germen inanışlarını araştıran, Parapsikoloji ile ilgilenen ve Nazi Partisini oldukça etkileyen medyumlardan oluşan gizli örgüt. Bu kuruluş 1939 ve 1945 yılları arasında Almanya'da  Aryan ırkının gelenekleri, tarihini ve kültürel mirasını incelemek için oluşturulmuştur.


Bir askere ait olduğu düşünülen çantanın yanında bir de yüzük bulundu.



Dünyanın gizemli ve bilinmeyen her şeyini araştırıyorlardı, Tibet, Antarktika ve Kafkasya'ya seferler yaptılar ve mutlak gücün sırrı için UFO ile temas aradılar. Hitler Almanya’sı savaşın seyrini değiştirmeye yarayacak  yeni tip silahlar geliştirmekle meşguldü.  Ahnenerbe'de 350 uzman çalışıyordu: yüksek eğitimli, bilimsel kariyerleri olan,  uzmanlardı.
Bazı iddialara göre , savaştan birkaç yıl önce,( Abhazya'da,şimdi ki Karadeniz kıyılarında ) Pitsunda ve Ritsa arasında yol inşa etmek için Almanlar tarafından  SSCB'ye yardım teklif edildi. Yapılan işi bitirdikten sonra, Alman uzmanlar arabaları ile bir boşluğa düştüğünde trajik bir ölümle karşılaştı. O gün bugündür turistler Almanlar tarafından inşa edilen bölgeye akın ediyor.

Ritsa Gölü


"Yaşayan Su" Ritsa

Daha sonra bu stratejik yolun inşasının farklı nedenleri ortaya çıktı.Bir hidrolog  Ritsa Gölü’nün  altında bir mağarada bulunan bir kaynaktan alınan suyun bileşiminin , insan kan plazması yapmak için ideal olduğunu ve bu nedenle oluşturulmuş olduğunu ortaya çıkardı.
“Yaşayan su” “ Gümüş konteynırlarda ilk olarak Abhazya’dan  sahile kadar, sonra da Constance’nin dibinden bir denizaltı ile, son olarak da  uçakla Almanya'ya taşınmıştır”, diye açıklıyor Maykop Devlet Teknoloji Üniversitesinde ekonomi ve şirket yönetimi  bölümü Profesörü olan  Bormotov. Denizden  Ritsa’ya denizaltı için tüneller inşa etmeyi planlamışlar, ancak savaş yüzünden bu planlar kesintiye uğramıştır.

Adigey ile ilgili olarak, Elbrus Dağına tırmanış yapan Wehrmacht 49.Dağ Kolordusunun  Maykop içinde kaldığı bilinir. SS Westland Alayının bulunduğu Dajóvskaya Kazak köyü yakınlarındaki Belaya Nehri vadisinde, Phish PSHE nehirleri ve  tank alayları arasına Almanya ve Nordland yerleşti.
1942 yılının sonbaharında ,çift motorlu keşif uçağı FW-189’a sahip olan Maykop 3 Squadron 14 Filosunun havalimanı , en gelişmiş aletler ile donatılmıştı ve aslında uçan laboratuvarlardan oluşuyordu.

 "Bu, Adıge dağlarında gerçekleştirilen, Ahnenerbe için yürütülen gizli soruşturmayı korumak için yeterliydi" dedi Bormotov. "Merkezi Wehrmacht olan Maykop şehriydi. Oradan Caucasus'taki Alman askeri seferi yürütüldü. 1942 sonbaharında Adıgey dağlarında savunma hatları yoktu ve  Alman askeri gruplarının dağların derinlerine nüfus ettiği durumları biliyoruz. Askerlerin neden Pshekish dağına konuşlandırıldığı belli değildi."


Tanrıların Kafatasları

  Yaklaşık iki sene önce bir grup dağcı, etnograf  Vladimir Melikov'u  Bolshoi Tjach dağındaki bir mağarada bulduklarını iddia ettikleri boynuzlu iki tuhaf kafatasına yönlendirdi. Fosilleşmiş hayvanlara benziyorlardı. Ayrıntılı bir şekilde araştırmaya başladıkça, buldukları tüylerini diken diken etti.
   Kafataslarından birini göstererek,  " Kafanın aşağısındaki parmak kalınlığındaki yuvarlak deliğe bakın,"  dedi Melikov, "Bu omurganın başlangıcı. Ve duruşu yaratığın iki ayağı üzerinde yürüdüğünü gösteriyor. Bir başka tuhaf şey ise kafa boşluğu ve çenenin olmayışıdır. Birkaç boşluğun yuvarlak bir şekilde yayıldığı bir ağız.  Göz çukurları beklenmedik bir şekilde büyük ve iki boynuz şeklinde ayrılarak büyüyorlar. Bununla birlikte yüz kemikleri düz, insansılar ki ( hominid ) gibi."
    Gerçekten alışılmışın dışında buluşlardı.  Bir sonraki kapıda bir ayı kafatası vardı ve onunla karşılaştırıldı. Uzaylıların gizemini ellerinin arasında tuttuğunu düşünmemek mümkün değildi!                                                                            
 Paleontologlar, bulduklarının fotoğraflarını kapitallerine (keşfin para kaynaklarına) yollamalarına rağmen heyecanla karşılanmadılar.  Bunun gibi bir şeyi daha önce görmediklerini kabul ediyorlardı ve dikkatli incelendiğinde  belkide deforme olmuş bir halde su ve kumun içinde ilerleyen keçi kafataslarıydı. Deformasyon olduğu kabul edildiği taktirde, kafataslarının içinde farklı elementlerin senkronize bir şekilde yer alması gerekiyordu.
 Araştırmacılar, bulgularının pek çoğunun Hitler'in "büyücüleri"nin sıradışı eserleri olduğunu kabul ettiler.

