5 Mart 2016 Cumartesi

TANRILARIN ALTINI




BU benim için yüzyılın en inanılmaz, en akla gelmez öyküsüdür. Eğer gördüğüm şeylerin fotoğrafını çekmeseydim bir «Science Fiction Story» den söz edilebilirdi. Oysa bir düş, ya da hayal değil, somut bir gerçek var ortada. Güney Amerika'da, binlerce kilometre çapındaki bir alan içinde herhangi bir zamanda, bilinmeyen kişiler tarafından yapılmış, yeraltı tünelleri bulunuyor. Peru ve Ekvator'daki bu tünellerde yüzlerce kilometre gidildi ve gerekli ölçümler yapıldı. Her şeyden önce bu, ufak bir başlangıçtır ve dünyanın olanlardan haberi yoktur. 21 temmuz 1969'da Arjantinli Juan Morloz, Guayaquil'deki Noter Dr. Gustavo Falconi'ye birkaç tanık tarafından imzalanmış hukukî bir tapu bıraktı. Bu tapu Juan Morioz'i, Ekvator devletinde tünel kâşifi olarak gösteriyordu.

İspanyolca yazılmış olan belgeyi, bir Birleşmiş Milletler tercümanına çevirttirdim. Belgedeki en önemli kısım o inanılmaz şeyle ilgiliydi: «Juan Moricz, Macaristan doğumlu, Arjantin uyruklu, pasaport No: 4361689... Ekvator Cumhuriyeti sınırları içinde, Morona-Santiago kentinin doğu kesiminde insanlık için kültürel ve tarihsel açıdan büyük değer taşıyan yapıtlar buldum. Bu yapıtlar özellikle metal levhalardan oluşmakta, insanlığın şimdiye dek bilmediği ve delillerine rastlamadığı, kaybolan bir uygarlığın tarihsel özetini vermektedirler. Çeşitli biçimlerdeki yapıtlar, bir takım oyuklar içinde durmaktadır. Bu buluşu mutlu bir olanak sayesinde başarmış bulunuyorum. «Bir bilim adamı olarak kendime özgü yöntemlerle Ekvator kabilelerini folklorik, etnolojik ve dilbilimsel yönlerden inceledim...

«Bulduğum yapıtlar aşağıdaki özellikleri göstermektedirler: «1) Çeşitli büyüklük ve renkteki taş ya da metal cisimler. «2) Üzerlerine yazı ve şekillerin işlendiği metal levhalar. Bu levhalar yok olan bir uygarlık hakkında bilgilerle beraber, insanın kökeni ve insanlık tarihinin bir özetini veren düzenli bir metal kütüphaneyi oluşturmaktadır. «Buluşlarım, Medenî Kanunun 665. maddesine göre beni, metal levhaların ve diğer cisimlerin yasal sahibi yapmıştır. «Fakat kanımca, kendi arazim üstünde bulmadığım bu kalıntılar inanılmaz derecede büyük kültürel değer taşıdıkları için, 666. madde gereğince devlet kontrolü altında tutulacaklardır.

" «Ekvator Cumhuriyeti'nin Sayın Başkanı, sizden, bilimsel bir komisyon kurup bulduğum şeyleri denetlemenizi ve onların değerlerini korumanızı rica ediyorum... «Kuracağınız komisyona, sözünü ettiğim yerin tam coğrafî durumunu ve girişini, şimdiye dek orada bulduğum nesneleri göstereceğim...» iMoricz, kendisine uslu birer yardımcı olan ve tehlikeli kabileleriyle arabuculuk görevini başarıyla yerine getiren Peru'lu yerlilerle birlikte araştırmalar yaparken, 1965 Haziranında yeraltı tünellerine rastladı. Yaratılışı gereği kuşkucu bir insandı. Sonuca ulaşmadan herhangi bir açıklama yapmayı doğru bulmadığı için, üç yıl süreyle kimseye birşey söylemedi. Ancak bu yeraltı tünellerinde birkaç kilometre yol alıp ilginç nesneler bulduktan sonra, 1968 ilkbaharında Başkan Valasco IBARRA'nın huzuruna çıkabilmek için izin istedi. Fakat kendisinden önceki bütün başkanların ayaklanmalar sonucu devrildiği bir ülkenin başkanı, müthiş şeyler bulduğunu iddia eden biri için zaman ayıramazdı. Saray yetkileleri bu inatçı arkeologu çok kibar buluyor, ona uzun bir bekleme süresinden sonra, Sayın Başkan'ın kendisini kabul edebileceği garantisini veriyorlardı. Moricz, ancak 1969 yılı için bir randevu koparabildi.