 Mitolojistler bulunanların hiçbirinin direkt olarak temiz  olmadığı görüşündeydi. Eski Sümer uygarlığı Annunaki'nin "cennetten gelen" olarak çevrilen ilahi boynuzlardı. Sümer mitolojisine göre, dünyanın oluşumunun bir parçasıydılar.


 Amerikalı yazar Zecharia Sitchin, Annunaki tanımlarına dayanan eksantrik bir yörüngede ilerleyen farazi bir gezegen olan Nibiru'nun yerlileri olduğu görüşündeydi. Astrolojik hareketlere göre, bu gezegen 3600 yılda bir bizim görüş alanımıza giriyordu. Stichin'e göre Nibiru yerlileri, dünyamıza iniyor ve Aborjinlerle bizim için kontak kuruyordu.
 Ivan Bormotov,  "Her türlü versiyonu ve konjonktürü inşa ettik / hayata geçirdik, ancak Adıgey dağında bulunanlar düşünmeyi zorlar" dedi.

Çeviri :   Tolga Yazıcıer - Ersen Değirmenci

KAYNAKLAR :
http://ufosthetruthisoutthere.weebly.com/the-mystery-of-the-strange-briefcase-and-two-mysterious-skulls-discovered-in-the-mountains-in-russia.html

http://www.ancient-code.com/two-alien-skulls-discovered-in-russia-a-secret-nazi-institution-and-the-search-for-the-origin-of-mankind/

http://beforeitsnews.com/conspiracy-theories/2016/01/the-mystery-of-the-strange-briefcase-and-two-mysterious-skulls-discovered-in-the-mountains-in-russia-2473288.html

Devamını Oku »

TANRILARIN ALTINI




BU benim için yüzyılın en inanılmaz, en akla gelmez öyküsüdür. Eğer gördüğüm şeylerin fotoğrafını çekmeseydim bir «Science Fiction Story» den söz edilebilirdi. Oysa bir düş, ya da hayal değil, somut bir gerçek var ortada. Güney Amerika'da, binlerce kilometre çapındaki bir alan içinde herhangi bir zamanda, bilinmeyen kişiler tarafından yapılmış, yeraltı tünelleri bulunuyor. Peru ve Ekvator'daki bu tünellerde yüzlerce kilometre gidildi ve gerekli ölçümler yapıldı. Her şeyden önce bu, ufak bir başlangıçtır ve dünyanın olanlardan haberi yoktur. 21 temmuz 1969'da Arjantinli Juan Morloz, Guayaquil'deki Noter Dr. Gustavo Falconi'ye birkaç tanık tarafından imzalanmış hukukî bir tapu bıraktı. Bu tapu Juan Morioz'i, Ekvator devletinde tünel kâşifi olarak gösteriyordu.

İspanyolca yazılmış olan belgeyi, bir Birleşmiş Milletler tercümanına çevirttirdim. Belgedeki en önemli kısım o inanılmaz şeyle ilgiliydi: «Juan Moricz, Macaristan doğumlu, Arjantin uyruklu, pasaport No: 4361689... Ekvator Cumhuriyeti sınırları içinde, Morona-Santiago kentinin doğu kesiminde insanlık için kültürel ve tarihsel açıdan büyük değer taşıyan yapıtlar buldum. Bu yapıtlar özellikle metal levhalardan oluşmakta, insanlığın şimdiye dek bilmediği ve delillerine rastlamadığı, kaybolan bir uygarlığın tarihsel özetini vermektedirler. Çeşitli biçimlerdeki yapıtlar, bir takım oyuklar içinde durmaktadır. Bu buluşu mutlu bir olanak sayesinde başarmış bulunuyorum. «Bir bilim adamı olarak kendime özgü yöntemlerle Ekvator kabilelerini folklorik, etnolojik ve dilbilimsel yönlerden inceledim...

«Bulduğum yapıtlar aşağıdaki özellikleri göstermektedirler: «1) Çeşitli büyüklük ve renkteki taş ya da metal cisimler. «2) Üzerlerine yazı ve şekillerin işlendiği metal levhalar. Bu levhalar yok olan bir uygarlık hakkında bilgilerle beraber, insanın kökeni ve insanlık tarihinin bir özetini veren düzenli bir metal kütüphaneyi oluşturmaktadır. «Buluşlarım, Medenî Kanunun 665. maddesine göre beni, metal levhaların ve diğer cisimlerin yasal sahibi yapmıştır. «Fakat kanımca, kendi arazim üstünde bulmadığım bu kalıntılar inanılmaz derecede büyük kültürel değer taşıdıkları için, 666. madde gereğince devlet kontrolü altında tutulacaklardır.

" «Ekvator Cumhuriyeti'nin Sayın Başkanı, sizden, bilimsel bir komisyon kurup bulduğum şeyleri denetlemenizi ve onların değerlerini korumanızı rica ediyorum... «Kuracağınız komisyona, sözünü ettiğim yerin tam coğrafî durumunu ve girişini, şimdiye dek orada bulduğum nesneleri göstereceğim...» iMoricz, kendisine uslu birer yardımcı olan ve tehlikeli kabileleriyle arabuculuk görevini başarıyla yerine getiren Peru'lu yerlilerle birlikte araştırmalar yaparken, 1965 Haziranında yeraltı tünellerine rastladı. Yaratılışı gereği kuşkucu bir insandı. Sonuca ulaşmadan herhangi bir açıklama yapmayı doğru bulmadığı için, üç yıl süreyle kimseye birşey söylemedi. Ancak bu yeraltı tünellerinde birkaç kilometre yol alıp ilginç nesneler bulduktan sonra, 1968 ilkbaharında Başkan Valasco IBARRA'nın huzuruna çıkabilmek için izin istedi. Fakat kendisinden önceki bütün başkanların ayaklanmalar sonucu devrildiği bir ülkenin başkanı, müthiş şeyler bulduğunu iddia eden biri için zaman ayıramazdı. Saray yetkileleri bu inatçı arkeologu çok kibar buluyor, ona uzun bir bekleme süresinden sonra, Sayın Başkan'ın kendisini kabul edebileceği garantisini veriyorlardı. Moricz, ancak 1969 yılı için bir randevu koparabildi.

Ve büyük bir acı içinde, yeraltı labirentlerinde sürünmeye devam etti. Juan Moricz ile 4 Mart 1972'de buluştum. Avukatı Dr. Matheus Pena onu telefon ya da telgrafla herhangi bir yerde yakalayabilmek için iki gün uğraştı. Ben, yanımda yeterli ölçüde yazılı material ile bürosunda oturuyordum. Açık söylemek gerekirse, biraz sinirliydim. Çünkü yapılan bütün tanımlamalara göre, Moricz kendisine çok zor yaklaşılabilen, yazı ile uğraşan kişilere güveni olmayan biriydi. Sonunda telgraflardan biri eline geçmişti. Telefon etti. Kitaplarımı okumuş. «Sizinle konuşurum!» dedi. 4 Mart akşamı çıkageldi. Yüzü güneşten kararmış, saçları ağarmış, 45 yaşında, sırım gibi bir adamdı. Konuşmayı pek sevmiyordu. Bunun için konuyu karşısındakinin açması gerekiyordu.

Peşpeşe sıraladığım sorular onu neşelendirmişti. Yavaş yavaş «Kendisinin mağaraları »ndan söz etmeye başladı. • Böyle birşey olamaz! diye bağırdım. • Olur, dedi avukat Pena. Herşey anlat tığı gibi. Gözlerimle gördüm. Moricz, beni oyuklarını ziyarete davet etti. Moricz, Dr. Pena, Franz Seiner (Yol arkadaşım) ve ben bir Toyota-Jeep'e bindik. Yirmi dört saatlik yol boyunca sırayla araba kullandık. Oyuklara varmadan durduk, derin bir uykuya daldık. Sabah uyandığımızda gökyüzü sıcak bir günün ilk müjdesini verirken, hayatımın en büyük serüveni başlıyordu. Morona-Santiago eyaletinin Gualaquiza -S. Antonio- Yaupi üçgeni içinde, yabancılara düşman yerlilerin oturduğu bölgedeydik. Samanlık kapısı genişliğinde bir taş oyuktan içeri girdik. Attığımız her adımla birlikte günışığı da giderek karanlığa dönüşüyordu. Tepemizde kuşlar uçuşuyor, bir esinti hissederek ürperiyorduk. Başımızdaki miğferlerin lambaları ve cep fenerleri yanıyordu. Önümüze bir iniş boğazı çıkmıştı. 80 metre derinliğe kadar inen bir ip asansörle ilk platforma kaydık.

 Bu platformdan aşağı üstüste iki kez daha seksener metre aşağıya inilebilmekteydi. Bilinmeyen, yabancı bir ırkın binlerce yıl önce yaptığı yeraltı dünyasında yürüyüş başlamıştı. Tünellerin hepsi istisnasız köşeli. Bazen dar, bazan geniş. Duvarları dümdüz. Çoğunlukla cilalanmış gibi. Tavanlarda düz. Üzerlerine cam bir örtü çekilmiş sanki. Her halde bunlar doğal tüneller olamazdı. Zamanımızın sığnakları da bunun gibi düz değil mi? Duvarları ve tavanı elimle yokladığımda gülme tuttu beni. Kahkahalarım tünellerde yankılanıyordu. Moricz lambasını yüzüme tuttu ve sordu: • Ne var? Birşey mi oldu? • Şu anda, bana bu işçiliğin baltalarla yapıldığını söyleme cesaretini gösterebilecek bir arkeologu görmek isterdim doğrusu. Artık, yeraltı tünellerinin varlığı konusunda kuşkum kalmamış, içimi büyük bir mutluluk duygusu kaplamıştı. Moricz ve Pena,şimdi içinde bulunduğumuz, yürüdüğümüz koridorlar gibi, Ekvator ve Peru'nun altında yüzlerce kilometre uzunluğunda tüneller olduğunu söylediler. «Şimdi sağa sapıyoruz!» diye seslendi Moricz. Jumbo-jet hangarı kadar büyük bir salonun girişinde durduk. Burası bir dağıtım merkezi ya da, bir malzeme ambarı olabilir, diye düşündüm. Çeşitli yönlere giden tüneller buradan başlamaktaydı.