Ve büyük bir acı içinde, yeraltı labirentlerinde sürünmeye devam etti. Juan Moricz ile 4 Mart 1972'de buluştum. Avukatı Dr. Matheus Pena onu telefon ya da telgrafla herhangi bir yerde yakalayabilmek için iki gün uğraştı. Ben, yanımda yeterli ölçüde yazılı material ile bürosunda oturuyordum. Açık söylemek gerekirse, biraz sinirliydim. Çünkü yapılan bütün tanımlamalara göre, Moricz kendisine çok zor yaklaşılabilen, yazı ile uğraşan kişilere güveni olmayan biriydi. Sonunda telgraflardan biri eline geçmişti. Telefon etti. Kitaplarımı okumuş. «Sizinle konuşurum!» dedi. 4 Mart akşamı çıkageldi. Yüzü güneşten kararmış, saçları ağarmış, 45 yaşında, sırım gibi bir adamdı. Konuşmayı pek sevmiyordu. Bunun için konuyu karşısındakinin açması gerekiyordu.

Peşpeşe sıraladığım sorular onu neşelendirmişti. Yavaş yavaş «Kendisinin mağaraları »ndan söz etmeye başladı. • Böyle birşey olamaz! diye bağırdım. • Olur, dedi avukat Pena. Herşey anlat tığı gibi. Gözlerimle gördüm. Moricz, beni oyuklarını ziyarete davet etti. Moricz, Dr. Pena, Franz Seiner (Yol arkadaşım) ve ben bir Toyota-Jeep'e bindik. Yirmi dört saatlik yol boyunca sırayla araba kullandık. Oyuklara varmadan durduk, derin bir uykuya daldık. Sabah uyandığımızda gökyüzü sıcak bir günün ilk müjdesini verirken, hayatımın en büyük serüveni başlıyordu. Morona-Santiago eyaletinin Gualaquiza -S. Antonio- Yaupi üçgeni içinde, yabancılara düşman yerlilerin oturduğu bölgedeydik. Samanlık kapısı genişliğinde bir taş oyuktan içeri girdik. Attığımız her adımla birlikte günışığı da giderek karanlığa dönüşüyordu. Tepemizde kuşlar uçuşuyor, bir esinti hissederek ürperiyorduk. Başımızdaki miğferlerin lambaları ve cep fenerleri yanıyordu. Önümüze bir iniş boğazı çıkmıştı. 80 metre derinliğe kadar inen bir ip asansörle ilk platforma kaydık.

 Bu platformdan aşağı üstüste iki kez daha seksener metre aşağıya inilebilmekteydi. Bilinmeyen, yabancı bir ırkın binlerce yıl önce yaptığı yeraltı dünyasında yürüyüş başlamıştı. Tünellerin hepsi istisnasız köşeli. Bazen dar, bazan geniş. Duvarları dümdüz. Çoğunlukla cilalanmış gibi. Tavanlarda düz. Üzerlerine cam bir örtü çekilmiş sanki. Her halde bunlar doğal tüneller olamazdı. Zamanımızın sığnakları da bunun gibi düz değil mi? Duvarları ve tavanı elimle yokladığımda gülme tuttu beni. Kahkahalarım tünellerde yankılanıyordu. Moricz lambasını yüzüme tuttu ve sordu: • Ne var? Birşey mi oldu? • Şu anda, bana bu işçiliğin baltalarla yapıldığını söyleme cesaretini gösterebilecek bir arkeologu görmek isterdim doğrusu. Artık, yeraltı tünellerinin varlığı konusunda kuşkum kalmamış, içimi büyük bir mutluluk duygusu kaplamıştı. Moricz ve Pena,şimdi içinde bulunduğumuz, yürüdüğümüz koridorlar gibi, Ekvator ve Peru'nun altında yüzlerce kilometre uzunluğunda tüneller olduğunu söylediler. «Şimdi sağa sapıyoruz!» diye seslendi Moricz. Jumbo-jet hangarı kadar büyük bir salonun girişinde durduk. Burası bir dağıtım merkezi ya da, bir malzeme ambarı olabilir, diye düşündüm. Çeşitli yönlere giden tüneller buradan başlamaktaydı.