 Elimdeki pusuladan hangi yöne gittiğimizi öğrenmek istedim, ama pusulanın ibresi hareket etmiyordu. Moricz bana baktı: - Boşuna uğraşma. Burada pusulanın çalışmasını olanaksız kılan ışınlar var. Ben ışınlardan anlamam, onları yalnızca seyrederim. Ama bu durum fizikçiler için ilginç bir araştırma konusu olabilir. Yan koridorların birinin eşiğinde, yerde bir iskelet yatıyordu. Tertemizdi. Sanki bir doktor, öğrencilerine anatomi dersi vermek için bunu dikkatle hazırlamış, ayrıca üstüne altın tozu püskürtmüştü. Kemikler, el lambalarımızın ışığında saf altın gibi parlıyordu.
Moricz, lambaların ışıklarını söndürüp yavaş yavaş kendisini izlememizi söyledi. Ortalık sessizdi, adımlarımızı, nefesimizi, oldukça çabuk alıştığımız kuş uğultularını duyuyordum. Geceden daha zifirî bir karanlık vardı. - Işıkları yakın! dedi Moricz. Dev bir salonun ortasında duruyorduk. Ağzımız açıkta, donup kalmıştık.

Buluşundan gurur duyan Moricz, oyununu öyle güzel hazırlamıştı ki, tıpkı yabancı turistlere, aynı oyunla, kuşkusuz dünyanın en güzel yapıtı olan Grand Place'i gösteren Brükselliye benziyordu. Yedinci koridorun ulaştığı bu isimsiz salon,şaşırtıcı güzellik ve büyüklükteydi. Taban alanının 110x130 metre olduğunu öğrendim. Bu boyutların, Teotihhuacan'daki güneş piramidinin boyutları ile hemen hemen aynı olduğunu düşündüm. Orada olduğu gibi burada da ustanın, o üstün teknisyenin kim olduğu bilinmiyordu. Salonun ortasında bir masa duruyordu. Gerçekten bir masa mı? Belki de; çünkü bir tarafında yedi iskemle sıralanmış. İskemle mi onlar? Öyle görünüyor. Taştan mı? Hayır, taşa benzemiyor. Tahtadan mı? Hiç değil. Tahta olsaydı, binlerce yıl dayanmazdı. Metalden mi? Sanmıyorum. Dokunulduğunda bir cins plastik hissi veriyor, fakat oldukça ağır ve çelik gibi sert bunlar.İskemlelerin arkasında hayvanlar duruyordu. Dev kertenkeleler, filler, arslanlar, timsahlar, panterler, develer, ayılar, maymunlar, bizonlar, kurtlar ve aralarında sürünür gibi görünen salyangozlar, yengeçler. Sanki kalıp halinde dökülmüşler, güzelce ve zorlamasız yan-yana dizilmişlerdi. Tufan resimlerindeki Nuh'un gemisine aldığı hayvanlar gibi çift çift değillerdi. Bir zoologun istediği gibi cins cins, ya da, biyologun istediği gibi doğal evalüsyon sırasına göre de dizilmemişlerdi. Orada, sanki doğa kanunları geçersizmiş gibi, barış içinde duruyorlardı. Burası çılgınlıkların hayvanat bahçesiydi ve tüm hayvanlar saf altındandı. Noterlik belgesinde sözü edilen en değerli hazine, yani metal kütüphane de bu salondaydı.

 Hayvanat bahçesinin karşısında, konferans masasının sol arkasında, yer alan kütüphanede, boyutları 96x48 cm. olan milimetrik incelikte metal plakalar vardı. Uzun ve dikkatli bir kontrola rağmen bu denli ince ve büyük metal kâğıtların nasıl bir maddeden yapıldığını anlayamadım. Yaprakların o inceliğe rağmen nasıl kıvrılmadığı da ayrı bir soruydu. Kitap sayfaları gibi yan yana yerleştirilmişlerdi.Üzerinde yazılar olan her yaprak, sanki düzgün bir makinede basılmıştı. Moricz, şimdiye dek metal kütüphanenin yapraklarını saymayı başaramamış. Ama bunların iki-üç bin kadar olabileceği şeklindeki tahminine ben de katılıyorum. Metal sayfalardaki yazıların ne olduğu bilinmiyor. Fakat ilgili bilim adamları bu eşi olmayan hazineden haberdar edilirse, karşılartırmalı çalışmalar yoluyla oldukça çabuk çözüme gidileceğinden eminim. Kütüphanenin yaratıcısı kimdir, ne zaman yaşadı? Önemli değil. Ancak yardımcıları ile birlikte, böyle çok sayılı, ölçülü metalfolieni yapabildiğine göre yalnızca bir tekniğe sahip değildi; aynı zamanda uzak geleceğe önemlişeyler duyurmak için gerekli yazı sanatını da biliyordu...