 Elimdeki pusuladan hangi yöne gittiğimizi öğrenmek istedim, ama pusulanın ibresi hareket etmiyordu. Moricz bana baktı: - Boşuna uğraşma. Burada pusulanın çalışmasını olanaksız kılan ışınlar var. Ben ışınlardan anlamam, onları yalnızca seyrederim. Ama bu durum fizikçiler için ilginç bir araştırma konusu olabilir. Yan koridorların birinin eşiğinde, yerde bir iskelet yatıyordu. Tertemizdi. Sanki bir doktor, öğrencilerine anatomi dersi vermek için bunu dikkatle hazırlamış, ayrıca üstüne altın tozu püskürtmüştü. Kemikler, el lambalarımızın ışığında saf altın gibi parlıyordu.
Moricz, lambaların ışıklarını söndürüp yavaş yavaş kendisini izlememizi söyledi. Ortalık sessizdi, adımlarımızı, nefesimizi, oldukça çabuk alıştığımız kuş uğultularını duyuyordum. Geceden daha zifirî bir karanlık vardı. - Işıkları yakın! dedi Moricz. Dev bir salonun ortasında duruyorduk. Ağzımız açıkta, donup kalmıştık.

Buluşundan gurur duyan Moricz, oyununu öyle güzel hazırlamıştı ki, tıpkı yabancı turistlere, aynı oyunla, kuşkusuz dünyanın en güzel yapıtı olan Grand Place'i gösteren Brükselliye benziyordu. Yedinci koridorun ulaştığı bu isimsiz salon,şaşırtıcı güzellik ve büyüklükteydi. Taban alanının 110x130 metre olduğunu öğrendim. Bu boyutların, Teotihhuacan'daki güneş piramidinin boyutları ile hemen hemen aynı olduğunu düşündüm. Orada olduğu gibi burada da ustanın, o üstün teknisyenin kim olduğu bilinmiyordu. Salonun ortasında bir masa duruyordu. Gerçekten bir masa mı? Belki de; çünkü bir tarafında yedi iskemle sıralanmış. İskemle mi onlar? Öyle görünüyor. Taştan mı? Hayır, taşa benzemiyor. Tahtadan mı? Hiç değil. Tahta olsaydı, binlerce yıl dayanmazdı. Metalden mi? Sanmıyorum. Dokunulduğunda bir cins plastik hissi veriyor, fakat oldukça ağır ve çelik gibi sert bunlar.İskemlelerin arkasında hayvanlar duruyordu. Dev kertenkeleler, filler, arslanlar, timsahlar, panterler, develer, ayılar, maymunlar, bizonlar, kurtlar ve aralarında sürünür gibi görünen salyangozlar, yengeçler. Sanki kalıp halinde dökülmüşler, güzelce ve zorlamasız yan-yana dizilmişlerdi. Tufan resimlerindeki Nuh'un gemisine aldığı hayvanlar gibi çift çift değillerdi. Bir zoologun istediği gibi cins cins, ya da, biyologun istediği gibi doğal evalüsyon sırasına göre de dizilmemişlerdi. Orada, sanki doğa kanunları geçersizmiş gibi, barış içinde duruyorlardı. Burası çılgınlıkların hayvanat bahçesiydi ve tüm hayvanlar saf altındandı. Noterlik belgesinde sözü edilen en değerli hazine, yani metal kütüphane de bu salondaydı.

 Hayvanat bahçesinin karşısında, konferans masasının sol arkasında, yer alan kütüphanede, boyutları 96x48 cm. olan milimetrik incelikte metal plakalar vardı. Uzun ve dikkatli bir kontrola rağmen bu denli ince ve büyük metal kâğıtların nasıl bir maddeden yapıldığını anlayamadım. Yaprakların o inceliğe rağmen nasıl kıvrılmadığı da ayrı bir soruydu. Kitap sayfaları gibi yan yana yerleştirilmişlerdi.Üzerinde yazılar olan her yaprak, sanki düzgün bir makinede basılmıştı. Moricz, şimdiye dek metal kütüphanenin yapraklarını saymayı başaramamış. Ama bunların iki-üç bin kadar olabileceği şeklindeki tahminine ben de katılıyorum. Metal sayfalardaki yazıların ne olduğu bilinmiyor. Fakat ilgili bilim adamları bu eşi olmayan hazineden haberdar edilirse, karşılartırmalı çalışmalar yoluyla oldukça çabuk çözüme gidileceğinden eminim. Kütüphanenin yaratıcısı kimdir, ne zaman yaşadı? Önemli değil. Ancak yardımcıları ile birlikte, böyle çok sayılı, ölçülü metalfolieni yapabildiğine göre yalnızca bir tekniğe sahip değildi; aynı zamanda uzak geleceğe önemlişeyler duyurmak için gerekli yazı sanatını da biliyordu...