Yapıt yerinde duruyor! Metalden yapılması, çağlar boyu, sonsuzda bile okunabilecek durumda kalabilmesi düşüncesine dayanmaktadır... Bakalım yaşadığımız şu zaman, bu denli büyük bir yapıtın sırlarını öğrenmek için, işi ciddîye alacak mı? Bunu yine zaman gösterecektir. Gerçekleri ortaya çıkartabilecek bir eski yapıtın okunması, güzelim, fakat sorularla dolu dünya düzenini tamamen altüst edemez mi? Bütün dinlerin yürütücüleri, yaratıcıya inanmanın yerini, belki de yaratıcıyı öğrenmeye dönüştürebilecek tarihöncesi sırların ortaya çıkmasından korkmuyorlar mı? İnsanoğlu, yaradılış tarihinin, kendisine bir dinsel masal gibi empoze edildiğinden, tümüyle farklı şekilde oluştuğunu öğrenmek istiyor mu acaba? Tarihöncesi uzmanları gerçekten kuşkusuzca ve ciddî olarak asıl gerçeği arama yolundalar mı?Hiç kimse kendi yaptığı gökdelenden kendisini isteyerek yere atmaz. Tünel sisteminin koridorları ve duvarları çıplaktı.

 Luxor civarındaki «Krallar Vadisi»nin derin mezar odalarındaki gibi resimler, dünyanın her yerindeki tarihöncesi oyuklarda rastlanılan süsler (Relyefler) burada yoktu. Onların yerini, adım başında göze çarpan taş figürler almıştı. Moricz'in 12 cm. yüksekliğinde, 6 cm. genişliğinde taştan bir muskası var. Bunun ön yüzüne çocuk eliyle çizilmiş hissini veren, altıgen vücutlu, yuvarlak başlı bir insan resmi kazınmış. Resmin sağ elinde ay, sol elinde güneş vardır. Haydi, bu o kadar hayret verici değil diyelim, fakat iki ayağın bastığı yuvarlak dünya çizimine ne buyrulur? Bu, ilkel resimlerin taşlara oyulduğu zamanlarda, atalarımızın hiç olmazsa seçkin bir zümresinin bir küre üstünde yaşadığımızı bildiklerine açık bir delil değil mi- dir? Muskanın arka yüzü, yarım ayı ve ışıldayan güneşi tanımlıyor. Her türlü kuşkuyu bir yana bıraktım; bu taş muska, tünellerin orta taş devrinde (M.Ö. 9000-4000) mevcut olduğunu kanıtlıyor gibime geliyor. 29 cm. yükseklik, 53 cm. genişlikteki bir başka taş levhada bir hayvan oyması var. Bunun dev bir dinozor olduğunu sanıyorum:: Resme bakılırsa, soyları tükenen bu eski hayvanlar karada, ön bacaklarından daha uzun olan arka bacaklarıyla hareket ediyorlar. Hayvanın kocaman gövdesi (Dinozorlar 20 m. uzunluğundaydılar) bu küçültülmüş resimde bile fark edilebilmektedir.

Ayrıca üç parmaklı oluşları da sanımı kuvvetlendirmektedir. Eğer benzetmem «Doğru» ise, çok garip bir şey olacak. Çünkü bu yaratıklar arz orta çağının ileri tebeşir döneminde yaşamışlardı. Yani bugünkü kıtalar şekillenmeye başladıklarında; bundan 135 milyon yıl önce. Uzun boylu teorilere gitmeden yalnızca şu soruyu sormak isterim: O zamanlar hangi düşünen yaratık böyle dev bir sürüngen görmüştü? Önümüzde taştan oyulmuş bir insan iskeleti duruyordu. On çift kaburga saydım, kusursuz bir anatomiydi bu. Yoksa o çağda insan vücudunu bir heykeltraşa model olsun diye açan anatomistler mi vardı? Wilhelm Conrad RÖNTGEN, X-ışınları adını verdiği «yeni bir ışın türü» bulmuştu.

Bilindiği gibi ancak 1895 yılının olayıdır bu! Bir büroda, pardon, bir kare taş odada Moricz, bir kubbe gösterdi. Kubbenin çevresinde karanlık yüzlü, başlarında sivri şapkalar, ellerinde savurmaya hazır mızraklar tutan, dizi dizi bekçiler var. Sanki kendilerini savunmaya hazırlanmışlar. Kubbenin üstünde uçan, süzülen yaratıklar görünüyor. Cep fenerimin ışığında «romanesk» kubbe girişinin arkasında iki büklüm öne eğilmiş bir iskelet gördüm, İskelet pek şaşırtmadı beni. Asıl şaşırtıcı olan kubbenin modeliydi! İlk kubbeyi Heinrich Schliemann, 1874-1876 yıllarında kuzeydoğu Pelepones'de yaptığı kazılarla «Myken» kalesini ve kentini ortaya çıkardığında bulmuştur. Ve bu kubbe 14. yüzyılın sonunda Achaer'ler tarafından yapılmıştı. Okulda öğrendiğime göre, Roma'daki Pantheon, zaman sonrası dönemin 120-125. yılları arasında, Harian tarafından yapılan ilk kubbedir. İşte şimdi bu kubbeyi en eski kubbe modeli diye tanımlıyorum... Bir taş kaidenin üstünde top burunlu bir palyaço oturmaktadır. Bu küçük adam kulaklarını örten miğferini başında gururla taşımakta. Kulak memelerinde bizim telefonlara benzeyen kulaklıklar var. Miğferin alın kısmında çapı 5 cm., kalınlığı 1 cm. ve üzerinde 15 delik bulunan bir kapsül göze çarpıyor. Boyundaki kolyenin üstünde ise telefon numaratörüne benzeyen delikler bulunuyor. Aynı zamanda cücenin giysisi de çok ilginç. Uzay pilotlarının giysilerin; andırıyor.