Yapıt yerinde duruyor! Metalden yapılması, çağlar boyu, sonsuzda bile okunabilecek durumda kalabilmesi düşüncesine dayanmaktadır... Bakalım yaşadığımız şu zaman, bu denli büyük bir yapıtın sırlarını öğrenmek için, işi ciddîye alacak mı? Bunu yine zaman gösterecektir. Gerçekleri ortaya çıkartabilecek bir eski yapıtın okunması, güzelim, fakat sorularla dolu dünya düzenini tamamen altüst edemez mi? Bütün dinlerin yürütücüleri, yaratıcıya inanmanın yerini, belki de yaratıcıyı öğrenmeye dönüştürebilecek tarihöncesi sırların ortaya çıkmasından korkmuyorlar mı? İnsanoğlu, yaradılış tarihinin, kendisine bir dinsel masal gibi empoze edildiğinden, tümüyle farklı şekilde oluştuğunu öğrenmek istiyor mu acaba? Tarihöncesi uzmanları gerçekten kuşkusuzca ve ciddî olarak asıl gerçeği arama yolundalar mı?Hiç kimse kendi yaptığı gökdelenden kendisini isteyerek yere atmaz. Tünel sisteminin koridorları ve duvarları çıplaktı.

 Luxor civarındaki «Krallar Vadisi»nin derin mezar odalarındaki gibi resimler, dünyanın her yerindeki tarihöncesi oyuklarda rastlanılan süsler (Relyefler) burada yoktu. Onların yerini, adım başında göze çarpan taş figürler almıştı. Moricz'in 12 cm. yüksekliğinde, 6 cm. genişliğinde taştan bir muskası var. Bunun ön yüzüne çocuk eliyle çizilmiş hissini veren, altıgen vücutlu, yuvarlak başlı bir insan resmi kazınmış. Resmin sağ elinde ay, sol elinde güneş vardır. Haydi, bu o kadar hayret verici değil diyelim, fakat iki ayağın bastığı yuvarlak dünya çizimine ne buyrulur? Bu, ilkel resimlerin taşlara oyulduğu zamanlarda, atalarımızın hiç olmazsa seçkin bir zümresinin bir küre üstünde yaşadığımızı bildiklerine açık bir delil değil mi- dir? Muskanın arka yüzü, yarım ayı ve ışıldayan güneşi tanımlıyor. Her türlü kuşkuyu bir yana bıraktım; bu taş muska, tünellerin orta taş devrinde (M.Ö. 9000-4000) mevcut olduğunu kanıtlıyor gibime geliyor. 29 cm. yükseklik, 53 cm. genişlikteki bir başka taş levhada bir hayvan oyması var. Bunun dev bir dinozor olduğunu sanıyorum:: Resme bakılırsa, soyları tükenen bu eski hayvanlar karada, ön bacaklarından daha uzun olan arka bacaklarıyla hareket ediyorlar. Hayvanın kocaman gövdesi (Dinozorlar 20 m. uzunluğundaydılar) bu küçültülmüş resimde bile fark edilebilmektedir.

Ayrıca üç parmaklı oluşları da sanımı kuvvetlendirmektedir. Eğer benzetmem «Doğru» ise, çok garip bir şey olacak. Çünkü bu yaratıklar arz orta çağının ileri tebeşir döneminde yaşamışlardı. Yani bugünkü kıtalar şekillenmeye başladıklarında; bundan 135 milyon yıl önce. Uzun boylu teorilere gitmeden yalnızca şu soruyu sormak isterim: O zamanlar hangi düşünen yaratık böyle dev bir sürüngen görmüştü? Önümüzde taştan oyulmuş bir insan iskeleti duruyordu. On çift kaburga saydım, kusursuz bir anatomiydi bu. Yoksa o çağda insan vücudunu bir heykeltraşa model olsun diye açan anatomistler mi vardı? Wilhelm Conrad RÖNTGEN, X-ışınları adını verdiği «yeni bir ışın türü» bulmuştu.