İçindeki parmakları tehlikeli kontaktlardan en iyi biçimde koruyan eldivenleri var. Eğer, Madrit'teki Amerikan Müzesi'ni ziyaretim sırasında, kilden yapılmış aynı modelini görmeseydim, kolları arasında motosiklet miğferli, çekik gözlü, çömelmiş bir çocuk tutan kanatlı bir annenin, burada rastladığım figürü üzerinde hiç durmayacaktım. Adı geçen oyuklar ve hazineleri üzerine kitaplar yazılabilir ve yazılacaktır da! Bu kitaplarda pek çokşeyin yanında, üç-beş başlı bir yaratığı tanımlayan, iki metre yükseklikteki taş oyma işlerinden; üzerinde sanki ilkokul öğrencilerinin ilk yazı denemelerini belirten karalamaların bulunduğu üç köşeli levhalardan, altı yüzünde geometrik şekillerin yer aldığı küplerden; bumerang gibi eğik, üzerinde yıldızların kaynaştığı 114 cm. uzunlukta 24 cm. genişlikteki düz sabun taşından da söz edilecektir... Tünelleri kim yaptı; o garip, fakat anlamlı yapıları hangi heykeltraş yonttu, bilen yok. Yalnız bana göre bir nokta açık-seçik ortada: Tünel yapımcıları ile taş işleyicileri aynı adamlar değillerdi. Çünkü bu işlemeler dekoratif amaçtan uzak görünmektedir. Gördükleri ve duyduklarışeyleri taşlara kazıyan adamların, bunları önceden yapılmış yeraltı tünellerinde depo ettikleri olasılığı akla yakındır.

 Bu tarih hazinelerine açılan kapı, hâlâ yalnız birkaç güvenilir kişi tarafından bilinmekte ve vahşî bir kızılderili kabilesi tarafından korunmaktadır. Kızılderililer çalılıklarda saklanmakta, kamışlarından fırtlattıkları zehirli oklarla yabancıların hayatlarını kelimenin tam anlamıyla söndürmektedirler. Moricz, yerlilerin reisi ve uygarlıkla ilişki kuran üç kabile mensubu tarafından dost olarak kabul edilmiştir. Her yıl ilkbahar başlangıcında (21 Martta) kabile reisi tapınmak için, tek başına, birinci platforma kadar inmektedir. Reisin yüzü, tünel girişindeki kaya üstünde bulunan şekillerin kopyalarıyla süslüdür. Tünel muhafızlarının kabilesi bugün bile maske ve oyma işleri yapmaktadır: «uzun burunlu insan yüzleri» (Bunlar gaz maskeleri mi acaba?). Moricz'in dediğine göre, bu yörede bir zamanlar gökyüzünden inen, uçan bir yaratığın kahramanlıkları anlatılır. Fakat kızılderilileri ne konuşmayla, ne de hediyelerle bu oyuklara indirebilmek mümkün değildir. - Hayır! diyorlardı Moricz'e. Orada, aşağıda ruhlar yaşıyor..! Erich Von Daniken...

Erich Von Daniken "The Gold of the Gods" ("Tanrılar' ın Altını") adlı harikulâde kitabında, Ekvator ve Peru' nun altında uzanan "binlerce mil uzunluğunda devasa bir tüneller sistemi" nden sözeder. Birbirleriyle irtibatlı mağaralar ile tünellerin oluşturduğu bu sistem, 1965' de Juan Moricz tarafından keşfedilmişti. Von Daniken' nin anlattığına göre tünellerden biri, içinde som altından yapılma çeşitli türden hayvan heykellerinin yanısıra taş ve metal nesnelerin de bulunduğu muazzam bir hole uzanıyordu.Dahası, üzerinden bilinmeyen bir lisanda yazılımış yazılar bulunan metal plakalar (yapraklar) dan teşekkül etmiş, metal bir kütüphane de mevcuttu. Moricz' e göre bu yazılar, insanlığn tarihi ile kaybolmuş bir medeniyet hakkındaki ayrıntıları içeriyor olabilir. Von Daniken, Ekvator ve Peru altındaki tünellerin "çoğunlukla cilâlanmış gibi görünen" ve pürüzsüz duvarları olduğunu belirtmektedir. Bu tünellerin baltalarla çentilerek değil de çok daha gelişmiş yöntemlerle insa edildiklerini farkına varılmıştı.

Kitabında, tünelleri yapanların ısı (thermal) matkapları ile birlikte elektron ışın tabancaları da kullandıklarını ileri süren Daniken şöyle diyor :

"... Matkap olağanüstü sertlikteki bazı jeolojik katmanlara gelip dayandığında bunlar, iyice nişan alınarak birkaç kez ateşlenen tabancayla parçalanabiliyorlardı. Sonra, zırhlı ısı matkabı, ortaya çıkan blokların üzerine yöneltiliyor ve yıkıntı yığını ısıtılarak sıvı hale dönüştürülüyordu. Sıvı halindeki hava soğur soğumaz elmas sertliğinde bir sır tabakası oluşturuyordu. Bu tünel sistemi su sızmasına karşı emniyetli olacak ve bölmeleri desteklemeye gerek kalmayacaktı." Von Daniken kitabın sonuna doğru, tünellerinn inşa edilmelerinin özel nedeni ile ilgili olarak, çok ilginç bir kuram ileri sürmektedir. Bu, Brinsley Le Poer Trench' in sözünü ettiği ve gerçek bir tehdit teşkil etmiş olan, sismik faaliyetlerin tehlikelerinden çok daha farklı bir nedendir.