Bilindiği gibi ancak 1895 yılının olayıdır bu! Bir büroda, pardon, bir kare taş odada Moricz, bir kubbe gösterdi. Kubbenin çevresinde karanlık yüzlü, başlarında sivri şapkalar, ellerinde savurmaya hazır mızraklar tutan, dizi dizi bekçiler var. Sanki kendilerini savunmaya hazırlanmışlar. Kubbenin üstünde uçan, süzülen yaratıklar görünüyor. Cep fenerimin ışığında «romanesk» kubbe girişinin arkasında iki büklüm öne eğilmiş bir iskelet gördüm, İskelet pek şaşırtmadı beni. Asıl şaşırtıcı olan kubbenin modeliydi! İlk kubbeyi Heinrich Schliemann, 1874-1876 yıllarında kuzeydoğu Pelepones'de yaptığı kazılarla «Myken» kalesini ve kentini ortaya çıkardığında bulmuştur. Ve bu kubbe 14. yüzyılın sonunda Achaer'ler tarafından yapılmıştı. Okulda öğrendiğime göre, Roma'daki Pantheon, zaman sonrası dönemin 120-125. yılları arasında, Harian tarafından yapılan ilk kubbedir. İşte şimdi bu kubbeyi en eski kubbe modeli diye tanımlıyorum... Bir taş kaidenin üstünde top burunlu bir palyaço oturmaktadır. Bu küçük adam kulaklarını örten miğferini başında gururla taşımakta. Kulak memelerinde bizim telefonlara benzeyen kulaklıklar var. Miğferin alın kısmında çapı 5 cm., kalınlığı 1 cm. ve üzerinde 15 delik bulunan bir kapsül göze çarpıyor. Boyundaki kolyenin üstünde ise telefon numaratörüne benzeyen delikler bulunuyor. Aynı zamanda cücenin giysisi de çok ilginç. Uzay pilotlarının giysilerin; andırıyor.

İçindeki parmakları tehlikeli kontaktlardan en iyi biçimde koruyan eldivenleri var. Eğer, Madrit'teki Amerikan Müzesi'ni ziyaretim sırasında, kilden yapılmış aynı modelini görmeseydim, kolları arasında motosiklet miğferli, çekik gözlü, çömelmiş bir çocuk tutan kanatlı bir annenin, burada rastladığım figürü üzerinde hiç durmayacaktım. Adı geçen oyuklar ve hazineleri üzerine kitaplar yazılabilir ve yazılacaktır da! Bu kitaplarda pek çokşeyin yanında, üç-beş başlı bir yaratığı tanımlayan, iki metre yükseklikteki taş oyma işlerinden; üzerinde sanki ilkokul öğrencilerinin ilk yazı denemelerini belirten karalamaların bulunduğu üç köşeli levhalardan, altı yüzünde geometrik şekillerin yer aldığı küplerden; bumerang gibi eğik, üzerinde yıldızların kaynaştığı 114 cm. uzunlukta 24 cm. genişlikteki düz sabun taşından da söz edilecektir... Tünelleri kim yaptı; o garip, fakat anlamlı yapıları hangi heykeltraş yonttu, bilen yok. Yalnız bana göre bir nokta açık-seçik ortada: Tünel yapımcıları ile taş işleyicileri aynı adamlar değillerdi. Çünkü bu işlemeler dekoratif amaçtan uzak görünmektedir. Gördükleri ve duyduklarışeyleri taşlara kazıyan adamların, bunları önceden yapılmış yeraltı tünellerinde depo ettikleri olasılığı akla yakındır.

 Bu tarih hazinelerine açılan kapı, hâlâ yalnız birkaç güvenilir kişi tarafından bilinmekte ve vahşî bir kızılderili kabilesi tarafından korunmaktadır. Kızılderililer çalılıklarda saklanmakta, kamışlarından fırtlattıkları zehirli oklarla yabancıların hayatlarını kelimenin tam anlamıyla söndürmektedirler. Moricz, yerlilerin reisi ve uygarlıkla ilişki kuran üç kabile mensubu tarafından dost olarak kabul edilmiştir. Her yıl ilkbahar başlangıcında (21 Martta) kabile reisi tapınmak için, tek başına, birinci platforma kadar inmektedir. Reisin yüzü, tünel girişindeki kaya üstünde bulunan şekillerin kopyalarıyla süslüdür. Tünel muhafızlarının kabilesi bugün bile maske ve oyma işleri yapmaktadır: «uzun burunlu insan yüzleri» (Bunlar gaz maskeleri mi acaba?). Moricz'in dediğine göre, bu yörede bir zamanlar gökyüzünden inen, uçan bir yaratığın kahramanlıkları anlatılır. Fakat kızılderilileri ne konuşmayla, ne de hediyelerle bu oyuklara indirebilmek mümkün değildir. - Hayır! diyorlardı Moricz'e. Orada, aşağıda ruhlar yaşıyor..! Erich Von Daniken...