Daniken, çok eski zamanlarda bizlere çok benzeyen insanlar arasında bir kozmik savaş olduğunu iddia etmektedir. Görünüşe göre, kaybedenler bir uzay gemisi ile kaçmışlardır. Brinsley Le Poer Trench ise, gemi adedinin birden fazla olması gerektiğini söylüyor.

Sonra, kaybedenlerin, onlara değişik gelen atmosferimiz içinde taktıkları "gaz maskeleri" nden bahsederek dikkatimizi mağaralarda görülen çeşitli miğferler ile solunnun aygıtlarına çekmekedir, Daniken. Von Daniken iddiasını sürdürerek, zafer kazananlar - bunlar bu gezegende kalanlardır - "oyarak yerin derinliklerine doğru uzandılar ve her çeşit teknik gereçle donatılmış bulunan takipçilerinin korkusundan tünel sistemlerini geliştirdiler.", demektedir.

Sonra, düşmanlarının iyice şaşırtmak için, o zamanlar Mars ile Jüpiter arasında yer alan Güneş sistemimizin beşinci gezegeni üzerinde yayın istasyonları kurtular. Bu istasyonlar sürekli olarak şifreli mesajlar yayınlıyorlardı. Von Daniken' in dediğine göre, bu aldatmacaya kanan düşman, beşinci gezegeni dehşetli bir infilâk ile imha etti. İnfilâk eden gezegenin döküntüsü şimdi "Asteroid Kuşağı" dediğimiz alana yayıldı. Bu alan binlerce asteroidden ve ufak taş parçalarıdan oluşmaktadır. Von Daniken' in belirttiği gibi, "...Gezegenler kendilerince infilâk etmezler. Onları biri infilâk ettirir." Bu, çok çekici ve geçerli olabilecek bir fikirdir. Ayrıca, görülüyor ki çok eski zamanlarda kullanılan silahlar günümüzde ve bu çağda kullanılandan daha da öldürücüydüler. Bu açıdan bakılırsa, Zeus ve diğer tanrıların atıp durdukları "yıldırımlar" ın gerçekte ne oldukları konusu da önem kazanır.

"Timeles Earth" ("Zamansız Dünya") adlı kitabında, Lima'yı Cuzco'ya bağlayan ve oradan da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel sisteminden söz eden Peter Kolosimo şöyle yazıyor :
"Kazanç peşinde koşanlara çekici gelebilecek tüneller, büyüleyici bir arkeoloji sorunu olarak da gözükürler. Araştırmacılar, tünellerin, bunları kullanan fakat kökeni hakkında bilgileri olmayan İnkalar tarafından yapılmadığı üzerinde hemfikirdirler. Aslında, bu tüneller insanı öylesine etki altında bırakırlar ki, bazı bilim adamlarının yaptığı gibi, bunların bilinmeyen bir devler ırkının elinden çıkmış olduklarını düşünmek pek de tuhaf kaçmaz."

Eski Güney Amerika' nın Esrarı :

Harold T. Wilkins de "Mysteries of Ancient South America" ("Kadim Güney Amerika' nın Gizmeleri" adlı kitabında, muhtemelen aynı tünel sistemini anlatırken şunları yazıyordu :
"Büyük tünellere yaklaşım yollarından biri de eski Cuzco' nun yakınlarında bulunuyordu ve halâ daha bulunmaktadır. Ancak, keşfedilmeyecek bir şekilde kamufle edilmiştir. Bu saklı yaklaşım yolu, doğudan, 380 millik bir mesafe boyunca Cuzco' dan Lima' ya uzanan muazzam bir ' yeraltı dünyası' na ulaşır! Bu büyük tünel sonra güneye döner ve 9000 millik bir mesafeyi aşarak 1868 yılına kadar Bolivya olagelen toprakların içlerine doğru uzanır! ..."
Wilkins, ayrıca, Batı Hind Adaları' ndaki bazı tünellerden de söz eder :

"Martinik'i ziyaret ettiği zaman Kristof Kolomb'un dikkatini, inanılmayacak kadar eski bir tarihten kalmış olan ve kökeni bilinmeyen, Batı Hind Adaları' ndaki garip tünellere çekilmişlerdi. Şüphesiz, Atlantis' li beyaz ırk, şimdi Batı Hind Adaları olan, fakat çok eski tarihlerde, adının 'Antiller' kelimesiyle hatırlantığı batık bir orta Amerika kıtasının bir parçasını teşkil etmiş olabilecek yerde, muhteşem şehirler inşa etmişti. Asya' nın kadim dünyasının ilginç bir geleneği de, batık ülke ile bir yandan Afrika, diğer yandan da kadim Brezilya arasındn geçişin mevcut olduğu günlerde eski Atlantis' in her yönde uzanan bir tüneller, ve geçitler labirenti şebekesine sahip olmasıydı. Atlantis' te tüneller, ölülerle ilgili kültler ve kara maji klütleri için kullanılırlardı..."