Erich Von Daniken "The Gold of the Gods" ("Tanrılar' ın Altını") adlı harikulâde kitabında, Ekvator ve Peru' nun altında uzanan "binlerce mil uzunluğunda devasa bir tüneller sistemi" nden sözeder. Birbirleriyle irtibatlı mağaralar ile tünellerin oluşturduğu bu sistem, 1965' de Juan Moricz tarafından keşfedilmişti. Von Daniken' nin anlattığına göre tünellerden biri, içinde som altından yapılma çeşitli türden hayvan heykellerinin yanısıra taş ve metal nesnelerin de bulunduğu muazzam bir hole uzanıyordu.Dahası, üzerinden bilinmeyen bir lisanda yazılımış yazılar bulunan metal plakalar (yapraklar) dan teşekkül etmiş, metal bir kütüphane de mevcuttu. Moricz' e göre bu yazılar, insanlığn tarihi ile kaybolmuş bir medeniyet hakkındaki ayrıntıları içeriyor olabilir. Von Daniken, Ekvator ve Peru altındaki tünellerin "çoğunlukla cilâlanmış gibi görünen" ve pürüzsüz duvarları olduğunu belirtmektedir. Bu tünellerin baltalarla çentilerek değil de çok daha gelişmiş yöntemlerle insa edildiklerini farkına varılmıştı.

Kitabında, tünelleri yapanların ısı (thermal) matkapları ile birlikte elektron ışın tabancaları da kullandıklarını ileri süren Daniken şöyle diyor :

"... Matkap olağanüstü sertlikteki bazı jeolojik katmanlara gelip dayandığında bunlar, iyice nişan alınarak birkaç kez ateşlenen tabancayla parçalanabiliyorlardı. Sonra, zırhlı ısı matkabı, ortaya çıkan blokların üzerine yöneltiliyor ve yıkıntı yığını ısıtılarak sıvı hale dönüştürülüyordu. Sıvı halindeki hava soğur soğumaz elmas sertliğinde bir sır tabakası oluşturuyordu. Bu tünel sistemi su sızmasına karşı emniyetli olacak ve bölmeleri desteklemeye gerek kalmayacaktı." Von Daniken kitabın sonuna doğru, tünellerinn inşa edilmelerinin özel nedeni ile ilgili olarak, çok ilginç bir kuram ileri sürmektedir. Bu, Brinsley Le Poer Trench' in sözünü ettiği ve gerçek bir tehdit teşkil etmiş olan, sismik faaliyetlerin tehlikelerinden çok daha farklı bir nedendir.

Daniken, çok eski zamanlarda bizlere çok benzeyen insanlar arasında bir kozmik savaş olduğunu iddia etmektedir. Görünüşe göre, kaybedenler bir uzay gemisi ile kaçmışlardır. Brinsley Le Poer Trench ise, gemi adedinin birden fazla olması gerektiğini söylüyor.

Sonra, kaybedenlerin, onlara değişik gelen atmosferimiz içinde taktıkları "gaz maskeleri" nden bahsederek dikkatimizi mağaralarda görülen çeşitli miğferler ile solunnun aygıtlarına çekmekedir, Daniken. Von Daniken iddiasını sürdürerek, zafer kazananlar - bunlar bu gezegende kalanlardır - "oyarak yerin derinliklerine doğru uzandılar ve her çeşit teknik gereçle donatılmış bulunan takipçilerinin korkusundan tünel sistemlerini geliştirdiler.", demektedir.