Kolosimo, tünel sistemlerinin dünyanın her yerinde bulunduklarını ileri sürüyordu. Listesine, Güney Amerika' nın ışında Kaliforniya, Virginia, Hawai, Okyanusya ve Asya' yı da katmışştır. Avrupa' da, isveç ile Çekoslavakya' da ve Akdeniz bölgesinde ise Balear Adaları ile Malta' da tüneller mevcuttur .

"İspanya ile Fas arasında, otuz millik bir bölümü incelenmiş olan, muazzam bir tünel uzanmaktadır. Birçok kişi, Avrupa' da bu bölge dışında bulunmayan 'Berberistan Maymunları' nın, Cebelitarık' a bu yoldan geçmiş olabileceklerine inanmaktadır." Kolosimo şöyle devam ediyor:

"Bu devasa (Cyclopean) galerilerin, gezegenimizin en uzak bölgelerrini birbirine bağlayan bir şebeke oluşturduğu düşüncesi bile ileri sürülmüştür."

Denizin altında uzanan bu tünelleri kimler ve hangi nedenden dolayı inşa etmişlerdir? Kadim tünel sistemleri üzerinde Wilkins' in, bize söyleyeceği bazı şeyler daha var : "İç Moğolistan' ın Moğol kabileleri arasında, bugün dahi, tüneller ve yeraltı dünyaları hakkında, kulağa modern romanlardaki kadar fantastik gelen gelenekler mevcuttur. Efsanelerden - eğer böyle denebilirse! - birinin dediğine göre bu tüneller, Afganistan içlerinde bir yerde, ya da Hindu Kuş bölgesinde bulunan ve tufan öncesi nesilden gelen bir yeraltı dünyasına uzanırlar...

Burasının bir ismi de vardır - Agharti. Efsanenin devamı, Agharti' yi benzeri diğer bütün yeraltı dünyaları ile bağlayan bir bağlantılar silsilesi içinde bir tüneller ve yeraltı geçitleri labirentinin uzandığını anlatır - ... Söylendiğine göre yeraltı dünyası, tahıların büyümesini sağlayan ve hayatın uzunluğu ile sağlığa yararlı olan acayip bir yeşil parlaklıkta aydınlatılmaktadır."

Kolosimo, dünyanın bir diğer yerinde de bu yeşil floresanın görüldüğüne dikkati çektiğinden dolayı bu son konu özel bir anlam taşımaktadır. Kolosimo "Timeless Earth" de, Azerbaycan' daki acayip bir " dipsiz kuyu" dan bahseder. Görünüşe göre, kuyunun duvarlarından mavimsi bir ışık çıkmakta ve tuhaf sesler işitilmektedir. Yapılan incelemeler ve keşiflerden sonra bilim adamları en nihayet, tüm Kafkasya ve gürcistan' daki diğer tünellerle birleşen tam bir tüneller sistemi buldular. Belirli bir düzene göre biçimlenmiş olan bu tünelleri tanımladıktan sonra ve bunların Orta Amerika' daki benzerleri ile hemen hemen aynı olduklarını belirledikten sonra Kolosimo, bu tünellerin İran' la ve dahası Çin, Tibet ve Moğolistan tünelleriyle bile birleşen devasa bir sistemin bölümü olduklarından söz eder.

Esrarengiz Yeşil Işıkla Aydınlatılmış Mağara Sistemleri

Şimdi, acaip bir yeşil parlaklıkla aydınlatıldığı söylenen Agharti adındaki bir yeraltı dünyası üzerine Walkins' in anlattıklarına dönersek, bu konuda Kolosimo' nun da söyecekleri vardır :

"Tibetliler, tünellerin kentler olduğuna inanırlar. Bunların sonuncusu, muazzam bir afetten sağ kalanlara halâ daha sığınak vazifesi görmektedir. Bu bilinmeyen kişilerin Güneş' in yerini alarak bitkilerin üremesi ile insan hayatının uzamasına neden olan bir yeraltı enerji kaynağını kullandıkları söylenir. Bu kaynağın yeşil bir floresans yaydığı sanılmaktadır. Bu düşünceye Amerika efsanelerinde de rastlamamız oldukça ilginçtir..."

Bu konudan olmak üzere, Wolfpittes' in Yeşil Çocukları' nın tuhaf hikâyesinin de anlatılanlarla özel bir ilişkisi olabilir.

Görülüyor ki Atlantisliler, çeşitli amaçlar için dünyanın her yanında tünel sistemleri inşa etmişlerdir. Bu amaçları, öncelikle, sismik faaliyet ile seller biçimince oluşan ve o zamanlar için çok olağan sayılan doğal afetlerden ya da uzaydan gelebilecek saldırılardan korunabilmekti.

Bu fantastik tünellerin çoğu bizim bugünkü imkânlarımızın ötesindeki yöntemlerle inşa edilmişlerdir. Senelerdir İngiltere ile Fransa, bir Manş tüneli yapma fikri üzerinde tatrışmaktadır. Ancak, galiba, atalarımızın devirlerine ait bu şaşıtrıcı tünelleri doğal bir rahatlıkla ve gerekli nedenlerden dolayı da oldukça büyük ölçüde inşa etmişlerdir.

KAYNAK VE GÖRSELLER  :
http://www.bibliotecapleyades.net/arqueologia/gold_gods/gold_gods01.htm
Devamını Oku »

Yukarı Git