Sonra, düşmanlarının iyice şaşırtmak için, o zamanlar Mars ile Jüpiter arasında yer alan Güneş sistemimizin beşinci gezegeni üzerinde yayın istasyonları kurtular. Bu istasyonlar sürekli olarak şifreli mesajlar yayınlıyorlardı. Von Daniken' in dediğine göre, bu aldatmacaya kanan düşman, beşinci gezegeni dehşetli bir infilâk ile imha etti. İnfilâk eden gezegenin döküntüsü şimdi "Asteroid Kuşağı" dediğimiz alana yayıldı. Bu alan binlerce asteroidden ve ufak taş parçalarıdan oluşmaktadır. Von Daniken' in belirttiği gibi, "...Gezegenler kendilerince infilâk etmezler. Onları biri infilâk ettirir." Bu, çok çekici ve geçerli olabilecek bir fikirdir. Ayrıca, görülüyor ki çok eski zamanlarda kullanılan silahlar günümüzde ve bu çağda kullanılandan daha da öldürücüydüler. Bu açıdan bakılırsa, Zeus ve diğer tanrıların atıp durdukları "yıldırımlar" ın gerçekte ne oldukları konusu da önem kazanır.

"Timeles Earth" ("Zamansız Dünya") adlı kitabında, Lima'yı Cuzco'ya bağlayan ve oradan da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel sisteminden söz eden Peter Kolosimo şöyle yazıyor :
"Kazanç peşinde koşanlara çekici gelebilecek tüneller, büyüleyici bir arkeoloji sorunu olarak da gözükürler. Araştırmacılar, tünellerin, bunları kullanan fakat kökeni hakkında bilgileri olmayan İnkalar tarafından yapılmadığı üzerinde hemfikirdirler. Aslında, bu tüneller insanı öylesine etki altında bırakırlar ki, bazı bilim adamlarının yaptığı gibi, bunların bilinmeyen bir devler ırkının elinden çıkmış olduklarını düşünmek pek de tuhaf kaçmaz."

Eski Güney Amerika' nın Esrarı :

Harold T. Wilkins de "Mysteries of Ancient South America" ("Kadim Güney Amerika' nın Gizmeleri" adlı kitabında, muhtemelen aynı tünel sistemini anlatırken şunları yazıyordu :
"Büyük tünellere yaklaşım yollarından biri de eski Cuzco' nun yakınlarında bulunuyordu ve halâ daha bulunmaktadır. Ancak, keşfedilmeyecek bir şekilde kamufle edilmiştir. Bu saklı yaklaşım yolu, doğudan, 380 millik bir mesafe boyunca Cuzco' dan Lima' ya uzanan muazzam bir ' yeraltı dünyası' na ulaşır! Bu büyük tünel sonra güneye döner ve 9000 millik bir mesafeyi aşarak 1868 yılına kadar Bolivya olagelen toprakların içlerine doğru uzanır! ..."
Wilkins, ayrıca, Batı Hind Adaları' ndaki bazı tünellerden de söz eder :

"Martinik'i ziyaret ettiği zaman Kristof Kolomb'un dikkatini, inanılmayacak kadar eski bir tarihten kalmış olan ve kökeni bilinmeyen, Batı Hind Adaları' ndaki garip tünellere çekilmişlerdi. Şüphesiz, Atlantis' li beyaz ırk, şimdi Batı Hind Adaları olan, fakat çok eski tarihlerde, adının 'Antiller' kelimesiyle hatırlantığı batık bir orta Amerika kıtasının bir parçasını teşkil etmiş olabilecek yerde, muhteşem şehirler inşa etmişti. Asya' nın kadim dünyasının ilginç bir geleneği de, batık ülke ile bir yandan Afrika, diğer yandan da kadim Brezilya arasındn geçişin mevcut olduğu günlerde eski Atlantis' in her yönde uzanan bir tüneller, ve geçitler labirenti şebekesine sahip olmasıydı. Atlantis' te tüneller, ölülerle ilgili kültler ve kara maji klütleri için kullanılırlardı..."

Kolosimo, tünel sistemlerinin dünyanın her yerinde bulunduklarını ileri sürüyordu. Listesine, Güney Amerika' nın ışında Kaliforniya, Virginia, Hawai, Okyanusya ve Asya' yı da katmışştır. Avrupa' da, isveç ile Çekoslavakya' da ve Akdeniz bölgesinde ise Balear Adaları ile Malta' da tüneller mevcuttur .

"İspanya ile Fas arasında, otuz millik bir bölümü incelenmiş olan, muazzam bir tünel uzanmaktadır. Birçok kişi, Avrupa' da bu bölge dışında bulunmayan 'Berberistan Maymunları' nın, Cebelitarık' a bu yoldan geçmiş olabileceklerine inanmaktadır." Kolosimo şöyle devam ediyor:

"Bu devasa (Cyclopean) galerilerin, gezegenimizin en uzak bölgelerrini birbirine bağlayan bir şebeke oluşturduğu düşüncesi bile ileri sürülmüştür."

Denizin altında uzanan bu tünelleri kimler ve hangi nedenden dolayı inşa etmişlerdir? Kadim tünel sistemleri üzerinde Wilkins' in, bize söyleyeceği bazı şeyler daha var : "İç Moğolistan' ın Moğol kabileleri arasında, bugün dahi, tüneller ve yeraltı dünyaları hakkında, kulağa modern romanlardaki kadar fantastik gelen gelenekler mevcuttur. Efsanelerden - eğer böyle denebilirse! - birinin dediğine göre bu tüneller, Afganistan içlerinde bir yerde, ya da Hindu Kuş bölgesinde bulunan ve tufan öncesi nesilden gelen bir yeraltı dünyasına uzanırlar...

Burasının bir ismi de vardır - Agharti. Efsanenin devamı, Agharti' yi benzeri diğer bütün yeraltı dünyaları ile bağlayan bir bağlantılar silsilesi içinde bir tüneller ve yeraltı geçitleri labirentinin uzandığını anlatır - ... Söylendiğine göre yeraltı dünyası, tahıların büyümesini sağlayan ve hayatın uzunluğu ile sağlığa yararlı olan acayip bir yeşil parlaklıkta aydınlatılmaktadır."

Kolosimo, dünyanın bir diğer yerinde de bu yeşil floresanın görüldüğüne dikkati çektiğinden dolayı bu son konu özel bir anlam taşımaktadır. Kolosimo "Timeless Earth" de, Azerbaycan' daki acayip bir " dipsiz kuyu" dan bahseder. Görünüşe göre, kuyunun duvarlarından mavimsi bir ışık çıkmakta ve tuhaf sesler işitilmektedir. Yapılan incelemeler ve keşiflerden sonra bilim adamları en nihayet, tüm Kafkasya ve gürcistan' daki diğer tünellerle birleşen tam bir tüneller sistemi buldular. Belirli bir düzene göre biçimlenmiş olan bu tünelleri tanımladıktan sonra ve bunların Orta Amerika' daki benzerleri ile hemen hemen aynı olduklarını belirledikten sonra Kolosimo, bu tünellerin İran' la ve dahası Çin, Tibet ve Moğolistan tünelleriyle bile birleşen devasa bir sistemin bölümü olduklarından söz eder.

Esrarengiz Yeşil Işıkla Aydınlatılmış Mağara Sistemleri

Şimdi, acaip bir yeşil parlaklıkla aydınlatıldığı söylenen Agharti adındaki bir yeraltı dünyası üzerine Walkins' in anlattıklarına dönersek, bu konuda Kolosimo' nun da söyecekleri vardır :

"Tibetliler, tünellerin kentler olduğuna inanırlar. Bunların sonuncusu, muazzam bir afetten sağ kalanlara halâ daha sığınak vazifesi görmektedir. Bu bilinmeyen kişilerin Güneş' in yerini alarak bitkilerin üremesi ile insan hayatının uzamasına neden olan bir yeraltı enerji kaynağını kullandıkları söylenir. Bu kaynağın yeşil bir floresans yaydığı sanılmaktadır. Bu düşünceye Amerika efsanelerinde de rastlamamız oldukça ilginçtir..."

Bu konudan olmak üzere, Wolfpittes' in Yeşil Çocukları' nın tuhaf hikâyesinin de anlatılanlarla özel bir ilişkisi olabilir.

Görülüyor ki Atlantisliler, çeşitli amaçlar için dünyanın her yanında tünel sistemleri inşa etmişlerdir. Bu amaçları, öncelikle, sismik faaliyet ile seller biçimince oluşan ve o zamanlar için çok olağan sayılan doğal afetlerden ya da uzaydan gelebilecek saldırılardan korunabilmekti.

Bu fantastik tünellerin çoğu bizim bugünkü imkânlarımızın ötesindeki yöntemlerle inşa edilmişlerdir. Senelerdir İngiltere ile Fransa, bir Manş tüneli yapma fikri üzerinde tatrışmaktadır. Ancak, galiba, atalarımızın devirlerine ait bu şaşıtrıcı tünelleri doğal bir rahatlıkla ve gerekli nedenlerden dolayı da oldukça büyük ölçüde inşa etmişlerdir.

KAYNAK VE GÖRSELLER  :
http://www.bibliotecapleyades.net/arqueologia/gold_gods/gold_gods01.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yukarı Git